Giriş :

Sosyal medyaya yansıyan bir videoda Üstad Hazretlerinin BarladaEhadiyet Tecellisi ile bir nevi  Barla adlı'' magarada '' Allah ile görüştügü ve kendisine Risale-i Nur'ların verildigi şeklinde kitabda hiç geçmeyen ve asla üstadın demediği cümleler sanki üstaddan geliyormuş gibi sarf edilerek yapılan bir  sözde ders paylaşıldı.Hatta Gurbet ve Hulusi abi bu bir nevi Mirac'ın şartları olarak nazara verildi.Muhim bir sır ; senden sır saklanmaz cümlesine dayandırılarak; sırrın  görünüşte keşşafı bir na-ehil adam tarafından uydurmalarla açıldı ve başta Üstad-ı Azam; ve onun sadık talebelerine ve dahası Risale-i Nur'lara türlü hakaretlerin gelmesine esbab teşkil etti.Her bir meselesini KİTAB 'dan görmek ve göstermek mecburiyetinde olan Nur Talebelerinin en edna fertleri bile bu zulme sessiz kalamayacagından aşagıdaki nakıs derlemeyi nazara veriyor ve bu ve benzer sehivli hisler ve tarikatvari renkler ve meslek-i nuriyenin; hak ve hakikat mesleginin; dışında kafa fenerli  iddiaları şiddetle red ediyoruz.


 

Allah , Ehadiyet ile GÖRÜŞME tabiri:    

ŞERİATTA İMANİ HAKİKATLERDEKİ TABİRATLAR EHEMMİYETLİDİR. TEVİLE VEYA BU KELAMLA ZATEN MANA MURAD BUDUR DENİLEMEZ. ÜSTAD HZ.LERİ BİLHASSA CENABI HAKKIN ESMA VE SIFATINA  AİT TABİRATLARDA AZAMİ DİKKAT İL YAZMIŞTIR..

Sarahat-ı Kur'aniyeyle, veraset-i nübüvvetin evliya-i azîmesi ve ehl-i sahve olan asfiyanın gördükleri mertebe-i uzma-yı tevhidî ise, hem çok yüksektir, hem rububiyet ve hallakıyet-i İlahiyenin mertebe-i uzmasını, hem bütün esma-i İlahiyenin hakikî olduklarını ifade ediyor. Ve esasatını muhafaza edip ve ahkâm-ı rububiyetin müvazenesini bozmuyor.

Çünki derler ki: Cenab-ı Hak ehadiyet-i zâtiyesiyle ve mekândan münezzehiyetiyle beraber, her şey bütün şuunatıyla doğrudan doğruya ilmiyle ihata ve teşhis edilmiş ve iradesiyle tercih ve tahsis edilmiş ve kudretiyle isbat ve icad edilmiştir. Bütün kâinatı birtek mevcud gibi icad ve tedbir ediyor. Bir çiçeği kolaylıkla halkettiği gibi, koca baharı o sühuletle halk eder. Bir şey, bir şeye mani' olmaz. Teveccühünde tecezzi yok, aynı anda her yerde kudret ve ilmiyle tasarruf noktasında bulunuyor. Tasarrufunda tevzi' ve inkısam yok.

Barla Lahikası ( 265 )

Tabirinde âciz olduğumuz ve me'zun olmadığımız şuunat-ı İlahiyeyi, "memnuniyet-i mukaddese" "iftihar-ı kudsî" ve "lezzet-i mukaddese" gibi isimlerle işaret edilen maânî-i rububiyettir ki, bu daimî faaliyeti ve mütemadi hallakıyeti iktiza eder.

Lem'alar ( 349 )

 

Zât-ı Akdes'in şuunatına münasib olmayan tabirat..     Mektubat ( 290 )

 

Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan mefahimiyle, mana-yı sarihiyle ifade-i hakaik ettiği gibi; üslûblarıyla, hey'atıyla çok maânî-i işariyeyi dahi ifade ediyor. Her bir âyetin çok tabaka-i manaları var. Kur'an, ilm-i muhitten geldiği için, bütün manaları murad olabilir. İnsanın cüz'î fikri ve şahsî iradesiyle olan kelâmlar gibi, bir iki manaya inhisar etmez.

İşte bu sırra binaen âyât-ı Kur'aniyenin ehl-i tefsir tarafından hadsiz hakaikı beyan edilmiş.

Lem'alar ( 34 )

 

 

 

 

 

RİSALE-İ NUR KÜLLİYATINDA EHADİYET HAKKINDA “EHADİYET İLE GÖRÜŞME”,  TABİRİ İFADE EDİLMEDEN, MANA OLARAK   SADECE TEMSİL VEYA PEYGAMBERLERE HİTABEN KULLANILMIŞTIR:

 

Ey ehl-i tevhid! Siz diyorsunuz ki: قُلْ هُوَ اللّهُ اَحَدٌ اَللّهُ الصَّمَدُ Hâlık-ı âlem birdir; Ehad'dir, Samed'dir. Hem, herşeyin Hâlık'ı odur. Ehadiyet-i zâtiyesiyle beraber doğrudan doğruya herşeyin dizgini onun elinde; herşeyin anahtarı kabzasında, herşeyin nasiyesini tutuyor; bir iş bir işe mani olmuyor. Bütün eşyada, bütün ahvaliyle bir anda tasarruf edebilir." Böyle acib bir hakikata nasıl inanılabilir? Müşahhas bir tek zât, nihayetsiz yerlerde, nihayetsiz işleri külfetsiz yapabilir mi?

