KEYFİYET ESASTIR

 

Risale-i Nurda keyfiyet: İhlâs, sadakat, fedakârlık, se­bat, iktisad ve ka­naat, maddî menfaatlerden ve tevec­cüh-ü nasdan istiğna gibi yüksek meziyet­lere sahib ol­mak

mâ­nâ­sında bir tabir­dir.

Beşeriyet âleminde kemmiyet ve keyfiyet:

 

1- «Kemiyetin, keyfiyete nisbeten ehemmiyeti yok. Asıl ek­se­riyet, keyfiyete bakar...

...İşte, nev-i beşer, bi’set-i enbiya ile, sırr-ı teklif ile, mücahede ile, şeytanlarla muharebe ile kazandıkları yüz binlerle enbiya ve milyonlarla evliya ve milyarlarla asfiya gibi âlem-i insaniyetin gü­neşleri, ayları ve yıl­dız­ları mu­kabilinde, kemiyetçe kesretli, keyfi­yetçe ehemmiyetsiz hayvânât-ı muzırra nev’inden olan küffârı ve münafık­ları kaybetti.» (Mektubat sh: 44)

 

Keyfiyetsiz kemmiyet, çoğalma nisbetinde cemaatı kıymet­ten düşürür:

 

2- «Çendan, şeytan yüzünden ekser insanlar dalâ­lete gider­ler. Fakat ehemmiyet ve kıymet, ekseri­yetle keyfi­yete bakar kemiyete az bakar veya bakmaz. Nasıl ki, bin ve on çekirdeği bulunan bir zat, o çekirdekleri toprak al­tında bir muamele-i kim­ye­vi­yeye mazhar etse, ondan on tanesi ağaç olmuş, bini bo­zulmuş. O on ağaç olmuş çekir­deklerin o adama verdiği menfaat, elbette, bin bozulmuş çekirdeğin verdiği zararı hiçe indi­rir.

Öyle de, nefis ve şeytanlara karşı mü­cahede ile, yıldızlar gibi nev-i in­sanı şereflen­diren ve tenvir eden on insan-ı kâmil yüzün­den o nev’e gelen menfaat ve şeref ve kıymet, elbette, ha­şa­rat nev’inden sayılacak derecede süflî ehl-i da­lâletin küfre girmesiyle insan nev­’ine vereceği zararı hiçe indi­rip göze gösterme­diği için, rahmet ve hikmet ve adalet‑i İlâhiye, şey­tanın vücuduna müsa­ade edip tasallutlarına meydan ver­miş.» (Lem’alar sh: 71)

 

3- «Cemaatte vahid-i sahih olmazsa, cem ve zam, kesir darbı gibi küçültür.HAŞİYE » (Mektubat sh: 475)

 

Keyfiyetli cemaatın kıymet ve kuvveti:

 

4- «Elbette, dört fertten bin yüz on bir kuvvet-i mâ­neviyeyi te­min eden sırr-ı ihlâsı kazanmakla tesa­nüd ve ittihad-ı hakikîye muhtacız ve mecburuz.

Evet, üç elif ittihad etmezse, üç kıymeti var. Sırr‑ı adediyet ile ittihad etse, yüz on bir kıymet alır. Dört kere dört ayrı ayrı olsa, on altı kıymeti var. Eğer sırr-ı uhuv­vet ve ittihad-ı maksat ve ittifak-ı vazife ile tevafuk edip bir çizgi üstünde omuz omuza verseler, o va­kit dört bin dört yüz kırk dört kuvvetinde ve kıymetinde olduğu gibi, ha­kikî sırr-ı ihlâs ile, on altı fedakâr kardeş­lerin kıymet ve kuvvet-i mâneviyesi dört bin­den geçtiğine, pek çok vu­kuat-ı tarihiye şehadet ediyor.» (Lem’alar sh: 161)

 

5- «Bütün kuvvetinizi ihlâsta ve hakta bilmelisi­niz.

Evet, kuvvet haktadır ve ihlâstadır. Haksızlar dahi, haksızlık­ları içinde gösterdikleri ihlâs ve samimi­yet yü­zünden kuvvet kaza­nıyorlar.

