Yeni Asyanın içyüzünü açıklayan yazılar yeterince neşredildimi?

 

Allah onlardan razı olsun, hem Rüstü Tafral Ağabey (internette), hem Abdulkadir Badıllı Ağabey (Mufassal Tarihce-i Hayat Kitabında) gerektiği kadar Yeni Asyanın içyüzünü açıklayan yazılar neşr ettiler.

 

 

 

1.     Risalehaber.com da 2010 TARİHİNDE YAYINLANAN BIR RÖPORTAJ  (R. Tafral)

 

2.     MUFASSAL TARİIHCE-İ HAYATTAN (A. Badıllı)

2.1   Neden Üstad bir gazette cıkarttırmadı?

2.2   Gazete cıkarma ihtiyacı

2.3   Mesele Zübeyir Ağabeye götürüldü

2.4   Zübeyir Ağabeyin vefatı

2.5   Yeni yeni Kitablar ve patlama

2.6   Gazete cenahında büyük patlama

2.7   Plan tatbik edildi

2.8   Bire yüz kaybettiler

2.9   Vakıf malı

 

3.     ZÜBEYİR GÜNDÜZALP AĞABEYİN HİZMET ANLAYIŞI

(1967-1971   devresi) (R. Tafral)

 

4.     “GAZETE LAHİKA MEKTUBUDUR”   İDDİASINA CEVAB (R. Tafral,A.  Badıllı)

 

5.     RİSALE-İ NURLAR ANLAŞILMIYOR  İDDİASI VE LÜGAT MESELESİ

(A.  Badıllı)

 

 

 

 

 

1.

Risalehaber.com da 2010 tarihinde yayınlanan bir röportajda Rüştü Tafral Agabey Abdurrahman Irazın sorularına ceva verdi:

 

 

 

Soru: Süleymaniye’de kaç sene kaldınız?

Beş-altı sene kaldık herhalde. 1967’de galiba öyle hatırlıyorum,

Zübeyir ağabey ayırdı.

 

 

 

Soru: Siz geldiğiniz zaman Zübeyirağabey yoktu. Ne zaman geldi?

Evet, yoktu. 1961-62’degeldi.

 

 

Soru: Ondan sonra Zübeyir ağabey ile kaldınız…

Aynı yerdeyiz, Süleymaniye. Başka medrese yok zaten.

 

 

Soru: 1967’de ayrıldığınız zaman Süleymaniye’de kim vardı?

O zamanSüleymaniye’de oturmuş sağlam bir medrese sistemimiz yoktu.

 

 

Soru: Ama meskûn kişiler vardır.

Evet. Zübeyir ağabey var, Ahmet Aytimur var, Ahmet Gümüş var. Mustafa Ekmekçi var. Eyüp Ekmekçi de var.

Fakat devamlı dershanede kalma hususu, sağa sola gitme değil de. Mehmet Kutlular bir zaman sonra geldi. Bizden sonra geldi. Süleymaniye’nin hizmet hayatını yüklendi. Sert bir zat. Medresenin nizamını kurmak cihetinde haklı bir zat. Yemeklerimizi ondan bekliyoruz. O bize yediriyor, içiriyor. Ve bazı ehl-i himmet ile de münasebeti var. Mesela biz Zeytinburnu’nda derse gidecektik, onun zamanında öyle olmuştu,Mehmet Kutlular’a takılıyorduk biz de. Çünkü yol parasını o verecek. O zamanlar böyle biraz sert mizaçlı. Ben ise öyle düşünmüyorum. Sert davranma tarzı bizim beşeri münasebetimiz dairesinde olmuyor. Biz oradan1967’de ayrıldık.

 

 

 

Soru: Niye ayrıldınız ağabey?

1967’ye kadar kaldım. Zübeyir ağabey bayağı sıkıntı çekti. Gazete

durumunun hareket tarzından…

 

 

 

Soru: 1967’de hangi gazete var?

İttihat, haftalık gazete. Öyle siyasi meselelere fazla girmediğinden

bir derece makbul bir yoldan yürüyordu. Sonraları günlük gazeteye

dönünce, merhum Zübeyir ağabey on sekiz maddelik bir yazı gönderdi. Onu Zübeyir ağabey yazdı, bana verdi. “Bunu çoğalt” dedi. Ben üç nüsha yazdım. Birinci nüshasını ben aldım, ikincisini de Zübeyir ağabeye verdim. Üçüncüsünü de gazeteye gönderilmek için yine Zübeyir ağabeyeverdim. Zübeyir ağabey bunu gönderdi. Sonra bir derste gazetenin genel müdürü Sabahattin Aksakal’dan sordum. Bizim bu yazıyı gönderdik, haberin

oldu mu? Duydum, dedi sadece. Sen genel müdürsün orada nasıl duydun,göreceksin, bakacaksın. Yok, görmedim dedi. Göstermemişler ona. Biz o gazete hadisesinden dolayı ortaya çıkan çok dalgalanmalar oldu ama ben mümkün olduğu kadar kenara çekildim.

 

 

 

Soru: Ağabey 1967’de ayrıldığınızı söylüyorsunuz Süleymaniye’den Zübeyir ağabey ile birliktemi gittiniz?

Zübeyir ağabey benim odama geldi o küçük odama. Zübeyir ağabey geldiği zaman kapıyı tıklar girer. Bazen de kendi odasında ocağı var, çay yapar bana da getirir. Bu sefer geldi, diğer gelişlerine benzemiyor. Dertli, sıkıntılı biraz. “Sen gider misin?”

demiyor. “Sen Haseki’deki yere git” dedi. Haseki’de de bir medrese var,boş. Oraya adam sokmuyor Zübeyir ağabey. DEMEK DÜSÜNDÜKLERI VAR. Ben hiç Zübeyir ağabeyin sözüne “neden?” diye de sormam. Eşyalarımı aldım doğru Haseki’ye gittim. Oradaki bir kat daireye yerleştim. Aradan birkaç gün geçti, kapı çaldı. Zübeyir ağabey… Dedi ki, “buraya nurcular gelmesin.”

Onun üzerine KUTLULAR geldiğinde Zübeyir abinin yasakladığını söyledim.

Bana dedi ki; “niye biz nurcu değil miyiz? Niye biz dershaneye

gelemiyoruz?” “Bana ne söylüyorsun git de onu Zübeyir ağabeye söyle”dedim. Bu yasağı koyan ben değilim ki.İki-üç gün sonra Zübeyir ağabey geldi. Kapıyı açtım. Yattığım yere geldi, yatakta oturdu. Baktı,“kardeş burada sakatlı oda hangisidir.” Yani az rutubet, rutubet çokorada. “Burasıdır” dedim. “Peki, ben de burada kalsam olmaz mı?” “Olur”dedim. Hemen benim yatağımı öteki tarafa aldım. Ona o yatağımı verdim.

Sonra Süleymaniye’den çağırdı. Kuş yuvası yapar gibi yavaş yavaş

topladı. Eyüp Ekmekçi’yi çağırdı. Ahmet Dernekli, Ömer Yirmiyedi. Sonra Ahmet Tanyel, onu sonra aldık. Orada hizmet hayatına beraber başladık.

 

 

 

Soru: O zaman mı kimse buraya gelmesin yasağı konuldu?

Oraya geldiğimizde Zübeyir ağabeye geliyorlar, görüşüyorlar. Zübeyir ağabeyden fikir almak değil, ZÜBEYIR AGABEYE FIKIR VERMEKLE DEGISTIRMEK ISTIYORLAR. Bu hususta çok şeylere şahit oldum.

 

 

 

Soru: Bir örnek var mı?

Mesela bizim Tevruz’da iken orada geniş bir teras var. O zaman henüz kapalı değildi. Zübeyir ağabey de o bizim dershane dediğimiz kısmın doğusundaki odadadır.Terastan Zübeyir ağabeyin odasının penceresi hemen görünüyor. Fırıncı geldi. Daha doğrusu üç kişi geldiler. Fırıncı, Mutkan, Birinci. Zübeyir ağabey bana dedi ki, “seni almaya gelecekler.” Nereden biliyor bilmiyorum. “Sen hacı annene geç” dedi. Ben hemen hazırlanırken, neden diye de sormadım yani, sonra tekrar geldi “geçme” dedi. İstanbul’daböyle bir gencin bırakılması iyi değil. Bu sefer tuttu “Sen odanda kal,kapıyı sen açma ben açacağım” dedi. Tamam dedim. Sonra geldiler. Zübeyir

ağabey hemen kapıya gitti. O açtı, baktılar ki Zübeyir ağabey

karşılarında. Mehmet Birinci sezdirmeden gitti, görünmedi hiç orada.Baktı ki Zübeyir ağabey devrede. Hemen anladı, biliyor Zübeyir ağabeyin durumunu, neler yapar diye.

Abdulvahit de içeri girdi tebessüm tarzında. Hol kısmında bulundu o da gitti. Fırıncı ise Zübeyir ağabeye takıldı. Zübeyir ağabey içeri aldı onu. Kendi odasına aldı.Anlatıyor da anlatıyor Fırıncı. Ben de merak ettim. Dışarı çıktım oradan pencereden görürüm dedim. Gördüm. Zübeyir ağabey yatağında yatıyor,yatıyor derken uzanıyor uykuda değil yani, Fırıncı ağabey anlatıyor.

Gençleri hareketlendirmek lazım, böyle lazım falan. Zübeyir ağabey de dirseğini dayıyor, biraz doğruluyor Fırıncı’ya, “ben senin dediklerini Üstadımdan işitmedim, Risale-i Nur’da görmedim, kafam çalışmaz” diyor.

Fırıncı yine kendi bildiklerini kendi anladıklarını anlatıyor. Tavrı

Zübeyir ağabeye “evet” dedirtmek. Yani “bunları yapın iyidir, güzeldir.”Mümkün mü onun dediği ve yaptığı şeyler. Ben tabi sonradan gördümbunları, işittim de.

 

 

 

Soru: Sizi niye almaya geldiler?Nereye götürecekler? Ne yapacaklar?

Bir toplantıları var. Uhuvvet toplantısı adını vermişler. Ben tek kalacağım orada. Birkaç kişi, vakıf denen kişilerin toplanması var. “Sen niye bize katılmıyorsun da Zübeyir ağabey ile beraber yaşıyorsun” diye bizi zorlayacaklar.

 

 

 

Soru: O zaman yalnız sizi mi yoksa Zübeyir ağabey ile kalanların hepsini mi?

Zübeyir ağabey ile kalanların derdinde değiller. Bana, seni alacaklar, dedi. Bunu nereden haber aldıysa…

                            

 

ZÜBEYİR GÜNDÜZALP’İN GAZETE ŞARTLARI

 

ZübeyirAğabeyin o günkü gazeteye 18-19 maddelik bir yazı gönderdiğini

söylediniz. Nedir bu maddeler?

Bu maddeler herkes

tarafından biliniyor. Tekrar hatırlatmak isterseniz yayınlayabilirsiniz.

Madde-1:

 Salih Özcan imtiyaz sahibidir.

Madde-2:

Mustafa Polat umumi neşriyat müdürüdür.

Madde-3: 

Gazetenin personelini tayin ve lüzumu halinde tebdil, umumî neşriyat

müdürüne aittir.

Madde-4: 

 Gazetenin politikası;

sahibi ve umum müdürünün de dahil olduğu bir istişare heyeti tarafından

tayin edilir. İstişare heyetindeki kimseler: Salih Özcan, Mustafa Polat.

Abdurrahman Nuri, Halil Küçük, Ahmed Şahin, Rüştü Tafral, Mehmet

Kutlular, Mehmet Fırıncı ve Mehmet Birinci’dir. Karar ekseriyetle

verilir. (Zübeyir Ağabey kendi kalemiyle Halil Kücük, Mehmet Fırıncı ve Mehmet Birinciyi bilahare istişare heyetinden isimlerini silmiştir. Bu Belge Isltanbulda bir dosyada mahfuzdur A. Badıllı) 

Madde-5:

 Sermaye 30 Ağustos 1968′e

kadar Salih Özcan tarafından temin edilecek.. Sermayenin geri alınması,

intişarın altıncı ayından sonra, ikibinden az beşbinden çok olmamak

üzere çekilebilecek.

Madde-6:

 Gazetenin sahibi

(Salih Özcan) Umumi neşriyat müdürü gibi maaş alacak ve sermaye olarak

yatırdığı parayı tamamen çektikten sonra, artık para çekemiyecek. Kâr,

gazetenin döner sermayesi olarak kalacak ve inkişafına sarfedilecektir.

Gazete kapandığı takdirde, sermaye ve mal durumu istişarenin kararına

göre tasarruf edilecektir. Mukavelede değişiklik de ancak istişarede

bulunanların kararına göre olacaktır.

Madde-7:

Neşriyat Müdürünün işinden çıkarılma vesaire durumları müşaveredeki

kimselere aittir.

Madde-8:

 Gazete Risale-i Nura

aykırı neşriyat yaptığında, istişaredeki kimselerin kararıyla kapatılır.

Sahibi ve neşriyat müdürü bu isimle bir gazete çıkaramaz.

Madde-9: 

Kitap tanıtma işi, istişare kararıyla yapılır.

Madde-10: 

Gazetedeki neşriyatta, halde ve mazide Risale-i Nurun aleyhindeki

kimselerin yazıları neşredilmez.

Madde-11:

Risale-i Nuru devamlı mütalaa ile meşgul olup, Risale-i Nurun meslek ve

meşrebiyle halen ve kalen yaşayan bir Nur talebesi, herhangi bir husus

hakkında, Risale-i Nurdan ve Üstadımızdan me’haz göstererek tenvir ve

ikaz edici bir şey söylerse, istişaredekiler onu kemal-i hürmetle

dinleyecek ve nazara alacaktır.

Madde-12:

 Risale-i

Nur parası, sermayesi elinde toplanan herhangi bir Nur talebesi veya Nur

naşiri gerek re’sen, gerek dolayısıyla gazeteye ortak olamaz.

Madde-13:

İstişaredeki kimselerden sahip, müdür ve orada memur olarak çalışandan

başka biri, istişaredeki kimselerin izni olmadan gazetede maaşlı olarak

çalışmayacak. Bu şahısların gazeteden maddeten istifadeleri hiç bir

çeşit ve surette olmayacaktır.

Madde-14:

İstişaredeki kimseler, burada (İstanbul’da) her zaman hazır oldukları

için tercih edilmiştir. Bu itibarla Risale-i Nurdan ve Üstad’dan ve

geçmiş hadisattan me’hazler göstererek de, herhangi bir Nur talebesi ile

istişare edilebilir. Onun tenvirkâr fikirleri kemal-i hürmetle nazara

alınır.

Madde-15: 

 İstişarenin adabına son derece

riayetkar olunacak. Müdavele-i efkâr ve istişare esasında cahillerin

sıfatı olan laftan kuşkulanma, alınma, evham etme, kızıp tehevvüre

gelme, bağırıp çağırma gibi amiyane şeylerden son derece içtinab

edilecektir. Kanaatlara hürmet, muhabbet ve müsamaha bu kimselerin şiarı

olacaktır.

Madde-16:

 İstişaredeki kimseler

namına, onlardan habersiz olarak, istişare dahil bir kimse, başkalarınca

sorulacak herhangi bir şeye, tek başına cevab veremez. Not alır, gelir

istişare edeceklerle istişare eder.

Madde-17:

İstişaredeki reyler arz ve izhar edilirken, indî, şahsî veya sair

meslek, meşreb ve cereyanlardan mülhem şeyler söylenmekten kaçınılıp

delil ve me’hazden, Risale-i Nurun meslek, meşreb ve tarzından ilham

alınma ya çalışılacak ve rızay-ı Îlahi ile hareket edilecektir.

Madde-18:

Dine hizmet gayesiyle olanlarla görüşüp konuşmalarda, başka

cereyanlarda görünen iftira ve ittihamlarla, şöhretperestlik ve maddi

menfaatlar gibi gayet çirkin manalar verilmiyecek. Mesleğimiz hüsn-ü

zandır. Biz Müslümanız aldanırız, aldatmayız.

Madde-19:

Gazetenin istişaredeki kimselerin re’yi ile çıkarıldığını halka;

Mustafa Polat, Salih Özcan vesairleri tarafından suret-i kafiyede

söylenmiyecek. Çünki hem gazeteye, hem hizmete darbeler gelir. Aksi

takdirde istişaredeki kimseler, gazete ile alakalı olmadıklarını ilan

edeceklerdir.

 

 

Soru: Size filozof da deniyor. Nereden çıktı bu?

O zaman ilk devrelerde biraz felsefe ile de meşgul oldum.

 

 

 

Soru: Risale-iNurları tanıdıktan sonra da felsefe ile meşgul oldunuz mu?

O zaman oldum, o nam kaldı işte. İlk ortaya çıkış sebebini şöyle

düşünüyorum. YANI BU ADAM FILOZOF; BUNUN DEDIGINE ITIBAR EDILMEZ.

 

 

 

Soru: Ben öyle duydum. Nitekim geldim sizi ziyarete işte söylüyorum. O

zaman çok gür, kıvırcık saçlarınız vardı. Başınızda Urfa ya da Van

usulü yünden bir takke vardı. Bir kere gördüm. Ben de “bu gerçekten

filozof” dedim sonra geri çıktım.

 

Onun için geliş şekli belli muayyen bir merkez değil de yayıldı artık bir yerlere. BU YENI ASYADAN BASLADI: Yeni Asya, bu adam biliyor, söylüyor, anlatıyo rama bu adam felsefecidir diyordu.

 

 

 

Soru: Haseki’de ne kadar kaldınız?

İki sene kadar gibi hatırımda.

 

 

 

Soru: Saydığınız isimler; Eyüp Ekmekçi, Ahmet, Emin, siz, Ahmet Tanyel ve Ömer Yirmiyedi. Ne yaptınız Haseki’de?

Kitaplar basılıyordu. Bize de tashihat geliyordu. Tashih yapıyorduk ve de onu tekrar gönderiyorduk. Bu şekilde devam etti. Zübeyir ağabey de başımızdaydı. Fakat yani yine o dalgalanmalar var. O arada ortak biryoldan yürüyoruz ama mesleki hayattaki olan yanlışlıklar Zübeyir ağabeyi rahatsız ediyor. Hatta bir gün, Zübeyir ağabeye “seninle bir yere gittiğimiz zaman dikkat çekiyor ve damarlar kabarıyor, biz beraber gitmeyelim. Daha iyi olur” dedim, tahrik etmemek için. Tamam dedi,kendisi gitti. Yeni Asya’daki arkadaşlarla görüştü. Şu teklifi yaptı,gelince bana söyledi aynen. Onlara dedim ki, “tamam hiçbir araya girmeyeceğim, size karşı olmayacağım. Ancak bir teklifi var.”HIZMET HAYATINI HAS DAIRE; BIZIM DAR YERDEKI DEDIGIMIZ HIZMETLERIMIZLE SIZIN GENIS YER DEDIGINIZ HIZMETLERI AYIRACAGIZ”  diyor Zübeyir ağabey onlara.

 

 

Soru: Kime?

Mehmet Fırıncı, Mehmet Kutlular,Abdulvahit. Bir ay sonra mı 15 gün sonra mı tam bilmiyorum ne kadardır tekrar gitmiş Zübeyir ağabey, tekrar aynı şeyi teklif etmiş.

 

 

 

Soru: Yani teklif Zübeyir ağabeyden mi gidiyor?

Evet, Zübeyir ağabeyden.

 

 

 

Soru: Hizmetlerimizi ayıralım mı diyor?