                 ELCEVAB: Şu suale, gayet derin ve ince ve gayet yüksek ve geniş olan bir sırr-ı Ehadiyet ve Samediyetin beyanıylacevab verilir. Fikr-i beşer ise o sırra, ancak bir temsil dûrbîniyle ve mesel rasadıyla bakabilir. Cenab-ı Hakk'ın zât ve sıfâtında misil ve misali yok. Fakat mesel ve temsil ile bir derece şuunatına bakılabilir.                                                                                                                                                   Sözler ( 609 )

 

Biz, hayalimiz ile o muhaverelerden o hakikatları alamayız; belki kalbimizle heyecanlı bir zevk-i imanî ve nuranî bir neş'e-i ruhanî alabiliriz. Çünki nasıl Cenab Hakk'ın zât ve sıfâtında nazir ve şebih ve misli yoktur; öyle de şuunat-ı rububiyetinde misli yoktur. Sıfâtı nasıl mahlukat sıfâtına benzemiyor, muhabbeti dahi benzemez.    Mektubat ( 306 )

 

Hem bütün zîhayatın ihtiyacat-ı fıtriyeleri için dualarına ve hal dili ile edilen bütün ilticalara ve arzulara, vakti vaktine, kasd ve ihtiyar ve iradeyi gösterir bir tarzda hadsiz in'amlarıyla ve nihayetsiz ihsanatıyla fiilen ve halen sarih bir surette konuşan bir Mütekellim-i Alîm; hiç mümkün müdür, hiç akıl kabul eder mi, en cüz'î bir zîhayat ile fiilen ve halen konuşsun ve tam derdine derman yetiştiren ihsanıyla derdini dinlesin ve ihtiyacını görsün ve bilsin ve bütün kâinatın en müntehab neticesi ve arzın halifesi ve ekser mahlukat-ı arziyenin kumandanları olan insanların manevî reisleri ile görüşmesin? Onlarla, belki her zîhayat ile fiilen ve halen konuştuğu gibi, onlar ile kavlen ve kelâmen konuşmasın ve onlara fermanları ve suhuf ve kitabları göndermesin? Hâşâ, hadsiz hâşâ!

Şualar ( 239 )

 

 

 

EFENDİMİZİN (ASM) MİRACINI ANLATAN   HAKİKATLERDE İSE, PEYGAMBER VE VELİ NİSBETLERİ DE ŞU ESASLARLA İFADE EDİLMİŞTİR: 

 

Mi'rac-ı Nebeviyedeki maceralardan birisi: Cenab-ı Hakk'ın Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a karşı muhabbet-i münezzehesi, "Sana âşık olmuşum" tabiriyle ifade edilmiş. Şu tabirat, Vâcib-ül Vücud'un kudsiyetine ve istiğna-i zâtîsine, mana-yı örfî ile münasib düşmüyor.

Mektubat ( 304 )

Mi'racın sırr-ı lüzumu:

                Meselâ deniliyor ki: "Cenab-ı Hak اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ dir. Herşeye, herşeyden daha yakındır. Cisimden, mekândan münezzehtir. Her veli, KALBİ İÇİNDE onunla görüşebilir. Neden dolayı velayet-i Ahmediye (A.S.M.) Mi'rac gibi uzun bir seyahatın neticesinden sonra, her velinin kendi kalbinde muvaffak olduğu münacata muvaffak oluyor?"

                 Elcevab: Şu sırr-ı gamızı "iki temsil" ile fehme takrib ediyoruz. Onikinci Söz'ün sırr-ı i'caz-ı Kur'an ve sırr-ı Mi'rac hakkında olan şu iki temsili dinle:

                 Birinci Temsil: Bir sultanın iki çeşit mükâlemesi, sohbeti, görüşmesi vardır. İki tarzda hitabı, iltifatı vardır. Birisi: Âmi bir raiyetiyle cüz'î bir iş için, hususî bir hacete dair, has bir telefonla sohbet etmektir. Diğeri: Saltanat-ı uzma ünvanıyla ve hilafet-i kübra namıyla ve hâkimiyet-i âmme haysiyetiyle ve evamirini etrafa neşir ve teşhir maksadıyla, o işlerle alâkadar bir elçisiyle veya o evamir ile münasebetdar büyük bir memuru ile konuşmaktır, sohbet etmektir. Ve haşmetini izhar eden ulvî bir fermanla bir mükâlemedir.

                İşte وَ لِلّهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلَى şu temsil gibi: Şu kâinat Hâlıkının ve Mâlik-ül Mülk Vel Melekût'un ve Hâkim-i Ezel ve Ebed'in iki tarzda mükâlemesi, sohbeti, iltifatı vardır. Birisi cüz'î ve has, diğeri küllî ve âmm... İşte Mi'rac, velayet-i Ahmediyenin (A.S.M.) bütün velayatın fevkinde bir külliyet, bir ulviyet suretinde bir tezahürüdür ki; bütün kâinatın Rabbi ismiyle, bütün mevcudatın Hâlıkı ünvanıyla Cenab-ı Hakk'ın sohbetine ve münacatına müşerrefiyettir.

Sözler ( 561 )

                 İkinci Temsil: Bir adam elindeki bir âyineyi güneşe karşı tutar. O âyine kendi miktarınca bir ışık ve yedi rengi havi bir ziyayı, bir aksi, şemsten alır. Onun nisbetinde güneşle münasebetdar olur, sohbet eder. Ve o ışıklı âyineyi karanlıklı hanesine veya dam altındaki küçük, hususî bağına tevcih etse; güneşin kıymeti nisbetinde değil, belki o âyinenin kabiliyeti miktarınca istifade edebilir. Diğeri ise âyineyi bırakır, doğrudan doğruya güneşe karşı çıkar, haşmetini görür, azametini anlar. Sonra pek yüksek bir dağa çıkar, güneşin pek geniş şaşaa-i saltanatını görür ve bizzât perdesiz onunla görüşür. Sonra döner, hanesinden veya bağının damından geniş pencereler açar, gökteki güneşe karşı yollar yapar, hakikî güneşin daimî ziyası ile sohbet eder, konuşur. Ve böylece minnetdarane bir sohbet edebilir ve diyebilir: "Ey yeryüzünü ışığıyla yaldızlayan ve zeminin vechini ve bütün çiçeklerin yüzlerini güldüren dünya güzeli, gök nazdarı olan nazenin güneş!. Onlar gibi benim haneciğimi, bahçeciğimi ısındırdın ve ışıklandırdın, bütün dünyayı ışıklandırdığın ve yeryüzünü ısındırdığın gibi." Halbuki evvelki âyine sahibi böyle diyemez. O âyine kaydı altında güneşin aksi ise, âsârı mahduddur, o kayda göredir.

