Zübeyir Gündüzalp:

 

ÜSTADIN SIR KÂTİBİ

 

                                           (Rüştü Tafral )

 

Zübeyir Ağabey, devamlı hasta hâliyle hep Üstadı, Risale-i Nur’u ve hizmetleri anlatırdı. Uyanık olduğu zamanlarda hizmetlere koşardı. Hatta o kadar ki, kendisini ziyarete gelen ruh doktoru Macit Beye şöyle derdi:

“Doktor, ben fikr-i sabit hastası olmuşum; ne dersiniz? Benden devamlı ‘Üstad, Risale-i Nur, Bediüzzaman’ kelimeleri çıkıyor.”

Gerçekten hepimiz onun kendini feda edişine hayret ederdik. …

Bir gün Tahiri Ağabey, Isparta’dan gelmişti. Kendisine bir mesele sormuştum. Şu anda ne sorduğumu hatırlamıyorum. Ama Tahiri Ağabeyin, sualime cevaben şöyle dediğini çok iyi hatırlıyorum:

“Ahi! Bu ve buna benzer meseleler ince ve derindir; biz bilemeyiz. (‘Biz’ derken, Üstad Hazretlerinin yanında kalan diğer hizmetkârlarını kastediyordu.) Ancak Zübeyir Efendi bilir. Çünkü her büyük zâtın bir sır kâtibi olur. Zübeyir Ağabey, Üstadımızın sır kâtibiydi. Senin soruna cevap verir, vermez, onu bilmem. Biz Üstadın abdest alması esnasında ve sair vakitlerde dışarıda bulunuruz; fakat Zübeyir çok kere yanında olur, sohbet ederdi. Gelen birileri olsa bile o, yanında olurdu. Üstadın en yakını odur.” demişti.

Şimdi düşünüyorum da, ben o zaman gencim, Tahiri Ağabey koskoca bir veli; benim nazarıma Zübeyir Ağabeyi veriyor ve kendisini aşağı indiriyor. O zamandan beri bu hatıranın bu cephesiyle tesirindeyim.

 

“Dikkatle bak!”

Bir gün Süleymaniye’de Zübeyir Ağabey beni odasına ça*ğır*dı ve yanına gittim. Masasının üzerinde yayılmış bir gazete gördüm. Bana, gazeteye bakmamı söyledi. Ben de baktım. Gördüğüm şuydu:

Gazetenin üst tarafında büyükçe bir Sultan Fatih resmi vardı. Şahlanmış atının üzerinde duruyordu. Altında ise İstanbul’un fethiyle ilgili uzunca bir yazı vardı.

Resmin hoşuma gittiğini söyledim. Tekrar bakmamı istedi. Tekrar inceleyip bir şey göremeyince, tekrar hoşuma gittiğini söyledim. Üçüncü kere bakmamı isteyince, daha dikkatli baktım ve yine güzel olduğunu söyledim. Bu sefer bana, resimdeki Fatih’in kaç yaşlarında göründüğünü sordu. Ben de 55-60 yaşlarında göründüğünü söyledim. 

Bunun üzerine, “İsabet ettin!” dedi. 

Ve devam edip sordu: 

“Fatih, İstanbul’u fethettiği zaman kaç yaşında idi?” 

Yirmi küsur yaşlarında olduğunu söyleyince:

“Kardeşim, 55-60 yaşlarında olan bir kumandanın böyle bir fetih yapması tarihen memuldür, ama 21 yaşında birinin böyle bir fetih yaptığı görülmemiştir.” dedi.

Bu ferasetli hâli ona, Üstadla beraber kalmış olmasından sirayet etmişti. Her şeyi dikkatle inceler, isabetli düşünürdü.

O, şöyle derdi:

“Kardeşim, kırıcı ve sert mizaçlı olmamamız lâzım. Hatta Üstad Hazretleri, talebelerine, teli kopmuş ampulleri kırdırmazdı. Sebep olarak da, bu hâlin bizde kırıcı ve sert bir mizaç oluşturacağını, ruhumuzu asabî yapacağını söylerdi. Buna bu kadar dikkat eden bir Üstadın talebeleri olarak bizim de çok dikkatli olmamız lâzım...”