Ayıralım. Biz neşriyat hizmetini dershanede yapalım…

 

 

 

Soru: Neşriyat deyince yine akla gazete geliyor da

Yok hayır. BIZ RISALE NESRIYATINI YAPALIM SIZDE GENIS DAIREDE BULUNUN. Hiçbir iğbirar duymayacağım. Üç defa Zübeyir ağabey gidiyor, “estağfurullah” diye cevap verdiler. O zaman gitmeyi kesti, artık olmayacak. E tabi Zübeyir ağabey bu konuda epey eziyet çekti. Zübeyir ağabeyin tarzı biraz değişikti.

Bir gün Mehmet Şevket Eygi İstiklal gazetesi sahibi ile Doğu gazetesi sahibi Necip Fazıl bir kitap yazdı. Çeşitli büyük zatların tarihçelerin ibir kitap yaptı. Üstadı da aldılar. Zübeyir ağabey istedi, okuduk biraz tashih ettik, bazı yanlış yerler var. Necip Fazıl’a götürdük, fakat Necip Fazıl bunu kabul etmedi. Şevket nurcu tarafı gibi görülüyor,Zübeyir ağabey üzüldü. Bu sefer bizi yazıhanede topladı.Bekir ağabeyin pasajın arka tarafındaki odasında. Orada bir konuşma yaptı Zübeyir ağabey. Şevket Eygi’nin de yanlış hareket ettiğini, yanlış yaptığın ıanlattı. Biz oradan çıkacağız Haseki’ye gideceğiz Zübeyir ağabey ile.

Çıktık yazıhanenin birinci kapısından. Derken Şevket Eygi’nin başı

göründü yukarı çıkıyor bize doğru. Zübeyir ağabey kollarını açtı bir

sarıldı Şevket Eygi’ye. ‘Kardeşim ben hastayım ziyaretine gelemiyorum.’‘Estağfurullah efendim bizim gelmemiz lazım’ diye birbirlerine iltifatettiler. Biz devam ettik yolumuza. Şevket Eygi de içeri girdi.İçerde eleştirdi ama dışarı çıkınca Şevket Eygi’nin yüzüne eleştiride bulunmadı. Bunu nasıl yorumlamak lazım?

Buna şu denir; mesleki hayatın kurulmasında hassas olmak fakat İslam cemaatinide toplayıcı olmak. Esas bu. Ben bunu Sungur ağabeye anlattım. Sungur ağabey öyle düşünmüyordu. Bizimkilerin yaptıkları gibi vurucu kırıcı zannediyordu bizden geliyor diye. Masaya bir yumruk vurdu Sungur ağabey,

‘vay böyle ha’ dedi. Evet, ağabey dedim. Zübeyir ağabey İslam cemaatini dağıtmak için değil ama mesleği de korumak gerekli. Sungur ağabey de,mesele çok dedi. Teyit ve tasdik etti. Derken Haseki’ye geldik.

Haseki’de devam ediyoruz. Fakat meslek hayatının dalgalanmaları devam ediyor. Zübeyir ağabey de çalışıyor, uğraşıyor düzelsin diye fakat mümkün değil.

 

 

 

Soru: Dalgalanan ne? Düzeltmeye çalıştığı ne?

Dalgalanan, dar dairede olan bizler gibi kimselerin aleyhinde bir durumun ortaya çıkışı vs. Geniş dairede o yoldan daha

fazla ilerliyorlar. Geniş dairenin sahasında daha fazla ana kadro

yığıyorlar, daha fazla insanları çekiyorlar.

 

 

 

Soru: O zaman sizin söylemekten imtina ettiğiniz şeyi şimdi ben söyleyeyim. Doğru yada yanlış deyin. Dar daire dediğimiz şey, cemaat içi irtibatlarda bazı kardeşlerin, ağabeylerin aleyhlerinde sıkıntılar oluşuyor. Dışarıda da siyasi arena içerisinde, içtimai hayat içerisinde olması gerektiğinden daha fazla oluşum oluyor. Doğru mudur? Söylemek istediğiniz bu mudur?

Doğrudur, bu. Tabi ki dini cemaatler bundan üzülüyorlar.

Karşı çıkıyorlar. Âlem-i İslam’a kadar uzanıyor bu mesele. Zübeyir

ağabey de düşünüyor illa ki. Çokları tarafından bilinmiyor. İçimize

siyasi cereyan tarafından girenler var. Yönlendirici. İçimize sokulanlar var. Onlar da bizim bu malum arkadaşları celp etme, ciddi imkânlar veriyor. Ve de o tarafa doğru yollar açıyor. Geniş daireye doğru yol aciyor. Bu hususta elverişli birisi… Bu şekilde genişlemeyi medrese hayatımıza kadar getiriyorlar.

 

 

 

Soru: Geniş daireyi medrese hayatımıza getiriyorlar ne demektir? Bizim bu konuştuğumuz 40-45 sene önceki olaylar. Şimdi tabi siz 45 sene önceki hassasiyetle konuşuyorsunuz. Ben bunu çok iyi anlıyorum. Sizdeki dava sorumluluğu veRisale-i Nur bilinci bazı kelimeleri telaffuz etmekte zorlanıyorsunuz.

Ben bunu çok iyi anlıyorum. Allah sizden razı olsun. Ama şimdiki nesil,

bu sizin söylediğiniz şeylerden hiçbir şey anlamaz. Ama sizin, bizim,

şimdiki nesile bir şey vermemiz lazım. Bakın geçmişte bu böyle olduğu

için şöyle bir durum hâsıl oldu. Onun için böyle yapmayın, şöyle yapın

diyeceğiz. Ne demek bu?

 

SIYASETLE meşgul olan Şeyh Salih ziyarete gelince, gözümün önünde olan mesele bu. Zübeyir ağabey odasına çekti, kapıyı da kapadı. Bizim oradaki malum gençler merak edecekler tabi bu zat geldi acaba ne konuşuyorlar. Zübeyir ağabey bunları hesaplıyor. Ses dışarı çıkmayacak kadar hafif konuşuyorlar.

Benim dikkatimi çeken taraf bu. Konuşmalar bitiyor, aradan bir zaman geçiyor. Merak edenlerin merakını gidermek için sesi yükseltiyor.

Neymiş, yine her zaman onun demiş olduğu hizmet, fedakârlık vs.

Mustafa Polat’a söyledi; “Bak Mustafa Polat, kardeşim bizim

dershaneleri herkes bilmez ama sizin yeriniz herkese açık. Size her

türlü kişiler gelir. Siz orada medrese hayatına, hizmete uygun kimseleri görünce tek tük bize gönderirsiniz. Basamak yaparsınız, gerisi size kalır yani ne yaparsanız yaparsınız” diye hikmetiyle beraber anlattı.

Hâlbuki biz görüyoruz. MESELA ORADA MEDRESEDE VAKIF OLAN BIR KARDESI CAGIRIYORLAR: GEL ISTANBULA GAZETE HIZMETINE DIYE. O da geliyor çağrıldığı için. Acaba doğru mu eğri mi nedir bu diye. Zübeyir ağabeyi dinlemek istiyor o zat. Yani o desin de o zaman gelirim yoksa gelmem, medrese talebeleri oraya gelir mi? Bekir Beyin yerinde bir toplantı yaptılar. Zübeyir ağabey de geldi oraya. Ben de oradayım. Zübeyir ağabey

bir konuşuyor. Öylesine konuşuyor. Yani muayyenlik vasfında değil

konuşması. Konuşması arasında bir zat, bir cümle kaptı, sakladı onu.Sonra Zübeyir ağabey çıktı gitti. O kardeş sordu, ‘Zübeyir ağabey ne dedi, gel mi dedi, git mi dedi? Anlamadım’ dedi. Dediler ki, ‘o kadar uzun konuşmasından seçilmiş bir cümle var. E sen bunu duymadın mı Zübeyir ağabeyden?’ ‘duydum’ ‘tamam o zaman gel demektir’ dedi Hâlbukihiç alakası yok. Ben dinledim orada gelme diyor Zübeyir ağabey fakat çok kaygan bir manada söylüyor. Nihayet kardeş kanaat sahibi olmadı. Bekir Beyin orada sağ tarafta bir oda var, karanlıklı biraz. Zübeyir ağabeyi o gelen zat orada yakaladı. ‘Ne yapayım ben, siz açık söylemediniz’ dedi.

Ben de o esnada Haseki’ye gidelim diye Zübeyir ağabeyi arıyorken oraya girdim, rast geldim yani. Zübeyir ağabey ayakta o da ayakta karşısında.‘Kardeş, böyle ne yapıyorsun benim vücudum ispat eder, anlatır size.’Hep çekiniyor yani benim gibi olman gerekiyor, ben medresede isem sen de medresede ol. Yine anlamadı adam geldi. Zübeyir ağabeye dedim ki;‘ağabey siz kapalı konuşmaktan iyi anlamıyorlar onun için açıksöyleyin.’ Buna benzer çok hadiseler var.

 

 

Soru: Tamam, ne konuştuğunu detaylı söylemeseniz de şu meseleleri şöyle konuştuk diye söyleyebilirsiniz.

Bu yapılan hareketlerin Risale-iNur’a çok ters düştüğünü anlattı. Bizim işlerimiz değil onlar, medrese ehlinin işi değil.

 

 

 

Soru: Zübeyir ağabey size bir mektup vermiş. Ne zaman verdi bu mektubu?

Tevruz’da iken verdi. 1970 civarında verdi. Beni içeri çağırdı. Gittik.

Yatağında oturdu ben de yatağın kenarında oturdum. Bana yazdığı mektubu uzattı. Bak dedi. Bakalım ne diyorsun. Ben okudum. İçinde olan meseleler açık isimlerle, o günkü benim anlayışım -yine aynı

anlayıştayım- o şekilde onlara bu şeyi bildirmek bana göre değil.

 

 

 

Soru: Şimdi isimleri söylemeden mektubu bize okuyun.

Yok. Mektubu okumak değil de muhtevasını. Muhtevasında, aklımda

kalanları söylemeyeyim de, mevcut kadronun hareketlerinin hayli yanlış olduğunu anlatan, tepki gösteren bir mektup. Ben mektubu okuyunca bana evet, tamam diyecekse yazacağım daktiloda. Tamam demeyecekse kendisine vereceğiz. Ben fazla tesirinde kaldım.

Bana, ne diyorsun mektuba dedi. Ben ağzımı açıp ta bir şey diyemedim. Orada bir küçük sobası var,sobaya işaret ettim. Kapağı var üstünden, teneke soba. Ben sobayı işaretedince mektup elimde. Peki, dedi. Döndü arkasını bana doğru, denize doğru oturdu. Ben de hemen gittim kapağı açtım attım içerisine.

 

 

 

Soru: Zübeyir ağabey vefat etmeden önce Tevruz’da iken kim ziyaretine gelirdi?

Fırıncı gelirdi. Abdulvahit gelirdi. Mehmet Birinci de ara sıra gelirdi ama Kutlular’ı hiç hatırlayamıyorum. Mehmet Kutlular bütün hayatını,siyasetini, politikasını, hizmetini, fikriyatını her şeyini Zübeyir ağabey üzerine tesis ettiğini iddia ediyor. Zübeyir ağabeyin fikri yapısı hep ortada. Nasıl olacak? Mehmet Kutlular kardeşin de anlayışı,yaşayışı, fiili durumları ortada. Nasıl olacak ki?

 

 

 

Soru: Yani uymuyor mu birbirine?

Birisi tamamen has dairenin içinde, birisi de geniş dairenin merkezinde.

 

 

Soru: Biz demokrat değil miyiz?

Demokrat idik. Biz demokrata hemen düşer diye bakıyorduk. Üstad

hazretleri tasviben değil de tercihen demokrat dedi. Yani bu bundan daha ehven. Daha az zararlı. Şimdi tasviben olunca onun bütün şerlerine de ortak oluyorsunuz.

 

 

Soru: Peki,o sıralar Mehmet Kutlular Yeni Asya’nın başında iken Demirel ile görüşüyordu. Zübeyir ağabeyin buna tepkisi var mıydı? Hatırlıyor musunuz?

 Bu hadiselerde Zübeyir ağabeyin HIC RAZI OLMADIGI hiç razıolmadığı gözümüzle, kulağımızla bildiğimiz bir meseledir. Yeni Asya’nınilk devrelerinde gazete yok da haftalık mecmua var. Bir dereceye kadarsiyasetten daha çok ilmi meseleler gibi durumlar vardı. O zaman Zübeyirağabey fazla muhalefet etmedi. Gazeteye dönüş yaptıktan sonra, oradafazlaca siyasi ve siyasi gruplarla mücadeleye girince Zübeyir ağabeyartık olamaz dedi. Fakat fiilen ortaya çıkıp ilan etmedi.

 

 

 

Soru: Neden?

Nedenini doğrusu Zübeyir ağabeyden sormamız lazım ama

Zübeyir ağabey de berzah âleminde nasıl soracağız?

 

 

 

 

Soru: Bu soruyu sorunca aklımdan şöyle bir şey geçti. Tahiri ağabey ile Zübeyir ağabey karşı karşıya oturup birbirleriyle, ‘Hatırlıyor musun Üstad hazretleri…’diye başlayan sohbet ediyorlar…

Yok, o tarz yapmadılar. Zübeyir ağabeyin tarzı fedakârlık… Tahiri ağabeyin ise dini hayatta samimiyet.

 

 

Soru: ZÜBEYİR GÜNDÜZALP FATİH SULTAN’IN RESMİNE DİKKAT ÇEKTİ

Üstadın birçok özellikleri var ve bu özellikleri has talebeleri üzerine dağılmış. Ancak bu hastalebeleri bir arada olunca bir Üstad meydana gelir.

 Zübeyir ağabeyin biraz daha farklıdır. Çağırdı beni. Odasına gittim.

Elime bir gazete uzattı. Aldım oturdum. Fetih gününün İslami bir

gazetesi. Birinci sayfasında Fatih hazretleri atına binmiş. Gazetenin

altında baştan başa tek satır bir yazı var. Buna bak, nasıl buldun?

Baktım, iyi, dedim. Bir daha bak, dedi. Bir daha yazıyı okudum,

heceledim. İyi, dedim. Bir daha bak, dedi. Üçüncü defa iyi deyince

sordu. ‘Bu resim kaç yaşlarında görünüyor?’ 50-55 civarında, dedim.

‘Peki, Fatih İstanbul’u fethettiğinde kaç yaşındaydı?’ 20 küsur

yaşındaydı, dedim. Yatağında otururken kalktı, heyecanlandı biraz.

‘Burada parmak var. 50-55 yaşlarında bir kumandanın böyle bir fetih

yapması tarihen mümkündür hatta memuldur. Fakat 20 küsur yaşlarındaki bir gencin böyle bir fetih yapması tarihen memul değildir. Bunu gizlemek için yaşını büyük gösteriyorlar burada. Ve bu gazete İslami birgazete.’

 

Seyyid Kutup’u idam ettiler. Onun arkadaşlarından bir profesör İstanbul’a geldi. Kaçtı gibi duydum ben ama geldi. Nurcular ile görüşmek istiyor. Kavurmacı’nın evinde -evi biraz geniş, birkaç oda iç içe açılıyor, epey kişi alıyor- arkadaşlar doldu. Benim de dersim

Zübeyir ağabey tarafından Yüksek İslam’a verilmişti. Fakat o gün ben birisini kendi yerime gönderdim profesör geleceği için. Kavurmacılar’ın dersine geçtim.

Zübeyir ağabey gelecek, gelen profesörle Zübeyir ağabey konuşacak. Nurculuk meselesinin malumatını verecek. Fakat Zübeyir ağabey yok ortada. Cemaat hep orada. Ben de merak ettim. Bakayım Zübeyir ağabey nerede. Mutfağa girdi dediler. Baktım mutfakta yuvarlak bir şeyde ağabey oturuyor. Sen buradasın dedim. Evet, dedi. Kalabalığa girdim. O zat, profesör geldi ve bir yerde oturdular. Ondan sonra Zübeyir ağabey girdi. Tabi Zübeyir ağabey girince, millet ayağa kalktı. Bu profesörün dikkatini çekti. Bu adam farklı bir adam demek ki. Herkes geliyor, oturuyor ama Zübeyir ağabey gelince herkes kalktı. Zübeyir ağabey onun dikkatini Risale-i Nur’dan istifade ettirmek için konuşacak, konuşmasında dikkat sağlıyor.

 

Yani, Zübeyir ağabey önceden gelip oturuyor olsaydı profesör geldiği zaman Zübeyir ağabey onun önünde kalkacaktı, hoş geldiniz diyecekti mecburen. Ama o zaman da profesör, oradaki onlarca adamdan biri gibi davranacaktı Zübeyir ağabeye. Zübeyir ağabeyin her konuşmasının da bir tesiri olmayacaktı, sıradan bir insan

gibi tesir gösterecekti. Ama Zübeyir ağabey sonradan girip, bütün cemaat Zübeyir ağabeye teveccüh edince ‘Allah Allah, bu önemli bir adam galiba’ diye düşündü profesör. Ve ondan sonra Zübeyir ağabeyin her kelimesi o profesörün beynine nakşolunacaktı.

Öyle de oldu zaten.

Benim çok dikkatimi çekti. İyi ki ben Zübeyir ağabey nerededir diye

aradım ve O’nu mutfakta gördüm. Mesela buna benzer çok hatıralar var da hatıra gelmiyor tabi ki. Konuşurken bazen böyle tedayil oluyor. Zübeyir ağabeyin böyle ince düşünceleri vardı.

 

 

 

Soru: Tahiri ağabeyin vefatından sonra ne yaptınız?

Yirmi gün kadar yattım, Tevruz’a yakın bir dershanede.

 

 

 

Soru: Koca Mustafa Paşa’da?

Evet. Sonra kalktım. Zübeyir ağabey zamanında iki sene yattım ama

burada yirmi gün kadar yattım öyle hatırlıyorum. Ondan sonra mutat dersimize, hizmet hayatımıza devam ettik.

 

 

 

Soru: Tek başınıza mı kaldınız?

Hayır. O zaman yanımızda birkaç tane kardeş vardı. Bir kısmını Tahiri ağabey göndermişti. Buradan gitsinler dedi bana. Onların dershane hayatındaki yaşayışlarını beğenmedi.

 

 

 

Soru: Dersenereye gidiyordunuz?

Benim derse gidiş şeklim şimdiki gibi. Yani derse gelsin ders yapsın diyenler var. Oraya gidiyorum. İlaveten derslere gitmiyorum.

 

 

 

Soru: Yani diğer dershanelere gitmiyordunuz? Bir nevi kendinize ait bir hayat çizdiniz?

Kendime ait derken, Zübeyir ağabeyin anlattıkları vardı. Bir medrese

hayatı nasıldı, nasıl olacaktı? O meselede -şimdi biz bunlara girmiyoruz- oldukça hassas Zübeyir ağabey.

 

 

 

Soru: Medrese hayatının nasıl olması ile ilgili niye girmeyelim ki o meseleye?

Yirmi yedinci söz içtihat bahsinde anlatıyor Üstad. Asr-ı saadetin

hayatıyla, sahabe devresinin içtimaiyatıyla, şimdiki içtimai hayatın

mevcut durumunu mukayese yapıyor orada. O zaman sadece Allah Kur’an ile bizden ne istiyor diye merak ederler, bunları konuşurlardı. Muhaverat-i İslam buydu. Ve de o cemiyette bulunan bazı müstaitler de o manada gelişiyorlardı, diye bir izahat şekli vardı. Bunun hemen devamında şimdi ise ahir zaman fitnesinde üç hastalıktan bahsediyor.

1.Hayat-ı dünyeviyenin temini

2.Siyaset merakları

3.Felsefenin hevaları

Şimdi bu felsefe derken ben merak ettim, Üstad ne demek istiyor felsefe derken? Siyaset belli, dünya hayatı belli felsefe nedir?