                İşte Şems-i Ezel ve Ebed Sultanı olan Zât-ı Ehad ve Samed'in tecellisi, mahiyet-i insaniyeye hadsiz meratibi tazammun eden iki suretle tezahür eder:

                 Birincisi: Âyine-i kalbe uzanan bir nisbet-i Rabbaniye ile bir tezahürdür ki; herkes istidadına ve tayy-ı meratibde seyr ü sülûküne, esma ve sıfâtın tecelliyatına nisbeten cüz'î ve küllî o Şems-i Ezelî'nin nuruna ve sohbetine ve münacatına mazhariyeti var. Galib-i esma ve sıfâtın zılalinde giden velayetlerin derecatı bu kısımdan ileri gelir.

                 İkincisi: İnsanın câmiiyeti ve şecere-i kâinatın en münevver meyvesi olduğundan, bütün kâinatta cilveleri tezahür eden esma-i hüsnayı, birden âyine-i ruhunda gösterebilmesi cihetiyle Cenab-ı Hak, tecelli-i zâtıyla ve esma-i hüsnanın a'zamî mertebede, nev'-i insanın manen en a'zam bir ferdine, tecelli-i a'zam tezahür eder ki; bu tezahür ve tecelli, Mi'rac-ı Ahmedî (A.S.M.) sırrıdır ki; onun velayeti, risaletine mebde' olur. Velayet ki; zıllden geçer, ikinci temsilin birinci adamına benzer. RİSALETTE ZILL YOKTUR, DOĞRUDAN DOĞRUYA ZÂT-I ZÜLCELAL'İN EHADİYETİNE BAKAR, ikinci temsilin ikinci adamına benzer. Mi'rac ise, velayet-i Ahmediyenin (A.S.M.) keramet-i kübrası, hem mertebe-i ulyâsı olduğundan, risalet mertebesine inkılab etmiş. Mi'racın bâtını velayettir, halktan Hakk'a gitmiş. Zahir-i Mi'rac risalettir, Hak'tan halka geliyor. Velayet, kurbiyet meratibinde sülûktur. Çok meratibin tayyına ve bir derece zamana muhtaçtır. Nur-u a'zam olan risalet ise, akrebiyet-i İlahiyenin inkişafı sırrına bakar ki, bir ân-ı seyyale kâfidir. Onun için hadîste denilmiş: "Bir anda dönmüş gelmiş."

Sözler ( 561 - 562 )

 

Hakikat-ı Mi'rac nedir?

                 Elcevab: Zât-ı Ahmediyenin (A.S.M.) meratib-i kemalâtta seyr ü sülûkünden ibarettir. Yani, Cenab-ı Hakk'ın tertib-i mahlukatta tecelli ettirdiği ayrı ayrı isim ve ünvanlarla ve saltanat-ı rububiyetinde teşkil ettiği devair-i tedbir ve icadda ve o dairelerde birer arş-ı rububiyet ve birer merkez-i tasarrufa medar olan bir sema tabakasında gösterdiği âsâr-ı rububiyeti, birer birer o abd-i mahsusa göstermekle, o abdi, hem bütün kemalât-ı insaniyeyi câmi', hem bütün tecelliyat-ı İlahiyeye mazhar, hem bütün tabakat-ı kâinata nâzır ve saltanat-ı rububiyetin dellâlı ve marziyat-ı İlahiyenin mübelliği ve tılsım-ı kâinatın keşşafı yapmak için; Burak'a bindirip, berk gibi semavatı seyrettirip, kat'-ı meratib ettirerek, kamer-vari menzilden menzile, daireden daireye rububiyet-i İlahiyeyi temaşa ettirip, O DAİRELERİN SEMAVATINDA MAKAMLARI BULUNAN VE İHVANI OLAN ENBİYAYI BİRER BİRER GÖSTEREREK, TÂ KAB-I KAVSEYN MAKAMINA ÇIKARMIŞ, EHADİYET İLE KELÂMINA VE RÜ'YETİNE MAZHAR KILMIŞTIR. Şu yüksek hakikata "iki temsil" dûrbîni ile bakılabilir. Sözler ( 563 )

 

Şu kâinatın hâlıkı, şu kesret tabakatında nur-u vahdetini ve tecelli-i ehadiyetini göstermek için, kesret tabakatının müntehasından tâ mebde'-i vahdete bir hayt-ı ittisal suretinde bir Mi'rac ile bir ferd-i mümtazı, bütün mahlukat hesabına, kendine muhatab ittihaz ederek, bütün zîşuur namına, makasıd-ı İlahiyesini ona anlatmak ve onunla bildirmek ve onun nazarı ile, âyine-i mahlukatında cemal-i san'atını, kemal-i rububiyetini müşahede etmek ve ettirmektir.

Sözler ( 572 )

 

 

 

“ÇAMDAĞI BİR NEVİ MİRAÇ HADİSESİ HÜKMÜNDE” TABİRİ NUR KÜLLİYATINDA GEÇMİYOR “BİR NEVİ MİRAÇ” DİYE ÜSTADIN EVLİYALAR İÇİN İZAH ETTİĞİ HAKİKATLER İSE ŞUNLARDIR:

 

DÖRDÜNCÜ NÜKTE: "Yetmiş bin perde arkasında Cenab-ı Hakk'ı görmüş" tabiri, bu'diyet-i mekânı ifade ediyor. Halbuki Vâcib-ül Vücud mekândan münezzehtir, herşey'e herşeyden daha yakındır. Bu ne demektir?