 

Mevzuyu hep imanî meselelere getirirdi

Hep hizmetleri anlatır ve onları konuşurdu. Dar dairede hep imanî mevzular konuşurdu. Hariçten gelen, hele de siyasî birisiyse, daha özel bir yerde konuşur, sonunda yine mevzuyu dar dairedeki imanî meselelere getirirdi. Yanındaki gençlerin, “geniş daire” kabul ettiği teferruat meselelerle ilgilenmelerini gereksiz ve zararlı sayardı. Bu yüzden siyasî hüviyeti olan gazetenin, dar dairemize zararlı düştüğü takdirde kapatılması gerektiğini söylemişti.

1967 yılı olsa gerek... Benim, onun odasının yakınında küçük bir odam vardı. Zaman zaman kapıyı tıklatır, gelirdi. Bakardım, çay yapmış, bir bardak da bana getiriyor. Gelir anlatırdı. Kimseye emretmezdi.

Fakat aradan zaman geçti. Yine böyle bir sefer geldi. Bir şeylerden rahatsız olduğu belliydi. Bizim ihtiyarımıza bırakarak demiyor, emir tarzında diyor:

“Sen kardeş, şu Haseki semtindeki medreseye git.” 

“Gider misin?” demiyor.

Ben hemen kendime ait eşyaları alıp dediği yere gittim. Aradan birkaç gün geçti. Baktım kendisi de geldi. Rutubetli bir yerdi. Ben seçtiğim odayı kendisine bırakıp başka bir odaya geçtim.

 

Meslek ve meşrep hassasiyeti

O zamanlar Büyükçekmece tarafında deniz kenarında bir kamp düzenlenmişti. Hatta silâh talimleri de yapılmış. Zübeyir Ağabey buna çok şiddetli kızdı. Hatta o kadar ki, lügatlerden “kamp” ve “plâj” kelimelerinin manalarını açıp okutturuyor ve “Bunların yaptığı, plâj.” diyor. Bu hareketi tenkit ettiğini, sebepler ileri sürerek anlatıyordu.

Onun ince bir müdebbirliği de vardı. Her meselede önde gözükmek istemezdi. Bazen “Bana tampon olun.” derdi. Kamp tarzının kolaylıkla parmak karıştırılarak saptırılabileceğinden ve aleyhte kullanılacağından endişe duyuyordu.

Hatta son yılı Tevruz Apartmanında idik. Meslek ve meşreple ilgili çok şiddetli bir mektup yazmıştı. Bana gösterdi. “Ne yapalım?” dercesine fikrimi almak istedi. Ben çok ağır buldum ve yanmakta olan sobayı gösterdim. Biraz düşündü ve müteessir oldu. Şöyle elini havada bir salladı, öteki tarafa dönüverdi. Mektup ise sobada duman oldu. Bana “Bu mektubu niye yaktın?” diye sorulsa, vereceğim cevap yoktur. Çünkü niye yaktığımı ben de bilmiyorum... Benim Zübeyir Ağabeye hürmetim çok olduğundan, sağdan soldan çıkmalı ilâve yazılarla yazdığı bu tarihî değeri olan mektubu yakmak değil, en küçük meselede bile itiraz etmemem gerekir. Çünkü derslerini bizzat Hz. Üstaddan almıştır. Hatta bazı hususî şeyleri, söylememek üzere yemin ettirdikten sonra söylemiştir. Evet, mektup muhtevasından da kimseye bahsetmedim ve etmem; yalnız, çok sarih ve şiddetli olduğunu söylerim. 

Bir ara gazete hizmetinde bulunanlara gidip teklifte bulunmuş: “Tamam, siz dilediğiniz gibi yapın; ama Risale-i Nur’un hizmet hayatını, neşriyatı, medreseyi bize bırakın...” 

Yani Zübeyir Abi demek istiyordu ki: Siyasî hayatın yapısı ve ruhu “tarafgirlik” üzerine bina edilmiştir. “Benden olduğun zaman meleksin, bana muhalefet ettiğin zaman şeytansın…” Bu bakımdan Risale-i Nur namına değil, ittihad-ı İslâm’ı içine alacak şekilde bir mevkute çıkarılabilir. Zarurî hâllerde siyaseti, ehven-i şer makamında tercih edebilir. Yoksa tasvip etmek değil, tercih etmek... Nur’un dediğini de ortaya koyarsın. O zaman Nur’a geniş daireden çok zarar gelmez…