 

 

 

Soru: Biraz da sizin konunuz olduğu için…

Evet. Baktım Risale-iNur’da felsefe dendiği zaman, müspet fenlerin mana-i ismi ile ele alınıp düşünülmesine felsefe diyor Üstad. Yani mana-i ismi ile olunca o bahis o ders felsefi oluyor ve de şirk noktasında kapı açıyor. Esbapperestlik,tabiatperestlik gibi. Onun için medrese hayatında, Zübeyir ağabey de aynı şeyi söylüyordu, bugünkü cemiyetin üç tane hastalığı dedik ya,dünya, siyaset ve felsefi düşünce tarzı olmayacak. O medresenin medrese olması için. Varsa o zaman geniş dairede hizmetler denetlenecek,

karıştırılmayacak yani. Veya yok olacak, onlar bu asrın üç tanesi

olmayacak. Asr-ı Saadetin yolunda gayret edilecek. Bütün konuşmalar o olacak. Yani şimdi öyle değil. Bakın şunu astım ben medreseye, sohbetler nasıl olmalı diye. Yok. Dershaneye arkadaşlar geliyor, bakıyorsunuz kafasında ne varsa onları mevzu ediyor ders başlayıncaya kadar, susturamazsın. Biz öyle görmedik. Zübeyir ağabey de asla öyle kabul etmiyordu.

 

 

 

Soru: Onun içindir ki siz, o zaman olan medreseleri kendinize uygun görmediğinizde o medreselere gitmiyordunuz.

Evet. Şöyle yaptık. Baktık ki bazı arkadaşlar var. Bu anlayışa deyamet gösteriyorlar, bizim dediğimiz bu manaya. Gel ders yap diyorlar, gittik oralara, derse gittik. Yoksa rastgele herkesin isteğine uymadık, uyamazdık zaten. Çünkü o şekilde oradaki havaya uygun bir yoldan yürüyemeyiz. Mesul oluruz yani.

 

 

 

Soru: Tevruz’dan ayrıldınız.

Tevruz’dan ayrıldık, Yeni bir dershane, Medine apartmanına geçtik

orada. Oradan da Fındıkzade’ye geçtik. Orada epeyce kaldık. Oradan Zeyinburnu’ya geçtik, oradan da Fatih’e geçtik.

 

 

 

Soru: Peki, her ayrıldığınız dershaneyi bırakıyor musunuz, kapatıyor musunuz?

Arkadaşlara bırakıyoruz. Vakıflar yetişiyor, onlara emanet ediyoruz.

 

  

Soru: Tahiri Mutlu ağabey ile kaç sene kaldınız?

Zübeyir ağabeyden fazla. Zübeyir ağabeyden sonra 1977’ye vefatına kadar. Gündüz kaylule dersini yaptırdı, gece de ahirete gitti.

 

 

Soru: Tahiri ağabeyTevruz’a ne zaman geldi?

Evvela Haseki’ye geldi.

 

 

Soru: Siz Süleymaniye’den çıkınca Tahiri ağabey orada mıydı?

 Zaman zaman geliyordu. Fakat Haseki’de teksir çalışmasının başına geçti. Biz Tevruz’a geldik. O da bir süre sonra geldi. Vefatlarına kadar bulunduk.

 

 

Soru: Tahiri ağabeyi nasıl ifade edersiniz? Nasıl anlatırsınız?

Tahiri ağabey gıybetten çok kaçar. Hizmet bakımından ele alırsak, neşriyat dairesinde hep bulundu. Neşriyat dediğimiz de Risale-i Nur neşriyatı.

 

 

Soru: Zübeyir ağabey ve Tahiri ağabeyile beraber kaldınız. İkisinin beraber sohbetini hatırlar mısınız?

Tahiri ağabey istiyor ki ben hemen odama geçipte masa başına

geçmeyeyim. Ben de öyle alışmışım. Biraz ikindi namazından sonra oturup sohbet edelim. Ben nereden bileyim ki Tahiri ağabey öyle ister. “ahi, hemen kaçıp odana gidiyorsun. Biraz otur da sohbet edelim.” Oturduk.

Lahika mevzuunu açtık. Lahikalar nedir? Çok dikkatimi çekti. ‘Parası benden hemen gidip teksir makinesi alacaksın’ dedi. ‘Ağabey akşam oldu şimdi bütün binalar kapalıdır.’ ‘Yok, Allah bizim için bir binayı kapattırmaz.’ Hemen çıktım. Bizim Erol’a gittim. Bakırköy’de bizim bir arkadaşımız var onu buldum. Bize tüm dökümanları getirdi ve o makineyi hemen aldık. Tahiri ağabey ile lahikalar hazırladık. Lahikaları da biraz geniş tuttuk. Tahiri ağabey o günkü şartlarla zengin bir zat değil.

Bütün parasını verdi ve teksir makinesini getirtti biz de başladık. Bu

herkesin yapacağı fedakârlık tarzı değil. Tahiri ağabey bir şeyin

doğruluğunu anlayınca hemen onu icraata sokar.

 

 

Soru: Bu soruyusorunca aklımdan şöyle bir şey geçti. Tahiri ağabey ile Zübeyir ağabey karşı karşıya oturup birbirleriyle, ‘Hatırlıyor musun Üstad hazretleri…’diye başlayan sohbet ediyorlar…

Yok, o tarz yapmadılar. Zübeyir ağabeyin tarzı fedakârlık… Tahiri ağabeyin ise dini hayatta samimiyet.

 

 

 

Soru: Tevruz’dan ayrıldınız.

Tevruz’dan ayrıldık, Yeni bir dershane, Medine apartmanına geçtik

orada. Oradan da Fındıkzade’ye geçtik. Orada epeyce kaldık. Oradan Zeyinburnu’ya geçtik, oradan da Fatih’e geçtik.

 

 

 

Soru: Peki, herayrıldığınız dershaneyi bırakıyor musunuz, kapatıyor musunuz?

Arkadaşlara bırakıyoruz. Vakıflar yetişiyor, onlara emanet ediyoruz.

 

 

http://www.risalehaber.com/news_detail.php?id=86369

 

 

 

'Aydınlık' Gazetesini YENİ ASYA basıyor


Abdulkadir Badıllı Ağabeyin neşrettiği Muffasal Tarihce-i Hayat Kitabının

 NUR TALEBELERİNIN DAHİLİ DURUMLARI KISMINDAN :

 

 

NEDEN ÜSTAD BİR GAZETE ÇIKARTTIRMADI?

Üstâd Bediüzzaman Hazretleri, bilhassa 1950’den sonraki yıllarında CHP ve sol basın bütün şirret ve şiddetiyle onun aleyhinde iftiralar düzerek neşrettiği,Bunlara mukabil  o da ortaya atılan o kabil iftiralara şahsen veya talebeleri ve dostları vasıtasıyla cevab vermeye, o iftirayı bertaraf etmeye hizmet‑i Kur’ân noktasında mecbur olduğu halde; ve verdiği cevabların ekserisi gazetelerle neşredilmesi zahir hale göre kaçınılmaz iken, bu cevabların çok az bir kısmı, tek‑tük dost gazetelerde neşredilmiştir.

Düşünüyoruz da, acaba Hazret‑i Üstâd’ın bir tek işaretiyle ‑Bilhassa o sıra‑ bir kaç gazete kurulabilmesi imkân dahilinde iken ve Hazret‑i Üstâd basına da çok önem verdiği halde, neden Risale‑i Nur’un bütün mes’elelerini, düşmanların iftiralarına karşı olan cevabları dünyaya neşredebilecek Nur cemaatı adına bir gazetenin kurulmasına hiç bir teşebbüsü olmadı. Teşebbüs şöyle dursun, hiç bir işareti ve buna dair hiç bir hususî meyli de olmadı? Evet hiç olmadı... Hatta değil kendisinden gelen bir meyil, arzu ve işaret; onun dışında olarak talebelerinden gelen gazeteye dair bir niyeti dahi tasvib etmediğini yanında bulunmuş talebeleri ifade ediyorlar.

Abdullah Yeğin Ağabey diyor ki: Bir ara Salih Özcan ve diğer bazı hareketli zatlar, Üstâd’a gelerek bir gazete çıkarmak, (yani Nur cemaatı adına bir gazete çıkarmak) fetvasını Üstâd’dan almak istediler. Hazret‑i Üstâd bu zatları kırmadan şöyle buyurmuşlardı: “Ne zamanki Ayasofya yine câmi oldu, bizim de o zaman bir gazetemiz olabilir” diye Abdullah ağabey bizzat bize anlatmıştır.

Sair mevcut dost gazete sahiplerini de, okşayıp taltif eden bir çok ifade ve beyarıları yanında, onları daima bir olmaya, birlik olmaya ve hatta birleşerek tek bir gazete çıkarmaya teşvik ve nasihat etmiştir. Dost gazetelerde, Üstâd’ın bazı yazılarını, yani müdafaa ve bazı mektup parçalarını neşredilmesine de, zarurî’ zamanlar hariç, pek razı olmadığını görüyoruz. Zarurî zaman dediğimiz şey ise, 1950‑1956 arasıdır. Bir de hapiste bulunduğu sıralardaki müfterî gazetelerin yalanlarına karşı dost gazetelerin yaptığı neşriyatlarıdır. Bu gibi zamanlarda, meselâ devam eden Afyon Mahkemesi, Gençlik Rehberi ve Samsun mahkemeleri, ısparta’da açılan mahkemeler ve Üstâd’a şapka yüzünden verilen sıkıntılar vesair hadiselerin cereyan ettiği tarihler...

Lâkin arzettiğimiz veçhile fedakâr Nur talebeleri gerek bu meselede, gerekse sair hususlarda her şeye hazır iken: Hazret‑i Üstâd öyle bir gazetenin çıkarılması hususunda hiç bir meyli olmamış. Meyil şöyle dursun, hariçte tekevvün eden teşebbüslere de katılmamış ve desteklememiştir.

Acaba bu halin hikmeti ne idi?

Evet, bunun hikmetlerini ve esrarını gösteren; Üstâd’ın vefatından sekiz sene sonra, bir çok katı şartlar ve muhkem tedbirler altında çıkarılan ve ilk başta cemaat adına çıkarılmamış olduğuna azamî ihtiyat tedbirleri içerisinde gizletilen ve ilk ismi “ıttihad” ikinci ismi “Yeni Asya” gazetesinin Nur cemaatine getirdiği şâibeler, siyasî lekeler, dedikodular ve cemaât adını küçülten,manevi makamını küçükletir menfaatperestlik ittihamlarını celbeden hareket ve davranışları cereyan etmişti. Evet, adı geçen gazetenin ve onu çıkaranların şahısları hakkında gelmiş bir sürü menfi dedikodular Hazret‑i Bediüzzaman’ın Nur cemaatı adına çıkarılacak bir gazetenin şekline karşı gösterdiği tahazzür ve ihtisasının hikmetlerini böylece zaman göstermiş ve o hikmetler için kâfi gelmiştir. Başka bir hikmet aramaya da lüzum yoktur.

 

GAZETE ÇIKARMA İHTİYACI

Sene 1968, "Bugün" gazetesi gittikçe trajini yükseltmekte idi. Bu gazete bazı Nurcu muhar­rir zatların istediği ya­zıları, makaleyi neşretmiyordu.

Salih Özcan Bey, büyük bir gazete çıkarmanın kat'î lüzumu üzerinde duruyor ve her yeri dolaşıyor­du. İstanbul'daki gazetecilik meyilleri olan bazı Nurcu zatlar da Salih Özcan'ın bu fikrine iştirak ettiler ve "Bugün artık Nur cemaatının da bir gazetesi, yahut da yüksek trajlı kaliteli bir mecmuası olması zaruridir" dediler.

Salih Özcan ise, zaten bu işi hararetle arzu ediyor ve çalışıyordu. Kendisi­nin çıkarmakta olduğu "Hilal Mecmuası" varken, yine de bunu istiyordu. Çıkarılacak yeni gazetenin mali külfetinin tamamına yakın kısmını kendisinin deruhte edeceğini va'dediyordu.

 

MESELE ZÜBEYR AĞABEYE GÖTÜRÜLDÜ

Salih Özcan'ın ortaya atmış olduğu gazete fik­rini, Salih Özcan'la birlikte içinde Mustafa Polat’ın ve Avukat Bekir Berk’in de bulunduğu bir heyet Zübeyr Ağabeye götürdüler. Birçok sebep ve hadiseleri ve esbab-ı mucibeleri Zübeyr Ağabeye anlattılar. Uzun uzadıya konuşmalar oldu. Zübeyr Ağabey bu mevzu'da ikna edilmek isteniyordu.

Zübeyr Ağabey, bu gösterilen kısmen haklı, kısmen mübalağalı esbab-ı mucibelerin üzerinde epeyce düşündü. Bu arada Hazret-i Üstadın bu me­seledeki söz, ihtar, davranış ve hareketlerini de göz önünde bulundurdu. Nihayet, Nur cemaatı adına ve Nur talebelerini temsil eden bir gaze­tenin maddî âlemde çıkarılmasına suret-i katiyede Üstad'dan bir fetva, bir izin bulmanın mümkün olmadığını; fakat eskidenberi gazetecilikle uğraşan Salih Özcan ve Mustafa Polat gibi zatlar -ki zaten gazetecidirler- Kendi namlarına çı­karabilecekleri müstakim, ağır başlı, Nur davasının özünü savunacak bir mecmua veya gazetenin çıkarılmasına bazı şartlar çerçevesinde "evet!.." dedi.

Üstadımızın Nur talebeleri ve cemaatı adına ve onu temsil edecek bir ga­zetenin çıkarılmasına dair fetvası, izni olmadığını da kat'iyetle açıkladı. "Çünki bir gazete, ne olursa olsun, nihayet gazetedir. Kusurlar yapacaktır, hatalar ede­cektir. Hizibleştirmeyi netice verecektir.." dedi ve ağır bir şartname ile bunun te­mel prensiblerini ve kaidelerini yazıya döktü. "Bu kaideler dışında çıkacak bir ga­zetenin hiç bir zaman tanınmayacağını" da söyledi.

 

 

 

ZÜBEYR AĞABEYİN VEFATI

1971'de Zübeyr Ağabey vefat etti. Fakat Üstad'ı gibi o da hüzünlü ve mükedder gitti. Zübeyr Ağabey’in vefatından sonra, ihtilaf gediği biraz daha genişle­di. Çünki sağlığında açılan ihtilaf gediğini kapamak, muvazene ve itidali temin etmek için çırpınıp uğraştığı günlerde, gösterdiği ayrı ayrı tavır ve hareketlerine dayanan ve onun bu tavırlarını kendilerine istinadgâh kabul eden bazı fikirler de meydana çıktı. Müsbeti de Zübeyr Ağabey diyor, menfisi de Zübeyr Ağabey diyordu. O günlerden bu günlere kadar maalesef birçok ihtilaflar oldu ve ayrı gruplar teşekkül etti.

…Evet 1972 den 1984 lere kadar Türkiyede Nur Talebeleri iki ana grub halindedir. Bir tarafi siyasetci, gazeteci, akilci taraf.. Bir tarafi da siyasetsiz, telaşsiz, safi Nur hizmet şekli ve tarafi..

 

YENİ YENİ KİTABLAR VE PATLAMA

 

Gazete çıkmadan önce, bugün gazeteyi çıkaranların bile o günü bir evdeki bir ilmihalden bile gocunurlarken, gazete çıktıktan sonra, artık kucak kucak Risale-i Nurun dışında yazılmış kitablar, yani kendileri tarafından yazılan kitablar mecmualar, hatta resimli romanlar vesaireler dershaneleri ve evleri doldurdu. Risale-i Nurlar bunların yanında artık dolapta mahfuz bir me’haz kitabı halinde kaldı. Sair hüküm ve muameleler  hep bu yeni kitablardan ve yorumlardan ahzedilmeye başlandı. Belki arada sırada da bir teberrük kabilinde Nurlarda okunabiliyordu.

Hazret-i Bediüzzaman olan Üstad ise, halbuki hayatında en çok üzerinde durdugu ve Nur talebelerinin sadakatkarlıklarına en mühim bir miryar kabul ettigi bir hususda , Risale-i Nurdan başka, diger kitablara bakmamaktı. Hele Nur talebelerinden müellif kesilip telifat yapmak ise , Nur talebeleri için asla mesağli degildi.

 

Lakin bu yeni metod ile başka kitap mevzuunda, hatta telifat mevzuunda fetvalarla ortaya çıkan Nurcu bazı zatlar fetvacı göründüler. Balık yumurtlar gibi piyasaya kitab yumurtlamak lazımdır denildi. Nur Talebelerinden bazı alimlerimizde bu işe fetva  verdiler, hatta kendileride bu kampanyaya katılarak kitap telifine başladılar… ve maalesef söyliyelim ki, Üstadın hizmetkarı olan sadık ve sıddık bazı zatlar da bu ise müdaheleye dair hareketten çekindiler. Hatta müdahele etmedikleri gibi, durup seyircide kaldılar ve hatta diyebiliriz ki, zaman zaman bu işe karşı mülayemetkar tavırlarda gösterdiler.

 

GAZETE CENAHINDA BÜYÜK PATLAMA

1985 lere kadar gazete cenahı ve gurubu maddeten ve sayı bakımından çoktu ve büyüktü. Malı-mülkü, matbaası, paraları ve herşeyi çoktu. Yaptıkları ufak bir işi, yahut hizmet gibi görünen bir meseleyi, büyük şaşaalarla gazete ile yapıyorlardı. Propaganda işinde çok mahir idiler. Kongreler yapmakta, siyasilerle serbest görüşebilmede imkanları mevcuttu. Fakat bunların bu siyasi kongreler niteligindeki istişare toplantılarında, bünyelerinden çıkmıs kimselerinde artık serbestce söz söyliyenleri, açık tenkid edenleride çoğalmıştı. Gazete ve etrafında, ilk başta bütün Nur talebelerinin hakkı ve katkısıyla toplanmış olan büyük bir mal varlığı kendilerinde mevcuttu.

 

Gazetnin idaresini elinde tutan üçler, kendi aralarında düşünüp taşındılar. Her güpn biraz daha tenkid ve tenkidcileri artıyordu. Istişarelerde bir çok insan söz sahibi olmaktaydı. Bu durum meshur üçlerin işine hiçde gelmiyordu. Ne yapalım, ne edelim gibi tedbirlerle daima başta ve söz sahibi makamnında bırakabiliriz“ deyip düşündüler.

Karar: Bizim büyük selahiyetimizi kısıtlıyan ve kısıtlayacak olan, idareyi kısmende olsa elimizen alabilecek niteliğindeki bazı mühim şahsiyetleri bir oyun ile iskartaya çıkarttıktan sonra, uzun ferahlı bir nefes alabilir ve serbest kalabiliriz dediler. Bu arada kendilerini Üstadın talebesi, hatta hizmetkarları olduklarınıda, yer yer gizli aşikar propagandalarla neşrettirmeye başladılar.

 

PLAN TATBİK EDİLDİ

1985de Istanbulda yapılacak olan mühim ve büyük bir istişare toplantısında, gazete ve etrafında toplanmış vakıf malı olan mal varlıgı mevzuu ele alınacak ve kesin bir karara bağlanacaktı. Bu büyük toplantıda az önce de başka bir yerde, mevzii bir toplantı gündemde idi.Ber-mutad, her zaman basta gazeteci kimseler, herkesten önce bu toplantıda hazır bulunacaklardı.

Toplantı günü oldu. Ortada hiç bir sebeb yokken, bir baktılarki gazeteci kimselerden hiç kimse yok..ve bir duyuldu ki, Istanbulda hususi bir toplantı tertiplenmiş ve gazetenin cemaat vakfı olan bütün mal-varlıgı kendi aralarında teşkil ettikleri bir şirkete devredilmiştir.

Tabii oyun gayet mahirane ve muvaffakiyetle oynandı, iş bitti. Eyvahlarında bir faydası kalmadı.