                Elcevab: Otuzbirinci Söz'de mufassalan, bürhanlar ile o hakikat beyan edilmiştir. Burada yalnız şu kadar deriz ki:

                Cenab-ı Hak bize gayet karibdir, biz ondan gayet derecede uzağız. Nasılki Güneş, elimizdeki âyine vasıtasıyla bize gayet yakındır ve yerde herbir şeffaf şey, kendine bir nevi arş ve bir çeşit menzil olur. Eğer Güneş'in şuuru olsaydı, bizimle âyinemiz vasıtasıyla muhabere ederdi. Fakat biz ondan dörtbin sene uzağız. Bilâ-teşbih velâ-temsil; Şems-i Ezelî, her şey'e herşeyden daha yakındır. Çünki Vâcib-ül Vücud'dur, mekândan münezzehtir. Hiçbir şey ona perde olamaz. Fakat herşey nihayet derecede ondan uzaktır.

                İşte Mi'racın uzun mesafesiyle, وَ نَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ in ifade ettiği mesafesizliğin sırrıyla; hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın gitmesinde, çok mesafeyi tayyederek gitmesi ve ân-ı vâhidde yerine gelmesi sırrı, bundan ileri geliyor. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın Mi'racı, onun seyr ü sülûkudur, onun ünvan-ı velayetidir. Ehl-i velayet nasılki seyr ü sülûk-u ruhanî ile, kırk günden tâ kırk seneye kadar bir terakki ile, derecat-ı imaniyenin hakkalyakîn derecesine çıkıyor.

                Öyle de: Bütün evliyanın sultanı olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm; değil yalnız kalbi ve ruhu ile, belki hem cismiyle, hem havassıyla, hem letaifiyle, kırk seneye mukabil kırk dakikada, velayetinin keramet-i kübrası olan Mi'racı ile bir cadde-i kübra açarak, hakaik-i imaniyenin en yüksek mertebelerine gitmiş, Mi'rac merdiveniyle Arş'a çıkmış, "Kab-ı Kavseyn" makamında, hakaik-i imaniyenin en büyüğü olan İman-ı Billah ve İman-ı Bil'âhireti aynelyakîn gözüyle müşahede etmiş, Cennet'e girmiş, saadet-i ebediyeyi görmüş, o Mi'racın kapısıyla açtığı cadde-i kübrayı açık bırakmış, bütün evliya-yı ümmeti seyr ü sülûk ile, derecelerine göre, ruhanî ve kalbî bir tarzda o Mi'racın gölgesi içinde gidiyorlar.

Mektubat ( 306 - 307 )

Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, o yolu açmış; velayetiyle gitmiş, risaletiyle dönmüş ve kapıyı da açık bırakmış. Arkasındaki evliya-i ümmeti, RUH VE KALB İLE o cadde-i nuranide, Mi'rac-ı Nebevî'nin gölgesinde seyr ü sülûk edip istidadlarına göre makamat-ı âliyeye çıkıyorlar.

Sözler ( 579 - 580 )

Hadsiz kesret içinde vâhidiyet tecellisi, hitab-ı اِيَّاكَ نَعْبُدُ demekle herkese kâfi gelmiyor. Fikir dağılıyor. Mecmuundaki vahdet arkasında Zât-ı Ehadiyeti mülahaza edip اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَعِينُ demeğe küre-i arz vüs'atinde bir kalb bulunmak lâzım geliyor. Ve bu sırra binaen cüz'iyatta zahir bir surette sikke-i ehadiyeti gösterdiği gibi, herbir nevide sikke-i ehadiyeti göstermek ve Zât-ı Ehad'i mülahaza ettirmek için hâtem-i rahmaniyet içinde bir sikke-i ehadiyeti gösteriyor; tâ külfetsiz herkes her mertebede اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَعِينُ deyip doğrudan doğruya Zât-ı Akdes'e hitab ederek müteveccih olsun.

Sözler ( 12 )

 

 

Nasılki Güneş, kayıdsız nuruyla ve maddesiz aksi cihetiyle; sana, senin ruhun penceresi ve onun âyinesi olan gözbebeğinden daha yakın olduğu halde; sen, mukayyed ve maddede mahpus olduğun için ondan gayet uzaksın. Onun, yalnız bir kısım akisleriyle, gölgeleriyle temas edebilirsin ve bir nevi cilveleriyle ve cüz'î tecellileriyle görüşebilirsin ve bir sınıf sıfatları hükmünde olan elvanlarına ve bir taife isimleri hükmünde olan şualarına ve mazharlarına yanaşabilirsin. Eğer, Güneşin mertebe-i aslîsine yanaşmak ve bizzât doğrudan doğruya güneşin zâtı ile görüşmek istersen, o vakit pek çok kayıtlardan tecerrüd etmekliğin ve pek çok meratib-i külliyetten geçmekliğin lâzımgelir. Âdeta sen, manen tecerrüd cihetiyle Küre-i Arz kadar büyüyüp, hava gibi ruhen inbisat edip ve Kamer kadar yükselip, bedir gibi mukabil geldikten sonra bizzât perdesiz onunla görüşüp, bir derece yanaşmak dava edebilirsin. Öyle de: O Celil-i Pürkemal, o Cemil-i Bîmisal, o Vâcib-ül Vücud, o Mûcid-i Küll-i Mevcud, o Şems-i Sermed, o Sultan-ı Ezel ve Ebed, sana senden yakındır. Sen, ondan nihayetsiz uzaksın. Kuvvetin varsa, temsildeki dekaikı tatbik et...