Evet, kuvvet hakta ve ihlâsta olduğuna bir delil, şu hizmeti­mizdir. Bu hizmetimizde bir parça ihlâs, bu dâ­vâyı ispat eder ve kendi kendine delil olur. Çünkü, yirmi sene­den fazla kendi memle­ketimde ve İstanbul’da etti­ğimiz hizmet-i ilmiye ve diniyeye mu­ka­bil, burada, yedi sekiz senede yüz derece fazla edildi. Halbuki, kendi memleke­timde ve İstanbul’da, burada benimle çalışan kardeşle­rim­den yüz, belki bin derece fazla yardımcıla­rım varken, bu­rada ben yalnız, kimse­siz, garip, yarım ümmî insafsız memurların ta­rassudat ve tazyikatları al­tında, yedi sekiz sene sizinle etti­ğim hizmet, yüz derece eski hizmetten fazla muvaffakiyeti gös­teren mânevî kuvvet, sizler­deki ihlâstan geldi­ğine kat’iyen şüphem kal­madı.» (Lem’alar sh: 161)

 

6- «Bu sırada dahilde o kadar dahilî, haricî heye­canlı parti cereyanları varken ve bundan tam istifade etmek, yani mahdut birkaç arkadaşına bedel çok diplomatları kendisine taraf­tar kazanmak için zemin hazır iken, sırf siyasete karışma­mak ve ihlâ­sına zarar vermemek ve hü­kûmetin nazarını kendine celb etmemek ve dünya ile meşgul olmamak için, bü­tün arkadaşla­rına yazıp ki, “Sakın cereyanlara ka­pıl­mayınız, siyasete girmeyiniz, âsâyişe dokun­mayınız” dediği...» (Şualar sh: 374)

 

7- «Bilirsiniz ki, üç elif ayrı ayrı yazılsa kıymeti üçtür. Tesanüd-ü adedîyle içtima etse, yüz on bir kıyme­tinde ol­duğu gibi, sizin gibi üç-dört hâdim-i Hak, ayrı ayrı ve tak­simü’l-a’mâl olma­mak cihetiyle hareket etse­ler, kuvvetleri üç-dört adam kadardır. Eğer hakikî bir uhuvvetle, birbi­rinin faziletleriyle iftihar ede­cek bir tesanüdle, birbiri­nin aynı olmak dere­cede bir tefâni sırrıyla hareket etse­ler, o dört adam, dört yüz adam kuvvetinin kıymetinde­dirler.» (Barla Lâhikası sh: 124)

 

 

Keyfiyetli hizmet tarzını tercih etmek:

 

8- «Madem bu zamanda herşeyin fevkinde hiz­met-i imaniye en ehemmiyetli bir vazifedir. Hem ke­miyet ise, keyfiyete nispe­ten ehemmiyeti azdır. Hem muvakkat ve mütehavvil siyaset âlemleri ebedî, daimî, sabit hidemat-ı imaniyeye nispeten ehem­mi­yetsizdir, mikyas olamaz, medar da olamaz. Risale-i Nur’un tali­matı dairesinde ve bizlere bahşettiği hizmet noktasında feyizli makamlara kanaat etmeliyiz.» (Kastamonu Lâhikası sh: 89)

 

9- «Bu acip asrın bu acip hastalığına ve dehşetli ma­razına karşı Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânın tiryak misâl ilâç­larının nâşiri olan Risale-i Nur dayanabilir ve onun me­tîn, sar­sılmaz, sebatkâr, hâlis, sâdık, fedakâr şakird­leri mukavemet edebilir. Öyleyse, herşeyden evvel onun da­ire­sine girmeli, sadakatle, tam metanet ve ciddî ihlâs ve tam itimadla ona yapışmak lâzım ki, o acip has­talığın tesi­rinden kurtulsun.» (Kastamonu Lâhikası sh: 105)

 

10- «Biz Risale-i Nur şakirdleri ise, vazifemiz hiz­met­tir va­zife-i İlâhiyeye karışmamak ve hizmetimizi onun vazifesine bina etmekle bir nevi tecrübe yapma­mak ol­makla beraber, kemiyete değil, keyfiyete bak­mak, hem çoktan beri sukut-u ahlâka ve ha­yat-ı dünye­viyeyi her ci­hetle hayat-ı uhreviyeye tercih ettir­meye sevk eden deh­şetli esbap altında Risale-i Nur’un şimdiye ka­dar fütuhatı ve zındıkların ve dalâletlerin savletlerini kırması ve yüz binler biçarelerin imanla­rını kurtar­ması ve herbiri yüze ve bine mukabil yüzer ve binler hakikî mü’min talebeleri ye­tiş­tirmesi, Muhbir-i Sâdıkın ihbarını aynen tasdik etmiş ve vuku­atla ispat etmiş ve ediyor, inşaallah daha ede­cek. Ve öyle kökleşmiş ki, inşaallah hiçbir kuvvet Anadolu’nun sine­sindenonu çıkara­maz. Tâ âhir za­manda, hayatın geniş dairesinde, asıl sahipleri, yani Mehdî ve şakirdleri Cenab-ı Hakkın izniyle gelir, o da­ireyi genişlettirir ve o tohumlar sümbüllenir. Bizler de kabrimizde sey­redip Allah’a şükre­deriz.» (Kastamonu Lâhikası sh: 107)