 

BİRE YÜZ KAYBETTİLER

Gezeteciler bu oyun ile gerçi bir iki bin lira, matbaa makineleri vesaire maddi bir mikdar mal – fakat vakıf malı – ellerine gecirdiler. Lakin cemaatin malı olan bu vakıf malını, cemaatin rızası hilafina alıp üstüne oturup tasarruf etme cinayetini irtikab ettikleri gibi, büyük bir cemaat, hemde gazete etrafinda toplanmış bütün o yekün malda büyük büyük payı, büyük büyük hisseleri , büyük büyük hizmetleri olan azim bir cemaat kaybettiler.Bir kazandılarsa, doksandokuzu kaybettiler. çünkü onlarla beraber olan cemaatin yüzde sekseni onlardan ayrıldı….

 

VAKIF MALI

Hani bu mallar vakıf malıydı. Bu vakfa iştirak edenler yüzlerce binlerce insandı. Oysa bu vakıf cemaata ait bir vakıftı. Gerçi bir resmi tarafı yoktu. I’timada binaen bunlara teslim edilmiş bir maldı. Amma ilm-i ilahide ve bir çok insanların yanında bu böyle idi, böyle itikad ediliyordu. Bu adamlarında sözde Üstad diye tanıdıkları Hazret-I Bediüzzaman 17. Lem’ada mealen “Bir cemaate ait vakıf mallarını bir kaç kisi zabtetse zulümdür” hükmü vardı.Hükmü vardı amma , ya teviler ya cerbezeler veya yorumlar!..

Insanlar acaba ne için bu sukutlu hale giriftar oluyor? Nasıl apaçık bu ihlassızlığa düşebiliyor?

Elcevab: Hazreti Üstad Bediüzzaman buyurmustur ki: “Siyaset ihlası bozar!..”

Evet bu istifhamın tek izahı, bu sualin yegane cevabı tek kelimedir: Siyaset!

 

Bu yazı Mufassal Tarihçe-i Hayat /A. BADILLI)

kitabından telhisen alınmıştır...

 

 

3. 

 

 

ZÜBEYİR GÜNDÜZALP AĞABEYİN HİZMET ANLAYIŞI

(1967-1971 Devresi)

 

 

Birinci Sual: Süleymaniye medresesinden Zübeyir Ağabeyin Rüştü Ağabeyle beraber neden ayrıldığı hakkında hakkında bana soruyorsu­nuz öyle mi?

 

Evet, Zübeyir Ağabey kaç yılında geldi tam hatırlıyamıyorum ama 1962 mi o devrededir.

Biz o zaman aşağıda çay içtiğimiz falan birşey yaptığımız arka odada balık istifi yatıyoruz. Hatta orada yukarısı yok muydu, yukarısı vardı elbette. Ahmet Ağabey kendi odasında yatıyor, ötekisinde de o devrede Abdülkafi falan vardı.

Arkadaşlarla, bizim yerimiz aşağıdaydı, orada kalabalık yatıyo­ruz. Aşa­ğıda kaldığımız zamanlarda ben bir rüya görmüştüm. Orada bizim bir askı var. Herkesin elbisesi o odada orada, şimdiki gibi herkesin hususi odası, hu­susi yatağı, hususi askısı, yok öyle şey. Baktım rüyada bir kumandan kaputu var. –rüya bu ya– Zübeyir Ağabeyin olduğunu biliyo­rum. –Zübeyir Abi de o sıralar yeni geldi, daha hiç birimiz bilmiyoruz. Yani Zübeyir Ağabeyin Üs­tadın yakın bir tale­besi, sözü geçer bir talebesi olduğu husu­sunda, yeterli bir bilgimiz yok o da orada yukarıda kalıyor.–

Hatta ben bir ara Birinci'den sordum. Üs­tad vefat etti, ağabeyler içeri­sinde böyle sözünü dinleyeceğimiz biraz di­rayetli kim olabilir dedim. Şöyle biraz düşündü, adı çok geçtiği için Hüsrev Ağabey olabilir dedi. Bende onu diyecek­tim. Yani o zamanlar en çok bilinen, Hüsrev Ağa­bey, Risalelerde daha çok onun ismi geçiyor. Biz de birşey demedik zaten. Hüsrev Ağabeyi görmüş filan da değilim zaten kitaplarda ismi yazılı bu ahval içinde iken işte o kaputu görüyorum. Kaput'da Zübeyir Ağabeyin olduğunu, Zübeyir Ağabey sivil, niye yani sivil kaput var diyorum. Kumandan kaputu diye düşünüyo­rum ama bizimkilerin arasına karışır, iyisimi bunu çıkartayım, buraya teslim edeyim, aldım kaputu yukarı Zübeyir Ağabeyin kapısına çıktım. Ben daha kapıyı tıklamadan o güya benim aşağıda kaputum var, git getir, vazifelen­dirmiş bekler gibi kapıyı açtı . Vakur bir çehreyle, kaputa doğru elini uzattı. Daha ben niçin geldim niye geldim, yukarıda kapıyıda tıklamış değilim ma­nidar bir şey yani. o kaput benimdir, bende biliyordum, der gibi birşey olu­yor. Bende orada yani Zübeyir Ağabeyin bu şekilde kaputa sahip çıkması, artık onun vereyim demem gerekirken ben güya onu bu şekliyle bilmediğimi kabul eder tarzında dedim: Ağabey sizin kaputunuz aşağıda kaldı dedim. Size getirdim dedim. Evet hayır birşey demedi o vakur çehresiyle aldı oda­sında bir yere koydu, ben döndüm aşağıya indim.

Sonra uyanınca bu rüyaya göre bu bir işarettir dedim. Zübeyir Ağabey Üstadın böyle hizmet hayatında bulunmuştur, herhalde ileri derecede bir du­rumu var. Hatta bir defasında, Süleymaniyede benim küçük oda var, yuka­rıda bir odunluk var, orasını oda yaptık ben orada çalışıyorum, orada yatıyo­rum. Üst tarafta da banyo ve tuvalet var, bazan da damladığı oluyor. Sonra orada Zübeyir ağabeyi tıraş ettiğim oldu. O odada tıraş ettim galiba.

Bir gün medresede Tahir Ağabey rast geldi, bir mesele sordum Tahir Ağabeye, ne sorduğumu hatırlamıyorum şimdi.. –O sıralar Ispartada oturuyor– Devamlı gidip geliyor mu yoksa, bazen çağrılıp geldiği oluyor mu bilmiyorum. Ondan sonra, dedimki bu mesele hakkında ne dersin, ama meseleyi bilmiyorum şimdi. Sene 1961, 1962 mi, geliş tarihinden sonra, bu benim dediğim, benim yukarıya çıkmam 1964 müdür, tam bilemiyeceğim. Zaman geçiyor, yani evvela aşağıda bir bir talim yaptık, ondan sonra yukarı çıktık.

Tahirî Ağabey dedi ki:

“Ahi bu ve buna benzer meseleler ince ve derindir, biz bilemeyiz. –Biz derken Üstad Hazretlerinin yanında bulunan diğer hizmetkarlarını kastedi­yordu– Ancak Zübeyir Efendi bilir. Çünkü, herbir büyük zatın bir sır katibi olur, Zübeyir Ağabey Üstadımızın sır katibiydi. Sualine cevap verir vermez, sorduğun soruyu söyler söylemez onu bilmem dedi. –demek sorum nazik bir sualmiş– Ondan sonra, biz Üstadın yanında kaldığımız zamanlarda abdest almak vesaire gibi şeylerde, dışarda bulunuruz. Fakat, Zübeyir Efendi çok kere yanında olur, sohbet eder. Gelen birileri olsa bile, o yanında olur, o onun yani en yakınıdır.” dedi.

Şimdi düşündüm böyle koskoca bir Ağabey, veli, Zübeyir Ağabeyden yaşlı, ben o zaman hayli gencim. Tahir Ağabey genç bir Nurcuya, Zübeyir Ağabeyi nazara veriyor. Benim nazarımda kendisini aşağı indiriyor. Bugün bu tarz Nurcular olsa Türkiyenin durumu ne olur, değil mi? Düşünün yani o zamandan beri hala o hatıranın bu cephesiylede tesirindeyim. Yani enaniyeti ya yok, ya öldürdü. Öldürmesine, çalışmış değil, teşekkül etmemiş gibi birşey yani bilemiyorum.

Biz orada işte epeyce şu bu vesaire derken, 1966 yılı, benim bilgime göre tam bilemem, tarihleri bilemiyorum, 1966’nın sonu 1967’nin başı gibi geliyor. Bildiğime göre Zübeyir Ağabey arasıra bana gelir, kapıyı tıklar, ka­pıyı tıkladığı zaman, Zübeyir Ağabeyin geldiğini anlarız. Ancak biz kapıyı tıklayıp girmeyiz, sadece Zübeyir Ağabey öyle yapar. Ondan sonra ben yine tecahül-ü arifane Ağabey buyurun gelin falan derim. Gelir bakarsın elinde bir çay var. Yukarıda çay yapmış kendisine, fişli ocakla, ondan sonra sana da bir tane getiriyor. Çay, ondan sonra yahut birşey için gelmişiz, konuşuyoruz, oturuyoruz derken bir kaç defa böyle oldu.

Aradan zaman geçti yine böyle bir sefer geldi. Fakat bu geliş farklı, öyle bizim ihtiyarımıza bırakarak demiyor, emir tarzında diyor ki: “Sen kardeş, şu medreseye git” diyor bana. Gidermisin demiyor. Hasekide Galip Gigin var. Nurtan Matbaası sahibi. Onun Hasekide bir dairesi var, dairesi dersane olsun istiyor. Zübeyr Abiye veriyor. Bu yeri Zübeyir Ağabey epeyce kapalı tuttu, epey bir zaman kapalı tuttu. Biz Kirazlı Mescid sokağındaki medre­sede iç içe yatıyoruz. O medrese orada boş duruyor. Ben hemen, niçin gide­ceğim hepimiz burdayız, tek başıma ne yapacağım orada. Nedüşündüm ne de böyle birşey sordum. “Git git.” Hemen oradan ben kendime ait şeyleri al­dım, doğru oraya gittim yerleştim.

 

 

Soru: Peki sizin orada kalanlarla anlaşmazlığınız mı vardı? Zübeyr Abinin git demesinin sebebi neydi?

 

Hayır anlaşmazlığımız yoktu. Git demesindeki sebebi, başta birşey an­lamadım sonra anladım. Ondan sonra ben gittim yerleştim oraya.

Bizim anlaşmamız derken biz eskiden beri ordaki bildiğimiz ve bilinen arkadaşlar arasında, düşünce yapımız ve beşeri münasebetlerimizin şekli.

Kendi henüz Süleymaniyede, Süleymaniyede onun güzel bir yeri var, Güneş alır. Biz odunluk kısmında kalıyoruz penceremiz birbirine bakar ve benim odam ne birinci kattır, ne ikinci kattır. İkisinin arasında bir yerdir be­nimkisi ve kapılarıda biribirine nazırdır. Biz komşuyuz yani.

 

 

Soru: Size Süleymaniyedeki odayı nasıl tahsis ettiler. Yani umumi bir yerde değilde farklı bir yerde?

 

Cevap: Hatırımda kaldığına göre, çünkü ben geçmişle o kadar alakadar değilim, ve ben bazan daktilo filan yazıyorum, birşeyler hazırlıyorum, birşeyler yapıyorum, böyle çalışmalarım var. Bu sebeple tenha bir yer bana gerekiyor. Hizmet sahası itibariyle onun için oraya ben yerleştim.

Ondan sonra... bizim Süleymaniyedeki hayatımızda evvela hiç kimse birşey sezmiyor, yani ayrı bir beraberlik içindeyiz. Zübeyir Ağabey olduğu için benim meselem yok, fakat su ve yağ gibiyiz diye tabir edebilirim. Ve düşünce biçimi ve düşünce kalitesi ve Risale-i Nuru okuma, onu inceleme hususunda ben yani bu cihetten arkadaşlık yapacak olduğum pek kimseler orada yok.

Beşeri münasebetlerde ve insanî münasebetlerde, bir tahakküm tarzı gö­rüyorum, o da bana gitmez. Daha sonra onun için bir farklılığımız var, ama bunu hiç sezdirmiyoruz, devamlı bir ve beraberlik içindeyiz. Derken hiz­metler falan devam ediyor, işte neşriyatlar falan onlar ayrı mesele,

Sonra ben gittim aradan birkaç gün geçti, günün miktarını bilemem 3 gün 5 gün bir hafta bilemiyorum. Birkaç gün az bir zaman geçti kapı çalındı, ben tek başımayım, orada bir odayı seçtim oturuyorum. Kapı çaldı, kapıyı açtım baktım Zübeyir Ağabey geldi. Ev o kadar mefruşatlı değil, bizim odada kaldığım yer var, orada oturduk.

–Dedi: Kardeş burada iyi oda hangisi.

–Dedim ki: Ben bu odayı seçtim,

Güneş bakımından rutubet şiddetli, Zübeyir Ağabey hasta zaten.

–Dedi ki: Bende burada kalsam. Beraber kalsak, aynı odada.

Ben ise, bu odayı kalması için ona bıraktım. Hemen onun eşyalarını ha­zırladım yerleştirdim ve o odayı terkettim. Karşıya salon kısmına geçtim. Artık Zübeyir Ağabey de burada kalmaya başladı. Ha oraya Eyüp’te geldi ve o da kalmaya başladı. İlk Zübeyir Ağabey tek geldi. Ha şu da geldi, bunu da gönderiyor, ha bu şeyi getir. Yani tabir caiz ise, kuş yuvasını yaparken ağziyle birşeyler taşır küçük küçük, cam içine yuva yapıyor adeta.

Yavaş yavaş baktım Zübeyir Ağabeyin elîm dertleri var, açıklayacak ol­duğu şeyleri var, sonra baktım ki bunu toptan söyleyemiyor. Baktımki Zübeyir Ağabey oradaki kadronun, dizginlendiği, yöneldiği yol ve hareket tarzını, beğenmiyor.

Ve orada kalırsa; –sonradan bunları hususi sohbetini ederken, konuşur­ken anlıyorum– Anadolu'daki Nurcular Zübeyir Ağabeyin beraberliğinde diye düşünüp hoşlanmadığı ve mesleğe ters düşen, zarar veren hareketleri, Zübeyir Ağabeyin nezaretinde ve kabulünde anlamalarıyla mesul olmak se­bebiyle ciddiyetini anlayınca, mecbur kalıyor ayrılmaya.Merhum Mehmet Kuru’nun o güzel delik delik şeylerle duvarları tecrid ettiği ve güneş alan yerden, Boğazdan devamlı esinti alan güzel semt Süleymaniyeden, bu sıh­hatine çok ters rutubet merkezine geldi. Yani mecbur geldi, ama o tarafa hiç sezdirmiyor, demiyor, amma o taraftaki bizim arkadaşlar sezdiler bunu, du­rumu sezdiler.

Burada merkez nokta şu.. Oradan bizim çıkışımız; Zübeyir Ağabeyin tercihi, bu benim terciğim değil. Orada kalınması halinde, orada eskiden beri devam ede gelen malum arkadaşlar, hareketinin teşviki ve beraber görünme­nin ve bunun umum efkare ammeye aksettirilmesinin getireceği mesuliyetin şuurunda... ve bunu (o tarz hizmeti) hiç benimsemiyor ve bize de yavaş ya­vaş orada uyandırma yapacak, yavaş yavaş ama tedrici.

Ve birde Urfa'ya gitmek diye bir düşüncesi varmış. Ha onu bana sonra teklif etti. Şimdi bu mesele gittikçe açıklandı. Artık birleştik fikir yapımız ve gayemiz ve endişelenme hususunda, ortaklaştık. Ama, benim Zübeyir Ağa­beyin yani manevi gücü varlığını kabul ettiğim tarzıyla, hani gemilerin arka­sında –patele diyoruz, bizim kendi lisanımızla– bağlarlar, küçük bir şey, ka­yıkçık.O büyük dalgalarda o büyük gemi, küçüğü de filan, zararsız hale ge­tirir. Arkadaki patele onun beraberinde gider, fazla bir şey çekmez, yani dal­gayla vuruşmaz. Benim vaziyetim o anda öyle, arkadan gidiyoruz, biz takıl­dık oradan.

Ondan sonra bana dedi ki: Ne kadar paramız var?

–Dedim ki: Ağabey 3000 bin lira var.

–Bizim memlekette bir dağ var, hükümet o zamanda oraya radar yaptı, istimlak parası ödedi bize. O dağ'dan kalma 3000 bin lira param var. Şu an için, ölçersek epey büyük para. Babadan kalmış oluyor. Ama bu yoldan doğ­rudan doğruya hizmet hayatının içerisinde harcanmasına veriyorum. Benim param ama, hizmet içindeyim, çünkü ben vakıfım. Artık bu paranın başka bir şekli olamaz, onun için benden soruyor. Çünkü bizim ........ hizmetle hiç münasebetimiz yok, oradan gelme para elimizde hiç yok, buna rağmen Zübeyir Ağabey sordu benden, yani ne kadar paramız var diye.

–Dedi: Gizlice, ikimiz Urfa'ya kaçacağız, ne diyorsun?

Buradan Urfaya kaçmasının hikmetlerini sormadım, sormaya da niyetim yok benim, fakat sormadığımın sebeplerinden birisi de... niçin kaçacağımızı önceden daha evvelden görüştüğümüz için, dertlerimizi ortaklaştığımız için o babta benim mevcut bilgim bana yeterli, kaçmamızın sebebi İstanbul’dan uzaklaşacağız.

Çünkü Anadoluya bir lâhika ile veya onları celbederek, durumu ileri ge­len Nurculara anlatma tercihini yapmıyoruz. Ya böyle yapmalıyız, ya da açık açık anlatmalıyız.

Urfa’da böyle bir faaliyet başlayınca, belli bir zaman sonra diyecekler ki, İstanbul bir şeyler yapıyor. Zübeyir Ağabeyde Urfa’da bir şeyler yapıyor demek alâkaları yok. Nedir bu acaba? Belki Urfaya gidip sorabileceklerdir.

İkincisi de Urfada Abdulkadir Badıllı Ağabeyin bir eski teksir makinasi var, bizim hiç imkanımız yok o cihetten. Oradan lâhika neşredeceğiz. Fakat kibar lâhika neşredeceğiz ama Zübeyir Ağabeyin uslubuyla, Nurlardan aldığı dersiyle bunu gören Nurcuların bir kısmı en azından çalışan bir kısmı şunu anlıyacak, “İstanbuldaki faaliyet ile bu lâhika arasında pek tutarlılık yok” dedirtebileceğiz.

Çok açık değil, bütün bütünde kapalı değil tarzında bir niyet olduğunu bildiğim için böyle bir sual sorma ihtiyacını duymadım, neden diye.

Çünkü zaman zaman gece yarısına kadar konuşmamız devam ediyor kendi odasında, kimse de bize gelmiyor. Kimsiniz, nesiniz ne yapıyorsunuz efendiler, niye buraya gelmiyorsunuz diye, hiç kimsenin alâkası yok, bir cur­cuna çıktı ortaya, herkesin dikkati orada toplanıyor her halde.

Sonradan işitiyoruz ki, bizimkiler de “Zübeyir Ağabey şimdi orada meş­guller, rahatsız etmeyiniz, gitmeyiniz” falan gibi sözler söylüyorlar.

Zübeyir Ağabey yasak bölge yaptı zaten orasını, kapıyı herkese açmıyor. Fakat daha ince meseleler olarak, neler düşünüyor, neye yasak bölge yaptı­ğının da, bütün derinliklerini bilmiyorum.