                Sâniyen: Meselâ: وَ لِلّهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلَى Bir padişahın çok isimleri içinde "kumandan" ismi çok mütedâhil dairelerde tezahür eder. Serasker daire-i külliyesinden tut, müşiriyet ve ferikiyet, tâ yüzbaşı, tâ onbaşıya kadar geniş ve dar, küllî ve cüz'î dairelerde de zuhur ve tecellisi vardır. Şimdi, bir nefer hizmet-i askeriyesinde onbaşı makamında tezahür eden cüz'î kumandanlık noktasını merci tutar, kumandan-ı a'zamına şu cüz'î cilve-i ismiyle temas eder ve münasebettar olur. Eğer asıl ismiyle temas etmek, ona o ünvan ile görüşmek istese, onbaşılıktan tâ serasker mertebe-i külliyesine çıkmak lâzımgelir. Demek padişah, o nefere ismiyle, hükmüyle, kanunuyla ve ilmiyle, telefonuyla ve tedbiriyle ve eğer o padişah, evliya-i ebdaliyeden nuranî olsa, bizzât huzuruyla gayet yakındır. Hiçbir şey mani olup, hail olamaz. Halbuki o nefer, gayet uzaktır. Binler mertebeler hail, binler hicablar fâsıldır. Fakat bazan merhamet eder, hilaf-ı âdet; bir neferi huzuruna alır, lütfuna mazhar eder.

                Öyle de: Emr-i كُنْ فَيَكُونُ e mâlik; güneşler ve yıldızlar, emirber neferi hükmünde olan Zât-ı Zülcelal, herşeye herşeyden daha ziyade yakın olduğu halde, herşey ondan nihayetsiz uzaktır. Onun huzur-u kibriyasına perdesiz girmek istenilse, zulmanî ve nurani, yani maddî ve ekvanî ve esmaî ve sıfâtî yetmiş binler hicabdan geçmek, her ismin binler hususî ve küllî derecat-ı tecellisinden çıkmak, gayet yüksek tabakat-ı sıfâtında mürur edip tâ ism-i a'zamına mazhar olan arş-ı a'zamına uruc etmek; eğer cezb ve lütuf olmazsa, binler seneler çalışmak ve sülûk etmek lâzım gelir. Meselâ: Sen, ona Hâlık ismiyle yanaşmak istersen; senin hâlıkın hususiyetiyle, sonra bütün insanların hâlıkı cihetiyle, sonra bütün zîhayatların hâlıkı ünvanıyla, sonra bütün mevcudatın hâlıkı ismiyle münasebettarlık lâzım gelir. Yoksa zılde kalırsın, yalnız cüz'î bir cilveyi bulursun.

                Bir ihtar: Temsildeki padişah, aczi için, kumandanlık isminin meratibinde müşir ve ferik gibi vasıtalar koymuştur. Fakat بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ olan Kadîr-i Mutlak, vasıtalardan müstağnidir. Vasıtalar, sırf zahirîdirler; perde-i izzet ve azamettirler. Ubudiyet ve hayret ve acz ve iftikar içinde saltanat-ı rububiyetine dellâldırlar, temaşagerdirler. Muini değiller, şerik-i saltanat-ı rububiyet olamazlar.

 

                 DÖRDÜNCÜ ŞUA: İşte ey tenbel nefsim! Bir nevi Mi'rac hükmünde olan namazın hakikatı; sâbık temsilde bir nefer, mahz-ı lütuf olarak huzur-u şâhaneye kabulü gibi; mahz-ı rahmet olarak Zât-ı Celil-i Zülcemal ve Mabud-u Cemil-i Zülcelal'in huzuruna kabulündür. "Allahü Ekber" deyip, manen ve hayalen veya niyeten iki cihandan geçip, kayd-ı maddiyattan tecerrüd edip bir mertebe-i külliye-i ubudiyete veya küllînin bir gölgesine veya bir suretine çıkıp, bir nevi huzura müşerref olup, اِيَّاكَ نَعْبُدُ hitabına (herkesin kabiliyeti nisbetinde) bir mazhariyet-i azîmedir. Âdeta, harekât-ı salâtiyede tekrarla "Allahü Ekber" "Allahü Ekber" demekle kat'-ı meratibe ve terakkiyat-ı maneviyeye ve cüz'iyattan devair-i külliyeye çıkmasına bir işarettir ve marifetimiz haricindeki kemalât-ı kibriyasının mücmel bir ünvanıdır. Güya herbir "Allahü Ekber" bir basamak-ı mi'raciyeyi kat'ına işarettir. İşte şu hakikat-ı salâttan manen veya niyeten veya tasavvuren veya hayalen bir gölgesine, bir şuaına mazhariyet dahi, büyük bir saadettir.

Sözler ( 197 - 199 )

                 İkinci Meyve: Sâni'-i Mevcudat ve Sahib-i Kâinat ve Rabb-ül Âlemîn olan Hâkim-i Ezel ve Ebed'in marziyat-ı Rabbaniyesi olan İslâmiyet'in -başta namaz olarak- esasatını, cin ve inse hediye getirmiştir ki; o marziyatı anlamak, o kadar merak-aver ve saadet-averdir ki, tarif edilmez. Çünki herkes, büyükçe bir veliyy-i nimet, yahut muhsin bir padişahının uzaktan arzularını anlamağa ne kadar arzukeş ve anlasa ne kadar memnun olur. Temenni eder ki: "Keşki bir vasıta-i muhabere olsa idi doğrudan doğruya o zât ile konuşsa idim. Benden ne istiyor, anlasa idim. Benden onun hoşuna gideni bilse idim." der.

Sözler ( 581 - 582 )

Ey insan! Bil ki: O rahmetin arşına yetişmek için bir mi'rac var.

O mi'rac "Bismillahirrahmanirrahîm"dir. Ve bu mi'rac ne kadar ehemmiyetli olduğunu anlamak istersen, Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın yüzondört surelerinin başlarına ve hem bütün mübarek kitabların ibtidalarına ve umum mübarek işlerin mebde'lerine bak.