Aslında Zübeyir Ağabey, ehl-i dünyaya Risale-i Nur’un meseleleriyle cevap vermeyi gazete yoluyla ve neşir tarzında tasvip ediyordu; ama gazetenin verilen istikamette gitmesi şartıyla... Yani Zübeyir Ağabey, dar ve geniş daireyi birbirine karıştırmamak, birbirinden ayırmak istiyordu. Meselâ gazete ilk çıktığı zaman rahmetli Polat’ı çağırdı ve dedi ki:

“Beş-altı ay kadar gazetede Risale-i Nur’dan bahsetmeyeceksin. Çünkü ilk çıkan mevkuteyi halk, ‘Acaba hangi cemaattendir?’ diye sorar. Gazete, İslâmî faaliyetlere dokunulduğu zaman haklı tarafı müdafaa eder. O zaman efkâr-ı amme, haklı olarak, ‘Hepimizin müşterek olduğu ve İttihad-ı İslâm’a sahip bir neşriyat.’ diyecek ve benimseyecektir. Aksi hâlde gazete dar sahada kalır…” dedi.

Daha sonra Nur talebelerinin mahkemelerinin beraat haberlerini vermeyen diğer gazetelere karşı, onları da haber olarak verdiğinde, “Bu gazete bütün İslâmî faaliyetleri destekliyor, bunları da desteklemesi normaldir.” diyeceklerdir. O zaman gazete, 19 maddelik şartnamede belirtildiği gibi Risale-i Nur adına görünmeyecektir.

 

 

 

Tasvip değil, tercih

Zübeyir Ağabey, Üstadın lâhikalarda yazdığı gibi, Demokrat Partinin devamı olan Adalet Partisini tasviben değil, dereceli şerde tercih tarzını düşündü. Çünkü tasvip olunca “şerre ortak olma” mes’uliyeti var. Ben Zübeyir Ağabeyden müteaddit defalar duydum. “Demirel, pamuk el.” diye elini sağa sola çevirerek, “Öyle de olur, böyle de olur.” diye ikazda bulunurdu. Bu da gösteriyor ki, onda particilik ve bir partinin arkasına takılmak, kat’iyen yoktu. Çünkü o zaman, müştereken rey verdiğimiz partinin liderine uzak durmak telkini neden verilsin? İşte, bu isabetli ve düsturlarımıza mutabık istikamet-i Nuriye tersine döndü ve Nur’un parlak vasfı, efkâr-ı amme-i İslâmiyede kısmen lekelendi.

Hizmet tarihinde bana göre gazetenin üç devresi var. 

Birincisi: Üstadın hemen vefatından sonra, İhlâs, Zülfikâr, Uhuvvet adları altında o zaman doğrudan Risale-i Nurların yayılmasına yönelik gazetelerdi. Siyasetle bir ilgileri yoktu. Taarruz ve yasaklamalar sebebiyle millette meydana gelen ürküntüyü kırmak ve “gazete perdesi altında vatandaşa Risale-i Nurları okutmak” gayesini güdüyordu ve daha çok cami önlerinde satılıyordu. Hatta Zübeyir Ağabeyin bile bu gazeteleri sattığı ve sattırdığı bilinmektedir.

İkinci kademede haftalık İttihad gazetesi gelir. Bu da haftalık olduğu için günlük siyasete pek karışmıyordu.

Üçüncü dönem “günlük siyasî gazete” safhası ki, bu dönemde günlük politikaya girildiğinden işin rengi değişti. Anadolu’daki ehl-i medresenin gazete faaliyetlerine yönelmesi, Zübeyir Ağabeyi rahatsız etmişti.

 

 

Cemaatlerle münasebet

Burada çok önemli bir husus da, mesleğimiz açısından diğer İslâmî cemaatlerle olan münasebetlerde ortaya çıkıyor.

Zübeyir Ağabey, bizim merkezî kadro olarak Nurculuğun hassasiyetinde, yani hissiyat âleminde canlı ve metin, fakat beşerî münasebetlerde ve zahirde ittihad-ı İslâm’ı koruma fedakârlığında olmamızı isterdi. Üstad kendisine bu dersi vermişti, o da bize bunu intikal ettirmek istiyordu. Zübeyir Ağabey, Üstadın ehl-i imanla olan münasebetlerde meşrebimize uymayan ölçüleri bize öğretmişti. Yani daire dâhilinde hassas ve metin, harice karşı, kasıtlı bir tecavüz olmamak şartıyla tamir ve ikaz edici olmak… Yani mecburiyet olmadıkça dağıtıcı değil, toplayıcı olmak... 