Şimdilerde bazıları böyle siyasi sahada yürüyen bizim arkadaşlar, anla­yışları olarak, yani matbuatda falan rastlıyoruz, bu Zübeyir Ağabeyin ayrılı­şına başka bir yön, başka bir mana başka bir maksat veriyorlar, aslı astarı yok bunların anlattıkları hikaye.

Ondan sonra Urfa’ya gitme hususunda iyi olur, gidelim falan demedim. Yani ne olacak dedim ne yapacağız? O gayeyle daha önceden görüşüyor ko­nuşuyoruz ya, o manada yani ne çıkacak yani neticede elimizden ne gelir? gibilerden.

Öyle ben pek meyil göstermediğimi anlayınca, vazgeçti o düşünceden. Yani o cihette ısrar etmedi. Fakat akşam sabah düşünüyor, ne yapacağız çare ne diye.

Bu arada bizden neşriyatı da kestiler. Biz hazırlıyorduk onu da kestiler bizden. Yani bize bir bakıma ambargo. Ne diyorlar, hazelehüm...

 

Tahminen 1967, 1968 lerde mi galiba, galiba öyle. Çünkü biz 1969 larda Tevruza geçtik.

Hatta o zamanlar Büyükçekmece taraflarında, bir deniz kıyısının bur­nunda kamp meselesi, var. Bir şeyler yapılmış tabancalar silahlı atışlar falan yapılmış. Zübeyir Ağabey çok şiddetli kızıyor.

–Diyor: Git lügatları getir, lügatları aç, kamp kelimesini aç diyor.

Açıyoruz kamp kelimesini, bir de açıyor plaj kelimesini.. ikisinin mana­sını okuyoruz, okuyor Zübeyir Ağabey okuyor. Plaj: Deniz kenarında, plajda....., o lugatı okuyor, aha diyor “bunların yaptığı plaj” diyor. Bir resim çıkardı, nasıl çektirdi, nereden buldu, bilmiyorum, denizde yüzer iken şeyle­rin, bak diyor bak diyor, yani bizim hissimizi hazırlıyor.

Böyle biz o zaman genciz, ondan sonra kampı okuyor, bak diyor deniz kenarında değil diyor, başka bir sahada, ağaçlıklar arasında falan diyor, her halukarda bu hareketi tenkit için bahane arıyor, tenkit bahanesi arıyor, Zübeyir Ağabey tâ lügatlara kadar giderek.

 

 

Soru: Zübeyir Ağabey gerçekten herşeyi kahramanane söyleyen bi­risiydi, yani bunlara bu yanlışlarını açıktan niye söylemedi?.

 

Cevap: Ben bu hususta kendisinden bir sual sorup cevap almadığım gibi, sormadığımdan konuşmaları arasında da bir açıklama yapmadı.

Fakat zaman zaman böyle derdi, “Beni devreye koyma sen tampon ol.” Ve kapıları içinden takviye yaptırdı.

Bizim arkadaşların bu manzarada, bu hadisede görünen tehlikenin dü­şünce sahipleri diye asla düşünmem. Fakat Zübeyr Abi işin başka yönlerini, başka parmaklarını hesap ediyor. Beynelmilel bir cereyan meselesini düşü­nüyor. Bizimkilerin bu cihetten fazla haberleri yok.

Hatta yazmış olduğu bir mektupta, muhtevasını da kimseye demedim. Kimseye hala demekte istemiyorum. Gereksiz şimdi artık.

Benimle istişare etti. Tevruz’dayken artık son devreleri, ben okudum DEHŞETE kapıldım, açık, ayan beyan isimlerle hadisenin özünü şey yapa­rak böyle anlatıyor ve bunu yazdı.

Sen yani bunu bana, neden açıklamıyor dedin. Özel manada, bunu yazıp yani ben tasvip etseydim, evet deseydim o zaman derdim. Bir toplantıda, Zübeyir Ağabeyin vefatından sonra, Tevruzda bir toplantıda, yolda Sungur Ağabeye anlattım.

–Dedim: Benim öyle bir niyetim olsaydı muhalefet ederdim, bak dedim öyle bir durum olsaydı yapmazdım, tamam Zübeyir Ağabey derdim. Baktım çok dehşetli, ortak olamadım.

Zübeyir Ağabey, bu sefer ne yapmak lazım dedi. –mektup hakkında ne yapmak lazım diye söylüyor– Benim ağzımdan hiç birşey çıkmadı. Yani o an için yarım şok gibiyim. Zübeyir Ağabeyde artık kılıncını çekmiş gibi bir vaziyet.

Yani bu kadar sene perdeli perdeli giderken, bunu da bizim arkadaşlar dışarıya çıkartmazlar, çünkü bunu dışarıya çıkartmak, bunları toptan imha eder.

Zübeyir Ağabey bunun hesabını yapıyor, anlaşılan Zübeyir Ağabey bi­zim arkadaşlardan çekinmiyor başka taraftan çekiniyor.

Onun için bunu onlara verecek bu yazıyı evet desem, usulden yazaca­ğım, bunu güzel bir nüsha bana, bir nüsha kendisine, bir nüshada onlara gönderecek, ona orada bakacaklar ve hemen imha edecekler haliyle, ister istemez.

Ama bu mektuptan sonra nasıl bir tavır takınacaklar. O ise bilinmiyor. Peki ne yaptık, soba yanıyordu orada... Sobaya parmağımı diktim, bir şey demedim diyemedim, ağzımdan ne evet ne hayır, sukut... O zaman biraz dü­şündü, böyle biraz müteessir oldu, –şöyle elini havada bir salladı– peki dedi. O zaman öbür tarafa döndü darılır gibi yaptı biraz.

Bu manzara karşısında tamam abi demem gerekirken, ne kadar tesirinde kalmışım ki mektubun, hemen sobaya attım!.. O an için mektubun açıkta bulunmasına tahammülüm yok.

 

 

Soru: Ağabey mektubun detayları değil, ama neye karşı ikaz vardı? Ondan nasıl bir ders çıkartabiliriz. Mektubun muhtevasını açıklamı­yorsunuz, biz ondan nasıl bir ders çıkartmalıyız?

 

Nur talebelerini neye nasıl bakmak. İkaz yok, olan hadisenin ana yapısını anlatıyor. Yani bu bizim arkadaşların tuttuğu bu yol, Risale'i Nurun yoluna uygun değil ters. Onun için onlara dönünüz-mönünüz filan demiyor da bu var.

Biz bazan beraber çıkıyorduk, bizim arkadaşlarımız beraber çıkışımız­dan müteessir oluyorlardı. Yani aksulamel oluyordu. Senelerdir alıştıkları bir şey, şimdi kendilerinden uzaklaşıyoruz. Tabi onlara yanaşmıyor bunu da biliyorlar. Zübeyir Ağabeyin düşüncelerini dışarıya aktarmıyorlar, onun için yani böyle bir yoldan gidiyoruz yani orta tarzda.

Şimdi Zübeyir Ağabey oradayken, bu arkadaşlara yalnız olarak bir sefer konuşmaya gitti. Gitti ve döndü odaya girdik bana anlattı neleri teklif etti­ğini. Bu arkadaşlarımıza, şunu teklif etmiş:

“Tamam, dedim tamam da ama nasıl tamam. Siz hepiniz, yaptığınızı ya­pın tamam kabul. Fakat Risale-i Nurun hizmet hayatını, neşriyatı, medreseyi bize bırakın, siz de o işleri yapın, gene kardeşiz, hiçbir iğbirar duymayaca­ğım dedim. Bana estağfurullah, estağfurullah çektiler”dedi.

Peki yani, estağfurullah, ne demek –yani Zübeyir Ağabeyin verdiği isti­kamete– evet mi , hayır mı?..

Yani şöyle mi, siz neşriyatı geniş daire ile irtibatlı olun zaten. Evet ders­hane hayatını ayırın. Çünkü sizin yaptığınızın iyilikler varsa, geniş daire içinde hizmetler olabilir. Belli bir ölçü içersinde olmak şartıyla, bid’atlara taviz vermemek kaydıyla, Risale i Nur mesleği yolunda geniş dairede bir yol olabilir, ama buradaki faydanın yanı başında. Âlem-i İslâm muvacehesinde belli bir guruplar var, zararda olacak.

Gazeteci hele ehvenüşşerri de yapacak, bazılarına destekliyeceksin bu hususi bir görüşme değil ki, matbuat yoluyla çıkacaksın siter istemez. Şu anda siyasi hayatın tamamen yapısı ve ruhu tarafgirlik. Benden olduğu za­man meleksin, bana muhalefet ettiğin zaman şeytansın, demiyor mu Üstad, bu kanun olmuş.

Şimdi Risale-i Nurda böyle sahada Risale-i Nur hareketi olarak görme­mek lazım. O zaman ne yaparsınız nurun namına olmadan bir mevkute çı­kartırsınız, biraz İttihad-ı İslâmı içine alacak şekilde, ama zaruri hallerde ar­tık tercih siyaseti ehvenüşşer makamında, tasvib makamında değil, tercih makamında ve aynen Nurun dediğini de koyacaksınız, ve bu şekliyle geniş bir dairededen bir zarar nura mal olmıyacak.

Ondan sonra, efendim, onun için yani iyiliklerde, Nurculuk hepimizin istifade edelim, zararlı olan şeyler de dar sahada kalsın. Maalesef bu olmadı o zaman.

Zübeyir Ağabey ile kaldığımız, yani o özel kaldığımız durumu siz sayar­sanız 1967, 1968, 1969, 1970 ...1970’i saymıyalım, net üç sene, en dalgalı devre. Üç, üçbuçuk sene diyelim, biz. Çok dertli ve sıkıntılı hayat geçirdi. Çok ama, o uzun çeker bunun teferruatına gerek yok şimdi, geçmiş gitmiş bu. Madem sordunuz cevap veriyorum, cevap veriyorum derken, zekatın zekatınıda vermiyorum, yani aslında gerek de görmüyorum.

Zübeyr Ağabey ehl-i dünyaya Risale-i Nurun meseleleri ile cevap ver­meyi, gazete yoluyla veya neşir tarzında tasvip ediyordu, gazete yoluyla mülahaza ediyordu. Fakat gazete verilen istikamet üzere gitseydi.

Mesela bir hadiseyi anlatayım:

Merhum Zübeyir Ağabey merhum Mustafa Polatı çağırdı, o da gazetede idareci ya. Bak kardaşım dedi, hususi bir odadayız, diğer arkadaşlarımız da beraberiz.

“Şimdi gardaş dedi altı ay hiç Risale-i Nurdan hiç bahsetmiyeceksiniz.” Gözüm kulağımla haber veriyorum bunu ben. Zübeyir Ağabeyin gazeteye verdiği, vermek istediği mecranın ana yapısı bu. –Risale-i Nur’da gazete yok değil var, fakat ne biçim var, meselemiz bu.–

“Şimdi ilk çıkan mevkuteyi, –mevkute demekte gazete, mecmuayı içine aldı– halk hangi cemaatındır acaba diye merak eder. Hatta ilk olarak hangi cemaatındır diye sorarız?. Şimdi ilk çıktığınız halde Risale-i Nur diye çıkar­sanız, ha bu Nurcularındır derler. Gazetemiz bir şey yapamaz o zaman aka­mete gider ve de mesleğe de zararlar gelir.

Ama altı ay birşey yazmadınız, haklı olarak İslâm Dünyasına yapılan za­rarlı tecavüzlere karşı çıktınız. Herhalde o zaman müslümanların şahsında İslâma hücum vardır, o zaman şunu diyecekler, yani her haklı olan müslümanı müdafa ettiği cihetle İslâm dünyasını esas alıyor. İslâm Birliğini esas alan bir gazete, örnek bir gazete diyecekler, sahip çıkacaklar. Sonra bu altı ay sonra bir müdafaa neşredersiniz. Bir Risale-i Nur talebesine bir şey yapıldığında müdafaada bulunsanız, zaten bu müslümanları müdafaa ediyor, halbuki Nurculuğu da müdafa edecek diyeceklerdir.”

Yani o zaman gazete –bu 19 maddede yazılı– Risale-i Nur namına ortaya konulmıyacak.

Nurcu, asker olabilir, gazeteci olabilir, partici olabilir, bakkal olabilir, hepsi olabilir. Ama bu neci olarak bulunduğu sıfatı ne ise, kendisinin sıfatı­dır. Ama Risale i Nur noktasındaki çalışmalarının, Risale i Nura uygun olan kısmı hepimizindir, bu da yeter ona.

Bunu istiyordu olmadı bu onun şeye doğru gitti, öteki tarafa doğru kaydı, Buradaki bu verilen haraket tarzı, bid’atlar içine girmeyecek ve merdane gi­dilecek başka kişilerin düşünenlerin, kitap sahiplerinin kitapları, kendileri orada nazara verilmeyecek.

Nur hakimiyeti gösterilecek ve bu şekliyle köşeye yazdı, yazdı ama güya onların tersini yapın demiş tarzında bir çıkış oldu.

 

 

Soru: Zübeyir Ağabeyin bu gazetenin siyasi mecraya girmesine, daha sonra bir siyasi partiyi açıkca destekler hale gelmesine, izni, müsadesi, arzusu var mıydı.

 

Şöyle bir durumlar oldu. Zübeyir Ağabey iyi niyetli olarak, hüsnü zan sahibi, verilen malumat ne ise kabul eder, en azından bir kısmını kabul eder.

Sonradan bana anlattı Zübeyir Ağabey birisini daha çok ileri sürerek an­lattı. “Hain beni aldattı” dedi. Ben ümit ediyordum ondan dedi, ismini de­medi, denmemesi daha iyidir ve bana da açıklamalar yaptı, dikkat et dedi, yani hissiyatı var, ve birkaç hadiseyi de anlattı, kendisine jurnal edildiğimin farkına varmış. Zübeyir Ağabey böyle böyle dedim ona, böyle bir durumda var.

Zübeyir Ağabey farkına varmış, o zaman. İşte yeni diyorum Nizam Par­tisi, Selamet Partisi gibi şeyler varmış, unutuyorum ben bunları, tarihi şey­leri, hepsini unutuyorum, bir kaba taslak hatırımda, yani onları tuttu mu?

Demokrat partiyi yırtmak tarzı oluyor, bu hususta hayli bilgi getiriliyor Zübeyir Ağabeye. Zübeyir Ağabey de bazı hallerde yani Adalet Partisi, De­mokrat Partinin devamı olduğu manasında özel hayatında bilgi veriyordu. Fakat tasviben değil tercihen, ehvenüşşer olarak veriyor.

Çünkü o bana kaç defa dedi bizzat bana dedi: Demirel efendi için, yok bey denir, efendi en büyüklerine deniyor. Demirel Bey için, Demirel böylede –yumruğunu sıkarak, demir gibi manasında– olur, yok Demirel pamuk el böylede –avucunu açarak, pamuk manasında– olur. Kerameti gaybiyesi Zübeyir Ağabeyin yok. Zübeyir Ağabeyin değil, Üstad söylemiş onu onlara. Ha canım rivayet iyi biliyor Üstad rivayetlerde bu işaretler var diye böyle de olur, böylede olur. Benim gibi bir gence, hepimiz ikimiz beraber. o zaten ne rey veriyoruz ki, pamuk gibide olur, demir gibi de olur. Demirel pamuk el dediği, tabi güçsüz, hemen pamuk el yani demir sağlam metanetli, yok pa­muk el böylede olur, yani yelpazeler var, evin üzerinde, rüzgar estiği zaman böyle olur böyle olur, döner. Herkes o zaman geçmiş, geçmiş ama siz onun atına binmişsiniz, hayli koşarak gidiyorsunuz, ha geldik, ha geliyoruz diye niye hedefinden geliyorsunuz onun için bütün bunlar hep bizim dar sahamı­zın. Bende böyle şey değilim yani bu sahalarda, merakaver değilim. Ben dar sahalar adamıyım, çok gidiyorum Zübeyir Ağabey giderseniz gidin Risale-i Nurun demediğine, ben ortaya çıkıpta mücadele mi vereceğim?

Ben mücadeleye gelemem, hayır ben öyle demiyorum bırakırım kaçarım.

 

 

Soru: Peki Ağabey birde şey var yani kendilerinin bütün hal ve ha­reketlerini destekler mahiyette olduğunu ifade ile, Zübeyir Ağabeyin eline gazeteyi aldığı, cebine gazeteyi soktugu, gidip köprüde, Galata köprüsünde dağıttığı sattığı, gibi, hatıralar okuduk bazı kitaplarda ga­zetenin propagandasını kendisinin yaptığına dair, bunlardan sizin ha­beriniz varmı. Böyle bir şey oluşunu…

 

Zübeyir Ağabey o zamanlar da dini gazeteler çıkıyordu, ama gazete ile hiç alakası yok, adı gazete gibi gazete yoktu, ihlas gibi yok efendim. Bir sürü var, alıyordu. O zamanlar Zübeyir Ağabey bu gazetelere, mesela orada ihlas yazıyor, uhuvvet risalesini yazıyor, Mirac Risalesini yazıyor. Baş punto bu, ve Nurcular çıkartıyor, falanın böyle ve bir iki menkıbe büyük evliyalar ki oda iyi bir şey, yani menkıbe gençlere, kahramanlık verileceğini açıdan İstanbul ve olduğu gibi bu gazeteciler bir fare kediye saldırsa şak diye çeki­yorlar filme, haber neşri diyorlar haber gazetesi değil İslami bülten aslında, bülten yani, ya daha doğrusu mektupmu diyelim Risale i Nurdan alınmış bir parçayla ortaya çıkıyor vatandaş bunu odasında yapıyor,bunu o kadar şimdi. Bu gazete o zamanlar millet korkutuldu, korkuyor, propaganda yapıldı, ora­dan Risale i Nuru okumak, Camilerde falan satılıyor, falan derken ona mu­halefet etmezdi, birde Nurculuk adına bir hareket değil...

Bilinen bir şey değil yani, fakat sonradan bizim arkadaşların, hadi İttihad devresinde şöyle böyle, o zaman biz de sahip çıktık, haftalık mevkutedir,

Fakat sonra, siyasi işlere girince, günlük gazeteye girince işin rengi gide­rek değişti. Anadoluda işe yarayan medrese ehli Nurcuları çekmeye başladı. Zübeyir Ağabeyin çok canı sıkılıyor fakat fazla bir şey de diyemiyor. Bu babda çok hadiseler oldu, uzun çeker bunlar, onun için Zübeyir Ağabey bir gazetenin benim gördüğüm yani belli ölçüler çevresinde. Onun için tafsila­tını vermiyorum, onun için belli ölçüler içerisindeki varlığına birşey demedi. Risale-i Nura hepimize fayda verdiği tarafta ortak, zararlı tarafında bize or­taklık yapmıyacak, bu nizamı koymak zarureti var, ve birde bidatlara girme­yecek, baş eğmiyecek, merdane, ne de olsa Nurculuk kokusu olacağından biraz merdanelik gerekecek, olmadı çekil.

Onu size diyorum mesela öyle bir yere gelinir ki, olmadığı zaman ya bu nasıl bırakırız diye demeyin, hemen kilit taktın bitti işte, bu kadar basit. Bu kadar milyar içeriye girdim demiyeceksin ceket işi olacak, yani ceketi omuzuna aldınmı iş bitecek orada, ona göre gireceksiniz.

Onun için yani bu tarzda bir gazetenin yani arkadaşlardan M. Polat da olduğu için, işin içinde. Ha o zamanlar bizim Süleymaniye kadrosu işin içinde olmıyacak. Hatta o bizim taraftaki kadro, hani yazdı ya Zübeyir Ağa­bey, 19 maddeyi. Bizim Fırıncılar, Birinciler hepsi bu taraftalar, yani gaze­tenin yanlışa gitmesini önleyecek, bir manevi ve müessir heyet durumunda, ama gizli, heyet ha bu heyet, gazete yanlış yaparsa, bu heyeti dinlemezse ga­zeteyi kapattırabileceğiz. Sözümüz manevi dinlenecek, aksi halde Nurculara diyeceğiz ki, bizim bunlarla bir alakamız yok, Nurcular dünyası hemen onu bırakacaklar gibi birşeyler düşünmüştü.