Sözler ( 12 )

İşte rahmet seni ey insan! O Müstağni-i Alel-ıtlak'ın ve Sultan-ı Sermedî'nin huzuruna çıkarır ve ona dost yapar ve ona muhatab eder ve sevgili bir abd vaziyetini verir. Fakat nasıl sen Güneşe yetişemiyorsun, çok uzaksın; hiçbir cihetle yanaşamıyorsun. Fakat Güneşin ziyası Güneşin aksini, cilvesini senin âyinen vasıtasıyla senin eline verir. Öyle de: O Zât-ı Akdes'e ve o Şems-i Ezel ve Ebed'e biz çendan nihayetsiz uzağız, yanaşamayız. Fakat onun ziya-i rahmeti, onu bize yakın ediyor.

Sözler ( 14 - 15 )

 

1)    Vahdet ve Ehadiyet manalarını, kuranın muvazenesindeki tabirlere göre izah eden hakikatler:

İKİNCİ SIR: Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan, hadsiz kesret-i mahlukatta tezahür eden vâhidiyet içinde ukûlü boğmamak için, daima o vâhidiyet içinde ehadiyet cilvesini gösteriyor. Yani, meselâ: Nasılki Güneş, ziyasıyla hadsiz eşyayı ihata ediyor. Mecmu-i ziyasındaki Güneşin zâtını mülahaza etmek için gayet geniş bir tasavvur ve ihatalı bir nazar lâzım olduğundan; Güneşin zâtını unutturmamak için, herbir parlak şeyde Güneşin zâtını aksi vasıtasıyla gösteriyor ve her parlak şey, kendi kabiliyetince Güneşin cilve-i zâtîsiyle beraber ziyası, harareti gibi hâssalarını gösteriyor ve her parlak şey Güneşi bütün sıfâtıyla kabiliyetine göre gösterdiği gibi; Güneşin ziya ve hararet ve ziyadaki elvan-ı seb'a gibi keyfiyatlarının her birisi dahi, umum mukabilindeki şeyleri ihata ediyor.

Öyle de: وَ لِلّهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلَى -temsilde hata olmasın- ehadiyet ve samediyet-i İlahiye, herbir şeyde, hususan zîhayatta, hususan insanın mahiyet âyinesinde bütün esmasıyla bir cilvesi olduğu gibi; vahdet ve vâhidiyet cihetiyle dahi, mevcudat ile alâkadar herbir ismi bütün mevcudatı ihata ediyor. İşte vâhidiyet içinde ukûlü boğmamak ve kalbler Zât-ı Akdes'i unutmamak için, daima vâhidiyetteki Sikke-i Ehadiyeti nazara veriyor ki, o sikkenin üç mühim ukdesini irae eden "Bismillahirrahmanirrahîm"dir.

Sözler ( 9 )

Bazan iki kelimede meselâ رَبُّ الْعَالَمِينَ ve رَبُّكَ de,  رَبُّكَ tabiriyle ehadiyeti ve رَبُّ الْعَالَمِينَ ile vâhidiyeti bildirir. Ehadiyet içinde vâhidiyeti ifade eder.

Şualar ( 248 )

BEŞİNCİ İŞARET: Şu müvazene ve müfadale; Cenab-ı Hakk'ın masivaya mukabil değil, belki iki nevi tecelliyat ve sıfâtı var.

                Biri: Vâhidiyet sırrıyla ve vesait ve esbab perdesi altında ve bir kanun-u umumî suretinde tasarrufatıdır.

                İkincisi: Ehadiyet sırrıyla; perdesiz, doğrudan doğruya, hususî bir teveccüh ile tasarruftur. İşte ehadiyet sırrıyla, doğrudan doğruya olan ihsanı ve icadı ve kibriyası ise; vesait ve esbabın mezahiriyle görünen âsâr-ı ihsanından ve icad ve kibriyasından daha büyük, daha güzel, daha yüksektir, demektir. Meselâ nasıl bir padişahın, -fakat veli bir padişahın- ki, umum memurları ve kumandanları sırf bir perde olup, bütün hüküm ve icraat onun elinde farzediyoruz. O padişahın tasarrufat ve icraatı iki çeşittir. Birisi: Umumî bir kanunla, zahirî memurların ve kumandanların suretinde ve makamların kabiliyetine göre verdiği emirler ve gösterdiği icraatlardır. İkincisi: Umumî kanunla değil ve zahirî memurları da perde yapmayarak, doğrudan doğruya ihsanat-ı şahanesi ve icraatı daha güzel, daha yüksek denilebilir. Öyle de: Sultan-ı Ezel ve Ebed olan Hâlık-ı Kâinat, çendan vesait ve esbabı icraatına perde yapmış, haşmet-i rububiyetini göstermiş. Fakat ibadının kalbinde hususî bir telefon bırakmış ki, esbabı arkada bırakıp, doğrudan doğruya ona teveccüh etmek için, ubudiyet-i hâssa ile mükellef edip اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ deyiniz diye, kâinattan yüzlerini kendine çevirir.

Sözler ( 618 )

 

RİSALEİ NURDA TABİR EDİLEN TECELLİ, TECELLİ-İ EHADİYET, TEVECCÜH-Ü EHADİYET  MANALARI; “ALLAH  VEYA EHADİYETİ İLE GÖRÜŞME” GİBİ BASİT VE NAKIS BİR TEVİL İLE İZAH EDİLEMEZ, MANA GETİRİLEMEZ!

 

             Ehadiyet ise; herbir şeyde, Hâlık-ı Külli Şey'in ekser esması tecelli ediyor demektir. Meselâ Güneş'in ziyası, bütün zeminin yüzünü ihata ettiği haysiyetiyle, vâhidiyet misalini gösterir. Ve herbir şeffaf cüz'de ve su katrelerinde, Güneş'in ziyası ve harareti ve ziyasındaki yedi rengi ve bir nevi gölgesi bulunması, ehadiyet misalini gösterir. Ve herbir şeyde hususan zîhayatta ve bilhâssa herbir insanda; o Sâni'in ekser esması onda tecelli ettiği cihetle, ehadiyeti gösterir.