 

11- «Mesleğimizde, ihlâs-ı tâmmeden sonra en bü­yük esas, sebat ve metanettir. Ve o metanet cihetiyle şim­diye kadar çok vu­kuat var ki, öyleler, herbiri yüze muka­bil bu hizmet-i Nuriyede muvaffak olmuş âdi bir adam ve yirmi otuz ya­şında iken, alt­mış yetmiş yaşındaki velî­lere tefevvuk et­miş­ler var.» (Kastamonu Lâhikası sh: 248)

 

12- «Kemiyete ehemmiyet verilmez. Sen o ha­vali­deki bir tek Âtıf’ı bulsan, yüzü bulmuş gibidir. Merak etme.» (Kastamonu Lâhikası sh: 259)

 

13- «Aziz, sıddık kardeşlerim,

[Hem mânevî, hem maddî bir kaç cihette sorulan bir su­ale mecburiyet tah­tında bir cevaptır.]

Sual: Neden, ne dahilde, ne hariçte bulu­nan cere­yan­lara ve bilhassa siyasetli cemaatlere hiçbir alâka peydâ etmiyorsun? Ve Risale-i Nur ve şakirdlerini müm­kün olduğu kadar o cereyanlara te­mas­tan men ediyor­sun? Halbuki, eğer te­mas etsen ve alâkadar olsan, birden binler adam Risale-i Nur dairesine girip, parlak hakikat­lerini neş­redeceklerdi hem bu kadar sebepsiz sıkıntılara hedef olmayacaktın.

Elcevap: Bu alâkasızlık ve içtinabın en ehemmi­yetli sebebi: Mesleğimizin esası olan ihlâs bizi men edi­yor. Çünkü, bu gaflet zamanında, hususan tarafgirâne mefkû­reler sahibi, herşeyi kendi mesleğine âlet ederek, hattâ dinini ve uhrevî harekâtınıda o dün­yevî mesleğe bir nevi âlet hükmüne getiriyor. Halbuki, hakaik-i ima­niye ve hizmet-i nuriye-i kudsiye, kâinatta hiçbirşeye âlet ola­maz. Rıza-ı İlâhîden başka bir gayesi olamaz. Halbuki şimdiki cereyanların tarafgirâne çar­pışmaları hengâmında bu sırr-ı ihlâsı muha­faza etmek, dinini dünyaya âlet etme­mek müş­külleşmiş. En iyi çare, cereyanların kuvveti ye­rine, inayet ve tevfik-i İlâhiyeye dayanmak­tır.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 38)

 

14- «Aziz, sıddık, sebatkâr, muhlis kardeşlerim,

Hem maddî, hem mânevî, hem nefsim, hem be­nimle, temas edenler gayet ehemmiyetli benden suâl edi­yorlar ki: “Neden her­kese muhalif olarak, hiç kimsenin yapmadığı gibi, sana yardım edecek çok ehemmiyetli kuvvetlere bakmıyorsun, is­tiğna gösteriyorsun? Ve her­kes müştak ve talip ol­duğu ve Risale-i Nur’un intişarına, fütuhatına çok hiz­met edeceğine o Risale-i Nur şakirdleri­nin hasları mütte­fik oldukları ve senden ka­bul ettikleri büyük ma­kamları kabul etmiyorsun, şiddetle çekiniyor­sun?”

Elcevap: Bu zamanda ehl-i iman öyle bir hakikate muhtaçtır­lar ki, kâinatta hiçbirşeye âlet ve tâbi ve basa­mak olamaz ve hiçbir garaz ve maksat onu kirletemez ve hiçbir şüphe ve felsefe onu mağ­lûp edemez bir tarzda iman hakikatlerini ders versin. Umum ehl-i imanın bin se­neden beri teraküm etmiş dalâletlerin hücumuna karşı imanları muhafaza edilsin.