Fakat baktık ki az zaman sonra bizimkiler orada sahip oldular. El ça­bukluğu marifet. Ha bize birşey söylüyorlar. Gazetenin başına bizi Zübeyir Ağabey gönderdi, medreseden yine aynı şahıs, bizi Zübeyir Ağabey derse gönderdi, ders yapın, bütün bu hizmetleri bize Zübeyir Ağabey tevdi etti di­yorlar.

Şimdi gazetede bizim Mehmet Kutlular kardeşimiz biraz daha benimle meşgul olmuştu. Anadolu taraflarında, İzmirlerde falan fitri yapısındada öyle bir aktiflik var.

Kutlular kardeş Süleymaniyede de hakkını kabul etmek lazım, aktif bir vakıf. Mehmet Kutlular dershaneye sahip çıktı. Aktif biri Süleymaniyeyi canlandırdı. Mezbele halinde bulunan Süleymaniyeyi canlandırdı, kahvaltı yapmaya başladık, yemek yemeye başladık, ne bileyim ben, birşeyler birşeyler, bir düzene soktu. Yani Mehmet Kutlular aktif bir arkadaş, bu cihetlede Mehmet Kutlularla bizim bir yakınlığımız, Süleymaniyedeki kadro arasında bir cihetiyle bizim yakınlığımızda var. Yani onun için böyle aktif olduğundan, giderek giderek bu gazete tarafında, birazda Polat ahirete gi­dince, buna zemin açıldı, derken, kendisi tercih etti.

Zübeyir Ağabey medresede bulunana böyle tercih yapınca yani hareket aktifiyeti noktasından tercihini yapınca, Zübeyir Ağabey de istihdam mese­lesi olarak, mecra vermeyi yapar. Bir de mecrayı dinleyecek bir zat olarak da, Zübeyir Ağabeyi dinleyebilir, medreseden gelme, birazda kontrol imkanı iyi olur tarzında. Fakat sonra bakıyoruz ki, Zübeyir Ağabeye de bir mecra vermek gibi durumlar oluyor! Meseleyi bilemediği halde müdahale ediyor tarzında bir anlayış kokuları çıkıyor, burnumuza geliyor.

Eh o zaman bu ne oldu, ya sen nerden biliyorsun, Zübeyir Ağabey Üsta­dın yanında hizmet yapmış ve dersini almış, özel dersler almış, yani bütün Ağabeylerde evet diyorlar buna. O zaman düşündürücü bir manzara çıkıyor karşımıza, haliyle kendiliğinden çıkıyor yani. O zaman Zübeyir Ağabey mecburen uzaklaşmak vaziyetine geçecektir. Yani Zübeyir Ağabeyin ümit ettiği yolda ve prensipler çerçevesinde gidilmedi.

Ya bu hususda çok uzun şeyler söylenecek, yani onun için böyle, zahirde akla uygun gelebiliyor. Aslında işin hikmet yönü, maslahat yönü, Nurun şekline göre şekillendirme meseleleri kapalı kalıyor. O zaman tabiki arka­daşlar şaşırıyorlar. Doğru ne idi diye.

Halbuki en sonunda, Zübeyir Ağabeyin tutumu açık açık ortaya çıkmadı mı, hepimiz biliyoruz çıktıysa ortaya, o zaman istediği bir tarz vardı, olma­dığından ama açığa çıkardı işi, ama çok dar sahada açığa çıktı, hatta orada epeyce kuvvet aldılar. Zübeyir Ağabey bizden falan diye diye de etrafa epey kuvvet aldılar. Şimdiye kadar, şu andaki değilde, birbirlerinden ayrıldılar. Otuz sene içinde Zübeyir Ağabeyden sonra, 20, 30 seneye yaklaştı, çok ay­rılmalar oldu birbirlerinden, fakat hepside ilk başlarda Zübeyir Ağabeyden, Üstaddan intikal eden tarz diye, Anadolu insanına bunu empoze ettiler. Evet yazılı gördüm ben bunu işte, yani bu işler yolunda gitmeyince herbirşey, üç senede beş senede bir ayrılık, kavga, döğüş.

Ve nihayet siyasi her tarafdan Üstad Üstad. Ondan sonra işte dediğiniz gibi az kısım araştıranlar, hakikatı buldular. Zübeyir Ağabeyin bunları tasvip etmediğini.

Badıllı Ağabey bu 19 maddelik şartnameyi yazılı olarak bizden aldı. Al­lah razı olsun Mufassal Tarihçe-i Hayata koydu. O zaman itirazlar da edil­medi, yok böyle bir şey diyemediler. Çünkü yazıldığı zaman ellerine geç­mişti, kendilerine göndermiştik.Aslı bende üç tane yazdım onu ben, bir aslı bende hala var, arasam bulurum herhalde. Çünkü Badıllı koyduğu için kita­bına bulurum yine. Bir tane Zübeyir Ağabeyde, bir tane de gazeteye gitti. Gazetede kokusunu duyanlar oldu, hemen onu kamufle etmişler.

Badıllı Ağabey çıkartınca o zaman muttali oldu çoğu kişi. Zübeyir Ağa­beyin bu meselesinden, gazetenin yayını için gerekli şartlardan orada yazı işleri müdürlüğü yapmış adamın dahi haberi yok. Gazeteyi yürütecek adam, yürüt diye veriliyor Hüseyin Demirele, Hüseyin Demirelin haberi yok.

Yıllar sonra merhum Hüseyin Demirel: Ben de Badıllı Ağabeyin kitabından okudum dedi.

Dedim: Senin böyle böyle şeyden haberin var mı? Duydum dedi.

 

 

Soru: Zübeyir Ağabeyin sair müslüman cemaatlerle olan, münase­betlerin, İslâmî tesanüdlerin, İslami kardeşliğe, İslam birliğine bakış tarzı nasıl? 

 

Bir hadise ile bunun cevabını vereyim, ben. Merhum Büyük Doğu sahibi Necip Fazıl Bey, şöyle kitap yazdı, büyük zatların tarihçesini, kitap yazdı. Üstadımızın bölümünü aldık okuttuk tashih ettik, fakat Necip Fazıl bu tashi­himizi kabul etmedi. Bizde tabi yanlış şey yazıyor, o tarzıyla olan durumunu kabul etmedik, derken Mehmet Şevket Eyginin gazetesinde bunu tefrika yaptı. Bu sefer bizimkiler Şevket Eygiye çok kızdılar, falan gibi bir şeyler oldu, epey şeyler oldu orada. Biz ise mülayemetten gidiyorduk, Zübeyir Ağabeyde benim gördüğüm –Sungur Ağabeye de anlattım– masaya yumru­ğunu vurdu, vay böyle mi oluyordu falan diye.

Durum şu: Zübeyir Ağabey bizim merkezi kadro olarak Anadoluya ba­kan Süleymaniye 46 numara mensuplarının canlı aktif Nurculuğun hassasi­yetinde canlı ve aktif. Fakat beşeri münasebetlerde İttihad-ı İslâm ruhunda tutmak istiyor. Üstad bu dersi vermiş olduğundan bize, nedir bu, bakınız ne­dir.? Tatbiki şeklini diyorum.

Bir gün Zübeyir Ağabeyle, tuttuk yazıhaneye gittik, gidişimizin sebebi bu hadise dolayısiyle. Zübeyir Ağabey bizim merkezi kadroya bir bilgi vere­cek, onun için gittik, Zübeyir Ağabeyle oturduk, iç odada, bir de dış oturma odası var. Bekir Bey’in yazıhanesi öyle, iç oda vardır. Yazıhaneyi biliyormusun iç oda vardır, iç odaya girdik, oturduk.

Zübeyir Ağabey Şevket Eygi mevzuunda, bu hadise münasebetiyle, çok şiddetli, hararetli bir konuşma yaptı. Yani Üstada tebaiyet gerekir, bu nedir, bu vaziyetler diye yanlış manasında bizim böylesi hareketlerin mülayemet ile geçilmemesi gerektiğini telkininde bulundu.

Bunun bir sebebi muhterem Sungur Ağabeyin fıtri yapısında şefkat çokluğu var bulunduğu, nerede bulunuyor, Üstad böyle... Askeriyede büyük toplar varya, uçak gibi geliyor düşüyor, başka yere, Dağın bir tarafına. Sun­gur Ağabey Şevket Eygi’ye mektup yazarak destekliyor tebrik ediyor, bizi köstekliyor, buna da Zübeyir Ağabeyin canı sıkılıyor. Gel bizimle görüş ko­nuş ondan sonra, demek istiyor. Daha o zamanlar İstanbulda değil. Fakat Sungur Ağabeyimiz şefkatli, yani hepsini bünyede tutmak, Nurculuk dostu yapmak, daha çok hariçtekileri, ama Nurun muhalefetinde korumak istiyor. Fakat öteki taraftan başka parmaklar da giriyor... onda da hassas olmak ge­rekir. Şimdi denge isteyen, muvazene isteyen bir şey.

Bu manada Üstad, ona yaptığını bana söylemişti, daire dahilinde öz şey­lerde hassas ve metin, harice geldi miydi yumuşak ve tatlı olacak, mesleği –esas düsturlarda– mesleği koruyucu şeyler, bekçiler hassas, bekçiliğinde hassas. Beşeri münasebetinde ise, İslâm dünyasında olmak şartıyla, toplayıcı olacak.

Çok şiddetli bir konuşma oldu, ondan sonrada yanlış anladılar, muvaze­neyi bulamadılar. Sonra Şevket Eygiye bir heyet gönderdiler, o zaman allak bullak oldu işler. O zaman, N. Tokdemir vardı bunu talebeler heyetinin ba­şına koydular, birde direktif verdiler, böyle böyle yap, iflahını kes, falan böyle. Ben onu bir kenara çektim ve dedim: Aman böyle dedikleri gibi yapma, çünkü kenardan diyorsun, ne diyeceksin fazla bir şey diyemezsin. Tamam Ağabey ben biliyorum dedi gitti, Şevket Eygi’yi ciddi bir dost yaptı, gazete sizindir gelin siz yazın dedi, siz kullanın dedi, benden hazırlaması dedi ve teslim oldu. Tokdemir bu haberi getirince, onu hemen heyetten çı­kardılar. Heyetin başına M. Soslu’yu koydular, gittiler, berbat oldu işler. Zübeyir Ağabeyin konuşmasının tatbikatını yapıyorlar güya.

Halbuki bakınız enterasan, Sungur Ağabey hatırlar mı bilmiyorum. Ama bunu anlattığım zaman, güzel bulmuştu.

Zübeyir Ağabeyle Bekir Bey’in yazıhanesinden çıkıyoruz, konuşma bitti derken, karanlıklardan, aşağılardan, merdivenlerden bir baş çıktı karşımıza. Ayakkabımızı giyiyoruz, başımız eğik, Zübeyir Ağabey giydi başını kaldırdı, bende giydim başımı kaldırırken, baktım bir kafa çıktı... Şevket Eygi. Eyvah dedim, ben şimdi hararetli hararetli konuşan Zübeyir Ağabeyle karşı karşıyalar, ne yapacaklar. Zübeyir Ağabey ne yapacak bunu, bakmayıp geçe­cek, yahutta bir şey mi söyleyecek artık kızmış haliyle, diye düşünürsünüz değil mi? Benden dinlediniz sizde hislendiniz... Zübeyir Ağabey hemen ka­natlarını açtı, kollarını açtı, Şevket Eygiye doğru, bir sarıldılar. Kardeşim dedi kusura bakma, hastayım dedi, ziyaretine gelemiyorum, filan, alttan öylealıyor ki mest oldu Şevket Eygi, kusura bakmayın bizim gelmemiz lazım falan dedi, mukabele ediyor şimdi.

Peki odadaki durumla, bu durum arasında münasebet kurdun mu? Bende sana soruyorum şimdi.

İşte bunu anlatınca Sungur Ağabey masaya yumruğunu vurdu, heyecan­landı ve dedi ki: “Üstadda bunu veriyordu zaten.” Ha bu içerdeki konuşma­mız bizim laçkalaşmamamız içindir. O doğru bu doğru deyip yumuşayıpta harici parmaklar içimize girmesin, tek hassasiyeti muhafaza edelim içindir. Kanatları açıp ona sarılması ise, İslâm İttihadını korumak içindir, müslümanlar arasında öyledir.

Mesela: Zübeyir Ağabey ve biz orada –Süleymaniye’de– beraberiz bun­larla mücadele verirdik ya onlar bizi çıkartırdı, ya biz onları çıkartırdık. Ha­yır biz oradan sessizce kardaşane çıktık, uzaklaştık daha uzaklaşacaktık, fa­kat benim pek aklıma yatmadı ama ben muhalefet ediyorum, siz bilirsiniz dedim. Yani benim suçum siz bilirsiniz demekte oldu. Ne diyecektim, ta­mam Ağabey hazırım hemen gidelim, çok iyi olur, desem Urfa’daydık.

Fakat ben düşündüm yani fazla bir şey görmedim, benim düşüncem şuydu. Bu sahada biz belli Nurcuları çağıralım, yani aklı çalışan Nurcuları çağıralım, biraz işe yarıyan, bilinen. Onlara özel manada, siz kimseye bir şey demeyin diye kafalarını hazırlıyalım. Zaman zaman, yavaş yavaş kitapların neşriyatına, depolara, paraya, onlara teklif etmekde, üç defa teklif ettik.

Üç defasında, Estağfurullah, Estağfurullah çekmiş ve netice yok. Estağ­furullah, evet mi demek, hayır mı demek, hem evet demek, hem de hayır demek, yani bir şey demek olmuyor. Yani onun için o zaman mektubu yazı­yor. Onları biz hazırlayacaktık, hizmettir kardaşlar iyidir, yavaş yavaş onlara devredecektik, evvela diyecektik ki, siz bu meselede mi yürüyorsunuz, yoksa burada mı olacaksınız?

Biz sonradan Tevruz’da Zübeyir Ağabeyin vefatından hayli sonra, 1973 lerden sonra bu teklifi yazdık, karşımda biri vardı, bu zat bilir.

O (mesleği pilcilik olan) zat da malum arkadaşlar hesabına o yapıyor, yazıyor. Ben de Abiler hesabına yazıyorum. İkimiz karşı karşıyayız aslında, bunu da kimse bilmez, imzalar abilerin oluyor, o teklifi yaptım ben, Abiler imzayı attılar.

Yahu o işleri bırakın buraya gelin size iş verelim, yani siz işbaşına geçin değil. Siz ne istiyorsunuz mektubunuzda. Biz senelerin hizmet ehlini dışa­rıya attık mı, hayır, gelin size sizin kabiliyetinize iş vereceğiz. İşin başına geçirecekler, siz gideceksiniz, yahut da emrinde olacaksınız yoo nerde o.

Sözler Yayınevini açtık, yürüyoruz artık onun için bize öyle mektup geldi, bizde böyle yazdık yoo orada çalışın bu işleri bırakın, o işi yapın, ama biz diyoruz, Yayınevi elimizde işi yürütüyoruz yani tamam, bu iki sahada elimizde işte o zaman Ağabeyler hep beraberler. Yürüyoruz işin tashihatı benim, vazifemin neşriyat sahasında, elimizde o işleri yapacak kadro da vardı, yürüyoruz, baktılarki bunlar yürütecekler bu işi, hem de çok şey, odamada masa koyduk, bunu istiyordu. Gerçi bunu bunu yaptık.

Biraz zaman sonra Fırıncı devreye girdi. Sungur Ağabeyimizi devreye koydu Sözler Yayınevini üzerimizden aldılar.

Bu sefer biz Envarı açmak mecburiyetinde kaldık. Tekrar, yani bu işler, burada, biz onların karşısında, kendi varlığımızı, elimizdekileri koruma işini bilseydik bu kadar olmazdı ama hemen... ben kaçıyorum, nasıl kaçıyorum, benim kanunî Hak elimde yok, kaçarım, niye boşuna orada çalışmak, şahsi­yetime zarar gelir.

Ama kanunî Hak varsa zaten kaçamazsın, o zaman mesul oluyorsunuz. Öteki halde mesul olmuyorsunuz, kaçmakla sevap kazanıyorsunuz, ama öteki tarzda bırakmakla, zarar edersiniz. Şimdi elimizde gidiyoruz, ne yapar­sanız yapın biz açtık bitti, o olmadı öyle. O zaman bir ihtilal yaptılar, onlar zaten, küçük kitaplarla.

Böyle işte bu zamana kadar geldik. Yani burda sizin sorduğunuz şeyin aslı var ya, Süleymaniyeden ayrılmamız, bizim esas ayrılmamızın sebebi:

Buradaki arkadaşların geniş dairede ölçüsüz hareket etmelerinin bera­berliğinden uzaklaştık. Temeli buydu aslında. Bir hakkın korunması diyebi­lir miyiz, yani Hakkın korunması ve de bir yanlışın efkar-ı Nuriyede, içiçe olmak, görünmekle destekçisi, muavini, yardımcısı gibi görünmek suçuna girmemek gerekir. Onlarda şöyle diyorlar, yani bunlar bize işte muhalefet etti.

Yani size etmeselerde bir destek verselerdi, biz şimdi dünyaya Risale i Nuru hakim yapardık. O yoldan Risale-i Nur hakim olmaz, zaten öyle hakimiyetde düşünülmez. Bizim meslekte kalblere itimat verip, kalpleri celp etmek, nurlandırmak esas mesleğimizdir. Geniş dairede çalışması isteni­yorsa, o zaman manevi çalışmalar içiçe sokulmayacak. Üç defa teklif ettik. Fakat heyhat!....

 

 

Soru: Peki temel ayrılıklar, siyasetten mi sizce?

 

Sadece dar ve geniş dairenin içiçe karıştırılması, temel yapı bu. Zahirde o pek fazla bilinmiyor. Görünen siyaset, daha çok bütün mesele siyasi şey­lerden. Halbuki siyasette Yeni Asya ile ayrı ve farklı düşmedik, sürekli bir­dik. Yani en muhalefet devremizde bile birdik, ancak dozunda farklıydık. Yani onlar tasvip ediyorlardı, biz tercih ediyorduk, hepsi böyle yani.

Nurun mesleğini muhafaza burada ön plana çıkıyor, elbet canım. Nurun dediği gibi hareket etmek lazım, diyordu ve Risale-i Nurun meslek yapısı hidayet yolu, Allahın inayetinden gelme durumu, hizmet rehberinin başında mukaddimede yazılmış bu fikir, kişilerin temayülüne doğru kaydırıldı, ve bazı dıştan da itmeler geldi derken hayli şeyler oldu, yeni meseleler çıktı ortaya.

 

 

Soru: Yani siz bu tarz Nurculuğun, ileri muvaffakiyete gitmiyeceğini bütün müslümanlar üzerinde müessir olamıyacağını baştan biliyordu­nuz?

 

Evet, hatta zarar vereceğini Zübeyir Ağabeyin ifadesiyle, “darbeler geti­rirsiniz, hizmete darbeler getirirsiniz.” Bu cümleler Rüştünün kapalı kula­ğından girmiş, bu da öyle kabul eder düşüncede olduğundan, onu zihninde muhafaza etmiş. Diğerlerinde yok, duymuyorum yani, kaç defa söylemiş, “darbeler getirir” eser diye. Ama çok açığa çıkıpta, bu yanlıştır diye de pek mücadelede verilmedi. Şimdi neyi kime şikayet edeceksin, millete ben neyi şikayet edeceğim, neyi şikayet ediyorum. Olsa olsa ne olur, belli Nurcuları çağırıp, yani Urfa’dan falanca zat, İzmir’den falanca zat, bilmem nereden falanca zat çağıracağız, onlara öyle gizli manada, başkada yayılmamak şartıyla, isti­kametin varlığını göstereceğiz.  