Mektubat ( 235 )

             Üçüncü menba' olan tecelli-i ehadiyet: Yani Sâni'-i Zülcelal cisim ve cismanî olmadığı için, zaman ve mekân onu kayıd altına alamaz. Ve kevn ü mekân, onun şuhuduna ve huzuruna müdahale edemez. Ve vesait ve ecram, onun fiiline perde çekemez. Teveccühünde tecezzi ve inkısam olmaz. Bir şey, bir şey'e mani olmaz. Hadsiz ef'ali, bir fiil gibi yapar. Onun içindir ki; bir çekirdekte koca bir ağacı manen dercettiği gibi, bir âlemi birtek ferdde dercedebilir. Bütün âlem, birtek ferd gibi dest-i kudretinde çevrilir. Şu sırrı başka Sözlerde izah ettiğimiz gibi, deriz ki: Nasılki nuraniyet itibariyle bir derece kayıdsız olan Güneş'in timsali, herbir cilâlı parlak şeyde temessül eder. Binlerle, milyonlarla âyineler nuruna mukabil gelse, birtek âyine gibi inkısam etmeden bizzât herbirinde cilve-i misaliyesi bulunur. Eğer âyinenin istidadı olsa, Güneş azametiyle onda âsârını gösterebilir. Bir şey, bir şey'e mani olamaz. Binler, bir gibi ve binler yere, bir yer gibi kolay girer. Herbir yer, binler yer kadar o güneşin cilvesine mazhar olur.

            İşte وَلِلّهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلَى şu kâinat Sâni'-i Zülcelal'inin nur olan bütün sıfâtıyla ve nuranî olan bütün esmasıyla, teveccüh-ü ehadiyet sırrıyla öyle bir tecellisi var ki; hiçbir yerde olmadığı halde, heryerde hazır ve nâzırdır. Teveccühünde inkısam olmaz. Aynı anda, her yerde, külfetsiz, müzahamesiz her işi yapar.

Mektubat ( 247 - 248 )

Şimdi hayatının sırr-ı hakikatı şudur ki: Tecelli-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir. Yani bütün âleme tecelli eden esmanın nokta-i mihrakıyesi hükmünde bir câmiiyetle Zât-ı Ehad-i Samed'e âyineliktir.      Sözler ( 129 )

 

 

ÜSTAD HZLERİ EHADİYETE AYİNEDARLIK ETMENİN YOLU OLARAK  ŞAHIS ZEMİNİ LAZIM GİBİ BİR MANA YAZMAMIŞTIR!

ÜSTAD  ŞAHISLARLA OLAN ALAKASINI VE MAHREM DİYE İFŞA ETTİĞİ SIRLARINI BELİRLİ  ŞAHISLARA ANLATMA SEBEBLERİ  VE ŞAHISLARIN ÜSTAD İLE İRTİBAT NOKTALARI:

 

Dostun hâssası ve şartı budur ki: Kat'iyyen, Sözler'e ve envâr-ı Kur'aniyeye dair olan hizmetimize ciddî tarafdar olsun; ve haksızlığa ve bid'alara ve dalalete kalben tarafdar olmasın, kendine de istifadeye çalışsın.

                 Kardeşin hâssası ve şartı şudur ki: Hakikî olarak Sözler'in neşrine ciddî çalışmakla beraber, beş farz namazını eda etmek, yedi kebairi işlememektir.

                 Talebeliğin hâssası ve şartı şudur ki: Sözler'i kendi malı ve te'lifi gibi hissedip sahib çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini, onun neşir ve hizmeti bilsin.

                İşte şu üç tabaka benim üç şahsiyetimle alâkadardır. Dost, benim şahsî ve zâtî şahsiyetimle münasebetdar olur. Kardeş, abdiyetim ve ubudiyet noktasındaki şahsiyetimle alâkadar olur. Talebe ise, Kur'an-ı Hakîm'in dellâlı cihetinde ve hocalık vazifesindeki şahsiyetimle münasebetdardır.

                 Şu görüşmenin de üç meyvesi var:

                 Birincisi: Dellâllık itibariyle mücevherat-ı Kur'aniyeyi benden veya Sözler'den ders almak. Velev bir ders de olsa.

                 İkincisi: İbadet itibariyle uhrevî kazancıma hissedar olur.

                 Üçüncüsü: Beraber dergâh-ı İlahiyeye müteveccih olup rabt-ı kalb ederek, Kur'an-ı Hakîm'in hizmetinde el-ele verip, tevfik ve hidayet istemek.

Mektubat ( 344 )

 

HULUSİ ABİ VE SABRİ ABİ İLE MUHAVERE SEBEBİ:

Hulusi Bey ve Sabri Efendi'nin mektublarında Risale-i Nur hakkındaki fıkralarının, bir mektub suretinde Risale-i Nur eczaları içinde idhal edilmesinin beş sebebi var:

 

             Birincisi: Hulusi ise, âhirdeki Sözler'in ve ekser Mektubat'ın yazılmasına onun gayreti ve ciddiyeti en mühim sebeb olması... Ve Sabri'nin dahi Ondokuzuncu Mektub gibi bir sülüs-ü Mektubat'ın yazılmasına sebeb, onun samimî ve ciddî iştiyakı olmasıdır.

                 İkinci Sebeb: Bu iki zât bilmiyorlardı ki; bir vakit şu fıkralar neşredilecek. Bilmedikleri için gayet samimî, tasannu'suz, hâlisane ve derece-i zevklerini ve o hakaika karşı şevklerini ifade etmek için, hususî bir surette yazmışlar. Onun için o takdiratları takriz nev'inden değil, doğrudan doğruya mübalağasız bir surette, gördükleri ve zevkettikleri hakikatı ifade etmeleridir.

             Üçüncü Sebeb: Bu iki zât hakikî talebelerimden ve ciddî arkadaşlarımdan... Ve hizmet-i Kur'an'da arkadaşlarım içinde talebelik ve kardeşlik ve arkadaşlığın üç hâssası var ki, bu iki zât üçünde de birinciliği kazanmışlar.