Nitekim Üstad, Risale-i Nur’da, “Nur’un mesleğinde mü’minlerin uhuvveti esastır.” diyor. Bu kardeşliği bozacak kırıcı davranışlar, Nur’un mesleğini zedeler.

Meselâ çok çarpıcı bir örnektir. Merhum Büyük Doğu sahibi Necip Fazıl Bey, büyük zatların tarihçesini, yazdı. Üstadımızın bölümünü aldık tashih ettik, fakat merhum Necip Fazıl Bey bu tashi­himizi kabul etmedi. Biz de o yanlışlar sebebiyle kabul etmedik, derken Mehmet Şevket Eygi bu eseri gazetesinde tefrika yaptı. Bu sefer bizimkiler (gazete kadrosu) Şevket Eygiye çok kızdılar ve bazı münakaşalar oldu. Biz ise mülayemetten gidiyorduk.

Zübeyir Ağabey bizim merkezi kadro olarak Anadoluya bakan Süleymaniye 46 numara mensuplarının Nurculuğun hassasi­yetinde yani hissiyat âlemimizde canlı ve metin, fakat beşeri münasebetlerde ve zâhirde İttihad-ı İslâmı koruma fedakârlığında olmamızı istiyor. Üstad bu dersi vermiş olduğundan bunu bize intikal ettirmek istiyordu.

Bir gün Zübeyir Ağabeyle, tuttuk yazıhaneye gittik, gidişimizin sebebi bu hadise dolayısiyledir. Zübeyir Ağabey bizim merkezi kadroya bir bilgi vere­cek. Zübeyir Ağabeyle iç odada oturduk. Zübeyir Ağabey Şevket Eygi mevzuunda, bu hadise münasebetiyle, metanetli ve hararetli bir konuşma yaptı. Yani Üstada tebaiyet gerekir, bizim böylesi hadiselerde vurdum duymaz olamıyacağımız manasında telkinlerde bulundu.Zübeyir Ağabey Hz. Üstadın Bu tarz hadiselerde bu manada tavır takındığını bize söylemişti. Yani daire dahilinde hassas ve metin, harice geldi miydi kasıtlı bir tecavüz olmamak şartiyle tamir ve ikaz edici mesleğini esas almağı ders verirdi. Yani mecburiyet olmadıkça dağıtıcı değil toplayıcı olmak geekiyor.

Zübeyir Ağabeyin o metin konuşmasından sonra Ağabeyle beraber medresemize gitmek üzere kapıdan çıktık derken yazıhaneye gelen Mehmet Şevket Eygi karşımızda göründü. Zübeyir Ağabey Ona karşı şiddetli tavır takınacağı zanniyle ben eyvah dedim şimdi ne olacak! derken Zübeyr Ağabey Şevket Eygiye sarılmak için kollarını açtı ve sarıldı ve tevazukâr bir tavırla:

“- Kardeşim ben hastayım, ziyaretinize gelemiyorum, kusura bakmayın” dedi.

Şevket Eygi:

“- Estağfurullah Abi bizim sizi ziyaret etmemiz lazım” cevabında bulundu.

İşte Zübeyir Ağabeyin hikmetli, yani hem hukuk-u Nuru, hem uhuvvet-i İslamiyeyi koruyan tavrı...

Bu manzaradan alınacak ders, ciddiyetle yeterlidir diyorum.

Sonra ne oldu? Bu ibretli tutumun inceliğini gereği gibi anlamayan bazı arkadaşları Şevket Eygi’ye gönderip, tehdit etmeleri için gençlerden bir heyet hazırladılar ve başlarına benim meşgul olduğum Nuri Tokdemir’i vazifelendirdiler ve direktif verdiler. Ben Nuriyi bir kenara çektim ve dedim:

“Aman böyle dedikleri gibi yapma.”

Tokdemir:

“Tamam Ağabey ben biliyorum” dedi ve gitti ve Şevket Eygi’yi ciddi bir dost yaptı. Tokdemir bu haberi getirince, onu hemen heyetten çı­kardılar.

Heyetin başına kavgacı mizaçlı bazı şahısları koydular, gittiler ve şiddetli münakaşalar oldu. Mahiyetini anlayamadıkları Zübeyir Ağabeyin konuşmasının tatbikatını yapıyorlar güya. Artık bu manzaralardan alınacak dersi siz anlayın ve İslâm âlemine teşmil edip doğacak müsbet veya menfi neticeleri tahayyül edin.