 

 

Soru: Halkların rahatça ve çoklukla gelebilmek için hizmeti resmileştirmekle kanun dairesinde ortaya çıkmak hakkında Zübeyir Ağabey ne düşünürdü?

 

Cevab: Bu sualinize cevab olabilir manada Zübeyir Ağabey bana şu hadiseyi anlattı: Bir zaman has ve faal bir Nurcu, bir büyük şehirde herkes rahatlıkla ve çekinmeden gelip Nurlardan istifade ettirebilelim düşüncesiyle bir lokal tarzında bir kıraathane açmak istedi. Temiz bir perde ile perdeleyip arka kısmında dinî kitablar ve Külliyat-ı Nur konulup,hazırlanmış olan masalarda ücretsiz okuma imkânı ve suallere cevablar verileceği yazılı levha asılacak. Ön kısmında da çay verilecek. Bu düşünce Hz. Üstada intikal edince izin vermedi. Halbu ki bu fikir,zahir nazarda makul ve maslahatlı görünüyor. Demek akl-ı beşerî bu sahalarda merci değil.

 

 

...

                                                                                                                              Rüşdü Tafral

4.

“GAZETE LAHİKA MEKTUBUDUR”   İDDİASINA CEVAB

İttihad İlmi Araştırma Heyeti

Nurcular dairesinde görünen bir Gazete, neşrettikleri Gazete yazılarının Risale-i Nurun günlük  lahika mektubu vazifesini gördüğünü iddia etti. Üstelik bu asılsız ve delilsiz iddiasına Zübeyir Ağabeyi de ortak ediyor. Halbuki Zübeyir Ağabey, yanlışa düşülmemesi için Gazetenin ilk devrelerinde, arka planda kalarak istikametlendirmek istemiş ve bazı tavsiyelerde bulunmuş ise de Gazete, Zübeyir Ağabeyin tavsiyelerini zahiren dinler gibi görünürken, giderek kendi anlayışlarına göre yürüdü. Bu yanlış hareketiyle de, Risale-i Nura teslimiyetli sadık Nurcular nazarında giderek itibarını kaybetti ve ediyor.

Zübeyir Ağabeyin vefatına kadar aynı mekânda bulunan bizler, Zübeyir Ağabeyin Gazeteye karşı ilk ve son tavırlarını yakından görüp bilen kişiler olarak durumu icmalen anlatıyoruz. Zübeyir Ağabeyin bu ilk ve son iki tavrı bazan iltibas ediliyor, bazan da birinci tavrı hayatının sonuna kadar teşmil ediliyor. Evet, Zübeyir Ağabey, fazlaca yanlışlara düşülmemesi ve dahilde gürültülere yol açılmaması için 19 maddelik bir hareket tarzını yazdı ve daktiloda yazmam için bana verdi. Ben de onu üç nüsha yazıp iki nüshayı Zübeyir Ağabeye verdim, birini de kendime aldım. Gazeteye gönderilen bir nüshanın ise, örtbas edildiğini daha sonra öğrendik. Abdulkadir Badıllı Ağabey bu yazıyı benden istedi ve verdim, Mufassal Tarihçesinin birinci baskısında kaydetti.

Esasen  Zübeyir Ağabey  Gazetenin çıkmasına pek tarafdar değildi. Muhterem Seyyid Salih Ağabey, Gazete çıkarmak niyetiyle İstanbula gelince bana rastladı ve Gazete çıkarmak düşüncesini benden sordu. Çıkacak Gazetenin tutumunu tahmin ederek, müstenkif kalır manada cevab verdim. Daha sonra Zübeyir Ağabeyle görüştü, Zübeyir Ağabey kendisine:

“Nurcular Gazeteyi yaşatırlar gibi düşünme; Gazetenin tutumuna bakarız ve ona göre hükmederiz”  manasında cevab verdi ki ben de bu cevaba şahid oldum.

Evet, Zübeyir Ağabey Gazetenin ilk devresinde sözünü dinletip, zararlardan koruyabilmek için, bazı sözlü okşamalar yapmıştır. Fakat vâesefa!....

Evet, çok kısadan anlatırsak, giderek tutumu değişen Gazete, medrese ehlini Gazeteye çekmek, yani dar daireyi geniş daireye çekmek gibi ciddi yanlış hareketlerinden dolayı, Zübeyir Ağabeyle beraber Haseki’deki rutubetli bir medreseye geldik. Yani Gazete heyetinden uzaklaştık. Bu uzaklaşmayı Yeni Asya mensublarından birisi, yazdığı kitabında, benim felsefeci olduğum ithamına dayandırdı. Halbuki benim felsefeciliğe muhalif olduğumu bildikleri halde bu asılsız iddiayı yazıp neşrettiler. Çünkü Zübeyir Ağabeyin bu uzaklaşma sebebi bilinirse, aldanan kişiler Yeni Asya merkezinden koparlardı.

Eğer neden bu durumu etraflıca anlatmıyorsunuz denilirse, deriz ki, mizacımız, dünyevî boğuşmalara müsaid değil. Hem Zübeyir Ağabeyin çok üzüldüğü Gazete meselesi hakkında bize:

 “Zaman halledecek, zamana havale ettim”  demiştir.

Evet bu dünya, Mahkeme-i Kübraya sevk gerekçelerinin hazırlandığı yerdir. Bu gibi hikmetler için daire-i Nur içinde zaruret olmadan çok mesuliyetli olan gürültüleri çıkarmamak gerektir. Hem de yarım asrı geçen Risale-i Nurla meşguliyetimize hissiyat karışır ve ihlas dahi zedelenir. Onun için böyle maceralı hayattan uzak durup Allaha havale ediyoruz. Ancak böyle bizi mesul edecek derecede meseleler çıkarılınca, mecburiyetle izah etmek gayesiyle azıcık temas ederiz. Aslında mecburiyet ve mesuliyet olmasa, Allaha havale edip hiç karışmayacaktık.

Daire içinde mecbur olmadan gürültü çıkarmamayı tavsiye eden Hz. Üstad diyor ki:

“Aziz, sıddık kardeşlerim!

Sizin tesanüdünüze benim ziyade ehemmiyet verdiğimin sebebi yalnız bize ve Risale-i Nur'a menfaati için değil, belki tahkikî imanın dairesinde olmayan ve nokta-i istinada ve sarsılmayan bir cemaatin kat'î buldukları bir hakikata dayanmağa pek çok muhtaç bulunan avam-ı ehl-i iman için dalalet cereyanlarına karşı yılmaz, çekilmez, bozulmaz, aldatmaz bir merci', bir mürşid, bir hüccet olmak cihetiyle sizin kuvvetli tesanüdünüzü gören kanaat eder ki; bir hakikat var, hiç bir şeye feda edilmez, ehl-i dalalete başını eğmez, mağlub olmaz diye kuvve-i maneviyesi ve imanı kuvvet bulur, ehl-i dünyaya ve sefahete iltihaktan kurtulur.” Ş:320

Yani mecburiyet olmadan tesanüde zarar vermek, avam-ı ehl-i imanın ehl-i dalalete iltihak etmelerine yol açar diye şiddetli bir ikazdır.

Evvela çok meselelerde olduğu gibi bu meselede de, yani haslar dairesinin manevi merkeziyeti ve geniş daire ile karıştırılıp hizmet ehlini o dairenin cazibe ve gafletine düşürmemenin lüzumu, Risale-i Nurda tekraren ve sarahatla nazara verilir. Yani, dar dairenin istiklaliyeti nazara alınması şarttır. Gazete bu prensipleri adeta yok sayıyor. Risale-i Nurun bu derslerini bilen teslimiyetli Nurcular böyle iddialara kanmazlar. Risalelerden birkaç örnek verelim:

“Siyaset lisanı olan hiçbir Gazeteyi, ne okudum ve ne de dinledim ve ne de istedim. “ T:243

“Siyaset lisanı olan Gazeteleri bu müddet zarfında hiç okumadığım...” T:220

“Risale-i Nur'un bu kadar muarızlarına mukabil en büyük kuvveti ihlas olduğundan ve dünyanın hiçbir şeyine âlet olmadığı gibi, tarafgirlik hissiyatına bina edilen cereyanlara, hususan siyasete temas eden cereyanlarla alâkadar olmaz. Çünki tarafgirlik damarı ihlası kırar, hakikatı değiştirir.”E:273

“Kur'an-ı Hakîm'in hizmetinin bütün siyasetlerin fevkinde bir ulviyeti var ki, çoğu yalancılıktan ibaret olan dünya siyasetine tenezzüle meydan vermiyor.” (M:47)

“İman hizmeti, iman hakaikı, bu kâinatta herşeyin fevkindedir; hiç bir şeye tâbi' ve âlet olamaz. Fakat bu zamanda ehl-i gaflet ve dalalet ve dinini dünyaya satan ve bâki elmasları şişeye tebdil eden gafil insanlar nazarında o hizmet-i imaniyeyi hariçteki kuvvetli cereyanlara tâbi' veya âlet telakki etmek ve yüksek kıymetlerini umumun nazarında tenzil etmek endişesiyle, Kur'an-ı Hakîm'in hizmeti bize kat'î bir surette siyaseti yasak etmiş.” (K:137).

“Sebilürreşad, Doğu gibi mücahidler iman hakikatlarını ehl-i dalaletin tecavüzatından muhafazaya çalıştıkları için, ruh u canımızla onları takdir ve tahsin edip onlarla dostuz ve kardeşiz, fakat siyaset noktasında değil. Çünki iman dersi için gelenlere tarafgirlik nazarıyla bakılmaz. Dost düşman derste fark etmez. Halbuki siyaset tarafgirliği, bu manayı zedeler. İhlas kırılır. Onun içindir ki, Nurcular emsalsiz işkencelere ve sıkıntılara tahammül edip Nur'u hiç bir şeye âlet etmediler. Siyaset topuzuna el atmadılar.” (Em:35)

“Nur şakirdleri, hiç siyasete karışmadılar, hiçbir partiye girmediler. Çünki iman, mâl-i umumîdir. Her taifede muhtaçları ve sahibleri var. Tarafgirlik giremez. Yalnız küfre, zendekaya, dalalete karşı cephe alır. Nur mesleğinde, mü'minlerin uhuvveti esastır.” E:180

“Ben de Nur-u Kur’anı elde tutmak için “euzübillahi mineşşeytani vessiyaseti” deyip, siyaset topuzunu atarak, iki elim ile nura sa­rıldım. Gördüm ki, siyaset cereyanlarında; hem muvafıkta, hem muhalifte, o nurların âşıkları var. Bütün siyaset cereyanlarının ve tarafgirliklerin çok fev­kinde ve onların garazkârane telakkiyatlarından müberra ve safi olan bir ma­kamda verilen ders-i Kur’an ve gösterilen envar-ı Kur’aniyeden hiçbir taraf ve hiçbir kısım çekinmemek ve ittiham etmemek gerektir..

Elhamdülillah” siyasetten tecerrüd sebebiyle, Kur’anın elmas gibi hakikatlarını propaganda-i siyaset ittihamı altında cam parçalarının kıymetine indirmedim.” (M.49)

Çok az bir kısım olarak nazara verilen bu sarih beyanlar, açıkça gösteriyor ki:

Dar dairenin -yani hakiki Nurcuların- asıl vazifesi olan iman hizmetinde tarafgirlik olamaz ve siyasî cereyanlara ihtilaten dahil olamaz, ancak ders ve tebliğ vasıtalariyle Risale-i Nurdan ikazlar gösterirler.

Merhum Zübeyir ağabey Hz. Üstad’ın Risale-i Nur hizmetinde dört esas takip ettiğini bize anlatmıştı.

Bu dört esas da hülâsaten şunlardır:

Risale-i Nur’un neşri ve muhtaçlara tebliği.

Dershaneler açılıp Risale-i Nur eserleriyle dersler yapılması.

Dershanelerde hizmette bulunacak hâlis, sâdık, fedakâr hizmet ehlinin yetişmesi.

Zamanla ortaya çıkan bazı hadiseler karşısında istikametli hareketi tayin ve tebliğ etmek; Risale-i Nur ve hizmet düsturların ehemmiyetini beyan ve teşvik etmek; muarızların aleyhteki plân ve propagandalarına karşı ikaz etmek; Nur cemaatının manevî istinad noktasını göstermek gibi hikmetler için Risale-i Nur külliyatından alınan parçalarla hazırlanan lahika mektuplarının haslar dairesinden neşredilmesidir. Bu tarz ihtiyaçlar devam ettiği cihetiyle lâhikaların da neşir ve derslerin devamı gereklidir.

 Bir gün Tahirî Mutlu Ağabey ikindi namazı ve dersinden sonra biraz oturup konuşalım dedi ve ikimiz oturduk ve lahika mektubları mevzuunun sohbetine başladık. Epeyce devam eden sohbetten sonra Tahirî Ağabey bana:

-Parası benden, şimdi gidip teksir makinesini alacaksın dedi. Ben ise, bu saatlerde makinenin satıldığı mağazalar kapanır, yarın alırız dedimse de Tahirî Ağabey “hayır, Üstadımız te’hir ettirmezdi” diyerek beni gönderdi. Ben de teknik işlerinden anlayan bir kardeşimizi bulup bu vazifeyi ona verdim ve nihayet makine geldi. Halbuki Gazetenin lahika vazifesini gördüğünü iddia eden Gazete o zaman neşrediliyordu. Eğer Tahirî Ağabey Gazeteye bir telefonla, Gazeteniz lahika vazifesini de yapsın dese idi, hemen bu işe sahib çıkarlardı. Halbuki Tahirî Ağabeyin böyle bir düşünce sahibi olması mümkün değildi. Hatta o devreler, aynı Gazete Risale-i Nurdan bazı kısımları neşre başladı ve Tahirî Ağabey müdahale etti. Bu müdahale sebebiyle Gazete, Nurlardan yaptığı neşriyata bir ara verdi ve tekrar başlayınca Tahirî Ağabey beni odasına çağırdı ve bana bu neşriyata müdahale edeceğini anlattı. Meselenin ciddiyeti sebebiyle bu konuşmasının bir kısmını ihtiyaten teybe aldım ve bu konuşması bende mevcuddur.  

Evet, Haslar dairesi Risale-i Nurun bekçileridir diye külliyatta tekraren nazara verilir.

Mesela:  «Her vakit yanımda bulunan kardeşlerim, Risale-i Nur’a sizin gibi pek ciddî sahip ve mu­hafız ve vâris ve hakikatbîn ve kıymetşinas zatların benim ye­rimde benden daha kuvvetli, ih­lâslı olarak vazife-i Kur’âniye ve imaniyede çalış­tıkla­rını gördüğümden, ke­mâl-i ferah ve sürur ve itminan ve isti­rahat-i kalble ecelimi ve mevtimi ve kabrimi karşılı­yorum, bekliyo­rum.» (Kastamonu Lâhikası sh: 5)

«Rabb-i Rahîmime hadsiz şükür olsun ki, si­zin gibileri Risaletü’n-Nur’a sahip ve nâşir ve muhafız halk etmiş, benim gibi âciz bir biçarenin za­yıf omuzundaki ağır yükü çok hafif­leştirmiş.» (Kastamonu Lâhikası sh: 14)

«Hâlık-ı Rahîme hadsiz şükrederim ki, sizler gibi se­batkâr ve fedakâr kardeşleri Risaletü’n-Nur’a sahip ve nâşir yapmış. Ben sizleri düşün­dükçe, ruhum inşirah ve kalbim ferahlarla dolar. Daha dünyadan gitmek benim için medâr-ı tees­süf olamaz. Sizler kaldıkça ben yaşıyorum diye, mevte, dostâne ba­kıyorum, ecelimi telâşsız bekliyo­rum. Allah sizden ebe­den râzı ol­sun. Âmin, âmin, âmin.» (Kastamonu Lâhikası sh: 21)

«İhtiyar, zayıf, âciz bir Said yerine genç, kavî, ik­tidarlı çok Said’ler sizlerde vardır. Aynı ruh, aynı ifade, aynı iman... Hadsiz şükür ve senâ olsun ki Rabb-i Rahîm sizleri Risale-i Nur’a hâmi, nâşir, sahip, şakird eylemiş. Bizlere pek çok ağır müş­kilât içinde kudsî hizmete muvaf­fakıyet ihsan etmiş.» (Kastamonu  Lâhikası sh: 27)

«Risale-i Nur talebelerinin hasları olan sahip ve vârisleri ve haslarının hasları olan erkân ve esasları olan kardeşlerime bugünlerde vuku bulan bir hadise münase­be­tiyle beyan ediyorum ki, Risaletü’n-Nur hakaik-i İslâmiyeye dair ihtiyaçlara kâfi geliyor, başka eserlere ih­tiyaç bırakmıyor. Kat’î ve çok tecrübelerle anlaşılmış ki, imanı kurtarmak ve kuvvet­lendir­mek ve tahkikî yapma­nın en kısa ve en kolay yolu Risaletü’n-Nur’dadır.» (Kastamonu Lâhikası sh: 76)

Yani Risale-i Nurun Haslar dairesi, Risale-i Nura kanaat edip başka şeylere el atmaması isteniyor.

Evet, «Risale-i Nur’un has talebeleri, bâki elmaslar hükmünde olan hakaik-i imaniyenin vazifesi içinde iken zâlimlerin satranç oyun­larına bakmakla vazife-i kudsi­ye­lerine fütur vermemek ve fikirlerini onlarla bulaştır­mamak ge­rek­tir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 118)

«Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsi ve o şahs-ı mâ­nevîyi temsil eden has şakirdlerinin şahs-ı mânevîsi “Ferid” makamına mazhar oldukları için, değil hususî bir memleketin kutbu, belki ekseriyet-i mutlakayla Hicaz’da bulunan kutb-u âzamın tasarru­fun­dan hariç olduğunu ve onun hükmü altına girmeye mec­bur değil. Her zamanda bulunan iki imam gibi, onu ta­nımaya mecbur olmuyor.» (Kastamonu Lâhikası sh: 196)

"Bu hakaik-i imaniye-i Kur’âniye başka cere­yan­lara, başka kuvvetlere tâbi ve âlet edilmemek ve el­mas gibi o Kur’ân’ın hakikatleri, dini dünyaya satan veya âlet eden adamların naza­rında cam parçalarını indirmemek ve en kudsî ve en büyük vazife olan imanı kurtarmak hizme­tini tam yerine getirmek için, Risale-i Nur’un has ve sâdık talebeleri, gayet şiddet-i nef­retle siyasetten kaçıyorlar." (Kastamonu Lâhikası sh: 146)

“Aziz, sıddık kardeşlerim!

Şimdi namazda bir hâtıra kalbe geldi ki: Kardeşlerin ziyade hüsn-ü zanlarına binaen, senden maddî ve manevî ders ve yardım ve himmet bekliyorlar. Sen nasıl dünya işlerinde hasları tevkil ettin, erkânların meşveretlerine bıraktın ve isabet ettin. Aynen öyle de; uhrevî ve Kur'anî ve imanî ve ilmî işlerinde dahi Risale-i Nur'u ve şakirdlerinin şahs-ı manevîlerini tevkil ile o hâlis, muhlis hasların şahs-ı manevîleri senden çok mükemmel o vazifeni kendi vazifeleriyle beraber yaparlar.” Ş:492

“Bundan sonra her mes'elemizde emir, Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsini temsil eden has şakirdlerin ve sizlerindir. Benim de şimdi bir re'yim var.” E:223

Bütün bu beyanlar ve benzerleri, sarahatla gösteriyor ki Risale-i Nurun hizmet istikametini göstermek, Haslar Dairesine aiddir. Nurun hizmet hayatında devam edegelen teamülî bir düsturdur. Teşvik manasındaki takrizî mektublar dahi meslek-i Nuriyeye mutabakatı için has dairenin nazarından geçmelidir.