             Birinci Hâssa: Bana mensub her şeye malları gibi tesahub ediyorlar. Bir Söz yazılsa, kendileri yazmış ve te'lif etmiş gibi zevk alıyorlar, Allah'a şükrediyorlar. Âdeta cesedleri muhtelif, ruhları bir hükmünde hakikî manevî vereselerdir.

Barla Lahikası ( 21 )

 

 

 

ŞAHISLAR  MANALARDA  ZEMİN TEŞKİL EDEMEZ, SADECE FEYİZLERİ İSTEYİP İHTİYAC HİSSETMELERİ  NOKTASINDA UMUM NUR TALEBELERİ AĞBEYLERİN HİSSELERİ ŞAHSI MANEVİ NAMINA  OLMUŞTU.

Evvelâ: Bâki bir hakikat, fâni şahsiyetler üstüne bina edilmez. Edilse, hakikata zulümdür. Her cihetle kemalde ve devamda bulunan bir vazife, çürümeye ve çürütülmeye maruz ve mübtela şahsiyetlerle bağlanmaz; bağlansa, vazifeye ehemmiyetli zarardIr.

Sâniyen: Risale-i Nur'un tezahürü, yalnız tercümanının fikriyle veyahut onun ihtiyac-ı manevî lisanıyla Kur'andan gelmiş, yalnız o tercümanın istidadına bakan feyizler değil; belki o tercümanın muhatabları ve ders-i Kur'anda arkadaşları olan hâlis ve metin ve sadık zâtların o feyizleri ruhen istemeleri ve kabul ve tasdik ve tatbik etmeleri gibi çok cihetlerle o tercümanın istidadından çok ziyade o Nurların zuhuruna medar oldukları gibi, Risale-i Nur'un ve şakirdlerinin şahs-ı manevîsinin hakikatını onlar teşkil ediyorlar. Tercümanının da içinde bir hissesi var. Eğer ihlassızlıkla bozmazsa, bir tekaddüm şerefi bulunabilir.

Tarihçe-i Hayat ( 486 )

Bu âdi şahsiyetimin ve bir çekirdek kadar ehemmiyeti olmayan istidadımın yüz derece fevkinde ve sırf bir inayet-i Rabbaniye olarak bu karanlıklı ve çok hastalıklı asırda Kur'anın eczahane-i kudsiyesinden çıkan ve rahmet-i İlahiye ile elimize verilen Risale-i Nur'daki hakikatlara o şahıs masdar ve menba' ve medar olamaz.

Emirdağ Lahikası-1 ( 200 )

 

Hattâ İlm-i Mantık'ta "kaziye-i makbule" tabir ettikleri; yani büyük zâtların delilsiz sözlerini kabul etmektir. Mantıkça yakîn ve kat'iyyeti ifade etmiyor; belki zann-ı galible kanaat verir. İlm-i Mantık'ta bürhan-ı yakînî, hüsn-ü zanna ve makbul şahıslara bakmıyor, cerhedilmez delile bakar ki; bütün Risale-i Nur hüccetleri, bu bürhan-ı yakînî kısmındandır.

Emirdağ Lahikası-1 ( 91 )

 

BU ESASLAR VE MUVAZENE İÇİNDE,  MANALAR  SADECE RİSALE-İ NURDAKİ HAKAİK İLE İZAH EDİLMEYİP KENDİ, HAYALİ VE BİLDİĞİ BAŞKA BİR MALUMAT  VE KENDİ MAHSULAT-I FİKRİYESİ ÜZERİNE KIYAS EDERSE, MANALAR HAKİKATLİKTEN ÇIKAR SAFSATAYA İNKİLAB EDER. EHLİ DALALETE,  RİSALE-İ NURA TECAVÜZ KAPISINI AÇMIŞ VE BUYUK BİR MESULİYETİ ÜZERİNE YÜKLEMİŞ OLUR.

 

            Tahayyülde safsata hasıl olur, mezcine eğer olmaz muktedir.

Sözler ( 706 )

delaili dinlemeyen ve safsata-i nefis ve vesvese-i şeytandan gelen bir vehmi kabul eden adamlarla, hakikî ve ciddî iş görülmez.

Mesnevi-i Nuriye ( 101 )

Taassub yerinde hak ve safsatayerinde bürhan ve tadlil-i gayr yerinde tevfik ve tatbik ve istişare ederse, dünya birleşse hak olan mezheb ve mesleğini bir parça tebdil edemez.

          Muhakemat ( 37 )

 Şimdiye kadar böyle avamperestane safsatalar ile bizi cahil bıraktılar. Bundan sonra bizi cahil bırakmakla cehlimizden istifade etmek istiyorlar. Olmaz ve olamaz; medreseler hayatlanacaktır vesselâm...

Muhakemat ( 51 )

 

Fakat maatteessüf, bazı zevzek kefere, safsatalı adamlar şu kasr-ı âlînin metin esaslarına ilişir buldukça imkân.

            Onları deprettirir. Esaslara ilişilmez, onlarla oynanılmaz, sussun şimdi dinsizlik! İflas etti o teres. Bestir tecrübe-i küfran ve yalan.

Sözler ( 731 )

İşte ey hikmet, halt etme ve safsata yapma!.. Gördüğün ve işittiğin gibi söyle!.."

Muhakemat ( 167 )

 

RİSALE-İ NURUN HAKİKATLERİNİ KENDİ BİLDİĞİ MALUMAT İLE İZAH EDİP ANLAMAYA VE ANLATMAYA ÇALIŞMAK; MANALARI KENDİ BEŞERÎ FİKRİYATIYLA İNHİSAR ALTINA ALMAKTIR. BUNDAN SAKINMANIN YEGANE ÇARESİ, HERBİR SATIRDA, KELİMEDE KİTABI ESAS ALIP R.NURUN İZAHINA KANAAT ETMEKTİR. YOKSA BİNBİR YANLIŞ TEVİLAT VE MANALARA YOL AÇILIR..