İşte bu nokta içindir ki, dahilî ve haricî yar­dımcılara ve ehemmiyetli kuvvetlerine, Risale-i Nur ehemmiyet ver­miyor, onları ara­yıp tâbi olmuyor—tâ avâm-ı ehl-i imanın nazarında, hayat-ı dünyeviyenin bazı gayelerine basamak olmasın ve doğ­rudan doğruya hayat-ı bâkiye­den başka hiçbir şeye âlet ol­madığından, fevkalâde kuv­veti ve hakikatı, hü­cum eden şüpheleri ve tereddütleri izale eylesin.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 74)

14/1- «Elhasıl: Hakikat-i ihlâs, benim için şan ve şe­refe ve maddî ve mânevî rütbelere vesile olabilen şey­ler­den beni men edi­yor. Hizmet-i Nuriyeye, gerçi büyük za­rar olur fakat, kemiyet key­fiyete nisbeten ehemmiyetsiz olduğundan, hâlis bir hâ­dim ola­rak, hakikat-i ihlâs ile, herşeyin fevkinde ha­kaik-i imaniyeyi on adama ders vermek, büyük bir kutbiyetle binler adamı irşad etmek­ten daha ehemmiyetli görüyo­rum.

Çünkü o on adam, tam o hakikati herşeyin fev­kinde gördüklerinden, sebat edip, o çekir­dekler hük­münde olan kalbleri, birer ağaç ola­bilirler. Fakat o binler adam, dünyadan ve felsefeden gelen şüpheler ve vesvese­lerle, o kutbun derslerini, “Hususî makamından ve hususî hissiyatından geliyor” nazarıyla bakıp, mağlûp olarak dağıtılabilirler. Bu mânâ için hizmetkârlığı, makamatlara tercih ediyo­rum.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 75)

 

 

Bediüzzaman Hazretlerinin, Risale-i Nur’un te’li­finden önce hiss-i kablel vuku ile müjde verdiği, Risale-i Nurun tahkiki iman dersleriyle yaptığı, iman kurtarma hizmetinin keyfiyeten yüksek kıymeti emsalsizdir.

 

15- Evet, «Nurun zahiren, kemiyeten dar cihetine bakmaya­rak, hakikat cihetinde keyfiyeten geniş ve fev­ka­lâde menfaatini his­setmesi suretiyle, hem de siyaset naza­rıyla bütün memleket-i Osmaniyede olacak gibi ifade et­miş. O büyük veli, onun dar daireyi geniş tasav­vurundan ona itiraz etmiş. Hem o zat haklı, hem Eski Said bir derece haklıdır. Çünkü Risale-i Nur imanı kurtar­ması cihetiyle o dar dairesi madem ha­yat-ı bâkıye ve ebe­diyeyi imanla kurtarıyor. Bir milyon talebesi bir milyar hükmündedir. Yani bir milyon değil, belki bin insanın hayat-ı ebe­di­yesini temine çalışmak, bir milyar in­sanın hayat-ı fâ­niye-i dünyeviye ve medeniye­tine ça­lışmaktan daha kıymettar ve mânen daha geniş olması, Eski Said’in o rüya-yı sâdıka gibi olan hiss-i kab­lelvuku ile o dar daireyi bütün Osmanlı memleketini ihata edeceğini görmüş. Belki, inşaallah, o görüş, yüz sene sonra nurların ektiği tohumla­rın süm­büllenme­siyle aynen o geniş daire Nur dairesi ola­cak, onun yan­lış tâbirini sahih gösterecek.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 112)

 

16- «Nurcular, müşterileri ve kendilerine taraf­tar­ları ara­maya kendilerini mecbur bilmiyorlar. “Vazifemiz hiz­mettir, müş­terileri aramayız. Onlar gel­sinler bizi arasınlar, bulsunlar” diyor­lar. Kemiyete ehemmiyet vermiyorlar. Hakikî ihlâsı taşı­yan bir adamı, yüz adama tercih ediyor­lar.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 170)

 

 

Kur’an (2:26) âyetinde geçen iki (kesiren) keli­mesi:

17- «Evvelki كَثِيرًا den kemiyet ve adetçe çokluk irade edilmiştir.

İkinci كَثِيرًا den keyfiyet ve kıymetçe çokluk kaste­dilmiş­tir. Ve aynı zamanda, Kur’ân’ın nev-i be­şere rah­met olduğunun sırrına işarettir.

Evet, insanların az bir kısmının fazilet ve hidayet­le­rini çok görmek ve göstermek, Kur’ân’ın beşere karşı merhametli ve lütuf­kâr olduğunu gösterir.

Ve keza, bir fazilet sahibi, bin faziletsize mukabil­dir. Bu itibarla, fazileti taşıyan, az olsa da çok görünür.» (İşarat-ül İ’caz sh: 172)

 

 

Ekser insanların Risale-i Nuru dinlememeleri se­be­biyle ümidi kırılan bir talebesini ikaz münasebetiyle, umuma key­fiyet dersi veren Bediüzzaman Hazretleri di­yor ki:

 

18- «Sen orada, ‘Bu insanlar ne zaman Risale-i Nur’u dinle­yecekler?’ diye ümitsizliğe düşme, merak etme. Kat’iyen bil ki, mele-i âlânın hadsiz sakinleri, bu­gün Risale-i Nur’u alkışlıyorlar. Onun için, hiç ehem­miyeti yok. Kıymet, kemiyette değil, keyfi­yette­dir. Bazan bir halis ve fedakâr talebe, bine mu­kabil­dir” diyerek ye’sini gide­rir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 463)

 

19- «Haklı şûrâ ihlâs ve tesanüdü netice verdiğin­den, üç elif,yüz on bir olduğu gibi, ihlâs ve tesanüd-ü hakiki ile, üç adam, yüz adam kadar millete fayda verebilir. Ve on adamın hakikî ihlâs ve tesanüd ve meşveretin sır­rıyla, bin adam kadar iş gördüklerini, çok vukuat-ı tari­hiye bize ha­ber veriyor.» (Hutbe-i Şamiye sh: 63)

 

 

Keyfiyeti esas alan haslar dairesi makamından, kem­miyete sahib geniş da­ire makamını istemenin mah­zurlarını, kendi nokta-i nazarını misal alarak be­yan eden Bediüzzaman Hazretleri şayan-ı dikkat bir mektubunda diyor:

 

20- «Nurların fütuhatını kalben temaşa ederken, bazı has kardeşlerimin Nur’un tercümanına verdikleri makam noktasında baktım.

O makama nisbeten fütu­hat az olma­sından, o makamın şerefi için bir hırs ile vazife-i İlâhiyeye karışmak gibi şekva geldi. Binler de­rece şü­kür ve sırf rıza-yı İlâhî noktasında bazı biçarele­rin Nurla imanlarını kur­tarmak cihetiyle binler hamd, sena ve şükür lâzımken bir teşekki ve sıkıntı geldi.

Sonra mahviyet ve terk-i ena­niyet ve ihlas-ı tam ile aynı vaziyete baktım, gördüm ki: O fütu­hatta binler hamd ve sena ve teşekkür ve manevî sürur ve sevinç ru­huma geldi.

Ben o halde iken anladım ki, maka­mat-ı manev­îye dahi mesleğimizde mevzubahis olmamalı. Eğer bazı has kardeşle­rimin hakkımdan yüz derece zi­yade bana verdikleri hisse ve ma­kam hakikat olsa ve hakkım da olsa, mezkûr hakikat için bırak­mağa, mes­lek-i Nuriyedeki ihlas-ı tamme bırakmağa mecbur eder.» (Osmanlıca teksir baskı Tılsımlar Mecmuası’nın zeyli, Maidet-ül Kur’an ba­şın­daki mektub­tan)

 

 

Risale-i Nur hizmetinde, bilhassa ehl-i hizmette bu­lunması gereken key­fiyet hususiyeti ile alâkalı mezkûr bahisler, keyfiyetin sabit bir şart ve esas ol­duğunu açıkça ortaya koyuyor. 

 

 

HAŞİYE Hesapta malûmdur ki, darb ve cem ziyadeleşti­rir. Dört kere dört, on altı olur. Fakat kesirlerde, darb ve cem, bilâkis küçültür. Sülüsü sülüsle darb etmek, tüsu’ olur, yani dokuzda bir olur. Aynen onun gibi, insanlarda sıhhat ve istikamet ile vahdet olmazsa, ziyadeleşmek­le küçülür, bozuk olur, kıymetsiz olur. (Bediüzzaman)

 

 

  http://www.ittihad.com.tr/index.php?option=com_content&task=view&id=297&Itemid=34