Rüşdü Tafral

5.3.2007

 

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Risale-i Nurun 27. Mektubu Lahikalar Bölümü ve Yeni Asya Gazetesi

Yeni Asya 21.02.2007 tarihli nüshası, Kazım Güleçyüz'ün GÜNLÜK LAHİKA başlıklı yazısında: Yeni Asya Gazetesinin  günlük lahika mektupları hizmetini gördüğünü yazdı. Delil ve hüccetini de, kısmen kendi yorumuna, kısmen de M. Kutlular Bey kanalıyla merhum Zübeyr Gündüzalp Ağabeyinin tavır davranış ve sözlerine dayandırdı.

Kazım kardeşimizin bir Gazeteci olarak -fakat Gazeteciliğe mahsus olmak şartıyla- bin dereden su toplar tarzında yaptığı yorumuna bir şey denmeyebilir. Ama M. Kutlular’ın Zübeyr Ağabeyden bunu, (yani Gazete bir lahika mektupları hizmetini görüyor sözünü) duydum veya onun bu mevzuda müspet tavırlarını gördüm isnadına karşı ( dur orada arkadaş!) deriz.

Çünkü Lahika Mektupları kudsidirler, nezihtirler, nurludurlar, Gazetede olabilecek pek çok günah, hukuklara tecavüz, siyaset tarafgirliği gibi hatalar ve paslar, mübarek ve münezzeh Lahikalara bulaştırılamaz.

Evet, Lahika Mektupları siyaset tarafgirliği namına hiç kimseye dil uzatmaz, hainlikle çürütmez, tahkir etmez bir kudsiyetle Nura ve Nur mesleğine hizmet etmiş ve etmektedir. Dolayısıyla Zübeyr Ağabey,  büyük bazı hizmetler gören, fakat aynı zamanda bir çok hatalar, günahlar ve hukuklara -siyaset tarafgirliği adına- tecavüzler yapmış bir Gazeteyi, o kudsi Lahika Mektupları ayarında sayarak, (bu da bir lahika mektubu hizmetidir) diyemez ve demesine de imkan yoktur.

Şayet M. Kutlular Bey böyle bir rivayeti Zübeyr Ağabeye isnad etmişse de bence hilaf etmiştir. Böylesi bir rivayetin ikinci bir şahidi de yoktur. Çünkü 1961 lerden sonra, Zübeyr Ağabeyle bu fakirde çok kerelerde görüşmüşüm. Ama en çok görüşen M. Fırıncı Ağabey, Rüştü Tafral, M. Birinci gibi zatlar bu rivayete, (Evet) demiyorlar.

Herkesin meşgul olduğu sanat ve mesleğinde fani olması bir hal,bir giriftarlık olduğundan, M. Kutlular ve yazar Kazım Güleçyüz kardeşlerimizde,Yeni Asya Gazetesi atmosferinde fani olmuş olduklarından, Nur Hizmetini bir siyasi Gazetenin neşriyatından ibaret sanmaktadırlar. Bu yüzden bazı büyük işler başaran, ama aynı zamanda çok günahlar da işliyen bir Gazeteyi müdafaa yolunda asılsız rivayetlere, indi yorumlara tevessül edebiliyorlar.

Görüyoruz ki, Zübeyr Ağabeye karşı sadakat-karlık ve bağlılık iddia edenlerin tavırları, zaman-zaman kendilerini tekzib etmektedir. En bariz bir örneği, Kastamonu Lahikasında bahsi yapılan, Asay-ı Musanın lügatçesini fevkalade alimane bir uslupta kaleme alan Kastamonulu büyük alim merhum M. Feyzi Efendinin bu lügatnamesini Hz.Üstad bir mektupta sadece bir haber olarak ve (hasta olduğu halde...) ifadesiyle yazmışken, sonra Hz.Üstaddan habersiz olarak Hüsrev Ağabey onu Asay-ı Musaların (teksirli Osmanlıca ve latincelerinin) ahirlerine derceyledi. Ama sadece bir defa yapılan bu işlemi, takib eden baskılarda hiç birine Hz.Üstadça konulmasına dair bir iş'arı sudur etmediği için, Asay-ı Musalara konulmamış olmakla beraber bizzat Zübeyr Ağabeyin imzalı bir mektup yazısında adı geçen lugatçe için Hz.Ustaddan bizzat ve şahsen duyup gördüğü şu rivayet ve nakli (.. Bu Risale-i  Nuru tahriftir. Bir zaman ...si yaptı, R. Nura çok zarar verdi.)

Merhum Zübeyr Ağabeyin bu mektubunu ve imzasını, Zübeyr Ağabeycilik iddiasında bulunanlar gözleriyle görmüş ve okumuşlarken, mübarek ve kudsi Nur Kitaplarının arkalarına, kenarlarına ve haşiyelerine, sırf dünyevi ticaret ve menfaat için bir takım insanların elleriyle neler ve neleri ilave ettiklerini herkes görmektedir.

Gazetenin ilk çıkışı ile ilgili, yani nasıl ve ne gibi şartlarla çıkartma izni verildiğine dair tafsilata girişmeye gerek yok sanırım. Çünkü bir çok kimselerin malumudur.

Netice, bir Gazetede Risale-i Nurlarla ilgili harici havadisler, malumatlar ve bazı sinsi saldırılara karşı müdafaalar gibi şeyler yayınlanabilir. Yani, Risale-i Nurun meslek ve meşrebinin en dış çizgisinde olarak Gazete  bazı hizmetlerde kullanılabilir. Ama bu şart ile ki yaptığı iyilikleri tebai ve dolayısıyla Nur cemaatine, ama kötülükleri, yanlışlıkları, aşırılıkları ise sadece ve yalnız Gazeteye ve onu çıkaranlara ait olacak şekilde tavır ve tedbirler alınmalı. Aksi halde, (bu, bir Lahika Mektupları hizmetini ifa ediyor. Bu, Nur'un en dahili hizmetini temsil ediyor, bütünüyle Nur cemaatı bu anlayıştadır) gibi haksız ve yerinde olmayan ve ehl-i iman arasında kötü intiba'lar bırakan bir takım iddialar öne sürülürse,  hem buhtan olur, hem haksız ve yersiz olur ve hem de doğrudan bir yalan olur Vesselam.

Gazetenin geçmiş otuzbeş senelik yayın hayatında Nur Mesleğine verdiği çok büyük zararlarından da bahsetmeyi zaid görüyorum.

Cenab-ı Allah hepimizi  kudsi Nur Risalelerinin istikametli çizgisinden ayırmasın şaşırtmasın.

Amin.

05.02.2007

Abdülkadir BADILLI

www.ittihad.com.tr   sitesinde neşredilmiştir.

 

 

 

5.      

 

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى اۤلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

 

RİSALE-İ NURLAR ANLAŞILMIYOR  İDDİASI VE LÜGAT MESELESİ

 

Risale-i Nur,ekseriyet itibariyle ilham eseridir, ilham ise ,sonsuz ilm-i ilâhiden gelir.İlm-i ilâhi;herşeyi ve herkesi bütün hususiyet ve ahvâliyle bildiği için en isabetli ve en muvâfık ve mânâ külliyetinde ve kudsiyete sahib ve devâ olacak mânâları, o manaları ifade edecek kelimat ile ilham eder.Evet Risale-i Nurların ilhamen yazıldığına dair hayli yerler mevcuttur.Ezcümle;

…Kur’an-ı Kerim’in feyzinden kalbime doğan fü­yu­zatı yanım­daki kimselere yazdırarak birtakım risale­ler vü­cuda geldi. Bu risa­lelerin heyet-i mecmuasına Risale-i Nur ismini verdim. Hakikaten Kur’an’ın nuruna istinad edil­diği için bu isim vicda­nımdan doğ­muş. Bunun ilham-ı İlahî olduğuna bütün ima­nımla kaniim…Şualar 496p1

Hem yazılan eserler, risaleler, -ekseriyet-i mutla­kası- ha­riçten hiçbir sebeb gelmiyerek, ruhum­dan tevel­lüd eden bir hacete binaen, ani ve de­f’î olarak ihsan edilmiş. Sonra bazı dostlarıma gös­ter­diğim vakit, demiş­ler: “Şu zamanın yarala­rına deva­dır.” İntişar ettikten sonra ekser kardeşlerimden anla­dım ki, tam şu zaman­daki ihtiyaca muvafık ve derde lâyık bir ilaç hükmüne geçiyor.Mektubat 375p1

           

...Resail-in Nur'unmesaili; ilim ile, fikir ile, niyet ile ve kasdî bir ihtiyarla değil; ekseriyet-i mutlaka ile sünuhat, zuhurat, ihtarat ile oluyor...K.L. 210 pson

 

 

Bazı sualler soruyorsunuz. Aziz kardeşim, yazılan galib Sözler ve Mektublar; ihtiyarsız, def'î ve ânî bir surette kalbe geliyordu, güzel oluyordu. Eğer ihtiyar ile Eski Said gibi kuvve-i ilmiye ile düşünüp cevab versem; sönük düşer, noksan olur…Mektubat 279 p1

 

Evet mezkür paragraflardan da anlaşılacağı üzere Risale-i Nurlar,Bediüzzaman Hazretlerine ilhamen gelmiş,O’nun irade ve tasarrufu ile vücut bulmamıştır.İlham edilen o kudsi manalar yine o manaları karşılayacak kelimelerle ifade edilmiş,söylettirilmiştir.Zira anadili başka olup,Türkçesi az ve muğlak olduğu halde yazdığı Risale-i Nurlar hakkında ;

 

 Büyük şâirimiz, edebiyatımızın medar-ı iftiharı merhum Mehmed Âkif, bir üdebâ meclisinde, "Viktor Hügo'lar, Şekspirler, Dekartlar; edebiyatta ve felsefede, Bediüzzaman'ın bir talebesi olabilirler."…T.H 764 p4

 

 Diye takdir ve Tahsin ifadeleri de gösteriyor ki, Nurlardaki kelimeler dahi ilhamen gelmiştir.İşte bu husus Mektubat adlı eserde şöyle ifade edilmektedir:

 

 

Elli-altmış risaleler (*) öyle bir tarzda ihsan edilmiş ki; değil benim gibi az düşünen ve zuhurata tebaiyet eden ve tedkike vakit bulamayan bir insanın; belki büyük zekâlardan mürekkeb bir ehl-i tedkikin sa'y ü gayretiyle yapılmayan bir tarzda te'lifleri, doğrudan doğruya bir eser-i inayet olduklarını gösteriyor. Çünki bütün bu risalelerde, bütün derin hakaik, temsilât vasıtasıyla, en âmi ve ümmi olanlara kadar ders veriliyor. Halbuki o hakaikin çoğunu büyük âlimler "tefhim edilmez" deyip, değil avama, belki havassa da bildiremiyorlar.

 

İşte en uzak hakikatları, en yakın bir tarzda, en âmi bir adama ders verecek derecede; benim gibi Türkçesi az, sözleri muğlak, çoğu anlaşılmaz ve zahir hakikatları dahi müşkilleştiriyor diye eskiden beri iştihar bulmuş ve eski eserleri o sû'-i iştiharı tasdik etmiş bir şahsın elinde bu hârika teshilât ve sühulet-i beyan; elbette bilâşübhe bir eser-i inayettir ve onun hüneri olamaz ve Kur'an-ı Kerim'in i'caz-ı manevîsinin bir cilvesidir ve temsilât-ı Kur'aniyenin bir temessülüdür ve in'ikasıdır.

 

 (*): Şimdi 130'dur.                                                                                                             Mektubat 373 p 3

 

Hem yine bu manayı te’yid eden, başka kelimelerin bu kudsi kelimatın yerini tutamayacağı hakikatini Hz Üstad şöyle ifade etmiştir. 

…Kur'anın bir nevi tefsiri olan Sözler'deki hüner ve zarafet ve meziyet kimsenin değil; belki muntazam, güzel hakaik-i Kur'aniyenin mübarek kametlerine yakışacak mevzun, muntazam üslûb libasları, kimsenin ihtiyar ve şuuruyla biçilmez ve kesilmez; belki onların vücududur ki, öyle ister ve bir dest-i gaybîdir ki, o kamete göre keser, biçer, giydirir.  Biz ise içinde bir tercüman, bir hizmetkârız. Mektubat 383 p1 sonu

 

Paragrafta geçen şu cümleye dikkat edilirse,Hazret-i Üstadın «Muntazam, güzel hakaik-ı Kur’aniyyenin mübarek kametlerine yakışacak mevzun, muntazam üslub libasları, kimsenin ihtiyar ve şuuruyla biçilmez ve kesilmez. Belki onların vücududur ki;öyle ister ve bir dest-i gaybîdir ki, o kamete göre keser, biçer, giydirir. Biz ise içinde bir tercüman, bir hizmetkarız.» demek suretiyle, bu ifadelerin kendi hüneriolmadığını,o kelimeleri seçmede müdahalesi bulunmadığını, belki bir ihsan-ı İlâhi olduğunu te’vili imkansız bir şekilde ifade etmiş oluyor.

Bediüzzaman Hazretleri şu hususları da ehemmiyetle nazara verip der ki:

…Risale-i Nur'un doğru ve hak olduğuna latif bir münasebet söyleyeceğim.  Şöyle ki:

Celcelutiye, Süryanîce bedi' demektir ve bedi' manasındadır. İbareleri bedi' olan Risale-i Nur, Celcelutiye'de mühim bir mevki tutup ekser yerlerinde tereşşuhatı göründüğünden, kasidenin ismi ona bakıyor gibi verilmiş.  Hem şimdi anlıyorum ki; eskiden beri benim liyakatım olmadığı halde bana verilen Bediüzzaman lâkabı benim değildi, belkiRisale-i Nur'un manevî bir ismi idi. Zahir bir tercümanına âriyeten ve emaneten takılmış. Şimdi o emanet isim, hakikî sahibine iade edilmiş. Demek, Süryanîce bedi' manasında ve kasidede tekerrürüne binaen kasideye verilen Celcelutiye ismi işarî bir tarzda, bid'at zamanında çıkan Bediülbeyan ve Bediüzzaman olan Risale-i Nur'unhem ibare, hem mana, hem isim noktalarıyla bedi'liğine münasebetdarlığını ihsas etmesine ve bu isim bir parça ona da bakmasına ve bu ismin müsemmasında, Risale-i Nur çok yer işgal ettiği için, hak kazanmış olmasına tahmin ediyorum. Şualar 747 p2

 

 

Mezkur ifadede geçen “…Risale-i Nur’un hem ibare, hem mana, hem isim noktalarıyla bedi’liğine...”beyanı ile tespit edilen ibarelerinin yani; kelime ve cümlelerinin emsalsiz ve harikalığı, sarih bir şekilde belirtilmiştir.

 

Bir başka husus da “Risale-i Nur’u anlamak zordur,anlamayı kolaylaştıracak izâhlara ihtiyaç vardır.” gibi bir suâl tevdi edilirse cevaben deriz: Külliyât-ı Nurda bu suâle birçok yerde cevap verilmiştir. Numûne olarak bir kaçını zikredeceğiz şöyle ki:

 

…Evet bu asrın dehşetine karşı, taklidî olan itikadın istinad kal'aları sarsılmış ve uzaklaşmış ve perdelenmiş olduğundan; her mü'min, tek başıyla dalaletin cemaatle hücumuna mukavemet ettirecek gayet kuvvetli bir iman-ı tahkikî lâzımdır ki dayanabilsin. Risale-i Nur bu vazifeyi; en dehşetli bir zamanda ve en lüzumlu ve nazik bir vakitte,herkesin anlayacağı bir tarzda, hakaik-i Kur'aniye ve imaniyenin en derin ve engizlilerini gayet kuvvetli bürhanlar ile isbat ederek,…Şualar 748 pson

 

…Risale-i Nur; bütün tabakat-ı beşere hem medrese, hem mekteb, hem kışla, hem hakîm, hem hâkim olarak, en âmî avamdan en ehass-ı havassa kadar ders verip, talim ve terbiye etmesi bizce meşhud olmasıyla,…K.L 70 p1 sonu

 

Risale-i Nur!.. Kur'an Âyetlerinin nurlu bir tefsiri.. Baştan başa îman ve tevhid hakikatlarıyla müberhen.. Her sınıf halkın anlayışına göre hazırlanmış... Müsbet ilimlerle mücehhez.. Vesveseli şüphecileri ikna ediyor... En avamdan en havassa kadar herkese hitap edip, en muannid feylesofları dahi teslime mecbur ediyor...T.Hayat 681 p 3

 

Nur Talebeleri tarafından soruldu ki: Nur Risalelerinde denilmiş: "Küfr-ü mutlakın dehşetli tahribatına karşı tamirci bir atom bombası Risale-i Nur'dur." Bunun bir nümunesini isteriz.

 

            Elcevab: Asâ-yı Musa mecmuaları; hususan bir nümunesi Altıncı, Yedinci, Sekizinci Mes'eleler ve Sekizinci ve Onbirinci Hüccet-i İmaniye ki; en derin bir feylesofla bir çocuk, onlardan en derin hakikatı anlayabilir ve vehim ve vesveseleri bırakmaz.Nur Çeşmesi 5p1

 

            Risale-i Nur, avamdan en âlim ve en münevvere kadar her sınıfın kendi istidadı nisbetinde istifade edebileceği bir eser külliyatıdır.

 

            İşte bu hakikatler içindir ki; Nurları okuyan ve yazan Nurcular, dünyanın her tarafında gittikçe çoğalmaktadır. Nur Çeşmesi 137 p2 sonu

 

Risale-i Nur eczaları, bütün mühim hakaik-i imaniye ve Kur'aniyeyi hattâ en muannide karşı dahi parlak bir surette isbatı, çok kuvvetli bir işaret-i gaybiye ve bir inayet-i İlahiyedir. Çünki hakaik-i imaniye ve Kur'aniye içinde öyleleri var ki; en büyük bir dâhî telakki edilen İbn-i Sina, fehminde aczini itiraf etmiş, "Akıl buna yol bulamaz!" demiş. Onuncu Söz Risalesi, o zâtın dehasıyla yetişemediği hakaiki; avamlara da, çocuklara da bildiriyor.Mektubat 372 p2

 

 

 

 

Risale-i Nur'daki âyetler, Kur'an-ı Hakîm'in en büyük mu'cizesi olan hususiyetleri kaybettirilmeden, büyük bir san'at ve meharetle Türkçemize tefsir edildiği için; Risale-i Nur'u kadın, erkek, memur ve esnaf, âlim ve feylesof gibi her türlü halk tabakası okuyup anlayabiliyor. Kendi istidadları nisbetinde gördükleri istifadeler karşısında ona bir kat daha sarılıyorlar. Liseliler, üniversiteliler, profesörler, doçentler, feylesoflar okuyorlar.Bu münevver sınıflar fevkalâde istifade ettikleri gibi; Risale-i Nur'un hârikulâdeliğini ve te'lif san'atındaki üstünlüğünü tasdik edip hayretler içerisinde bütün külliyatı okumak iştiyakına sahib oluyorlar…. Bu rağbet ve şiddetli alâka hiçbir psikolog, sosyolog ve feylesofun eserinde görülmemiştir. Onlardan ancak tahsilli kimseler istifade edebilmişlerdir. Bir ortaokul çocuğu veya okumasını bilen bir kadın, büyük bir feylesofun eserini okuduğu zaman istifade edememiştir. Fakat Risale-i Nur'dan herkes derecesine göre istifade etmektedir    Şualar 549 pson

 

            İşte yukarıda çok azı zikredilen paragraflarda görüldüğü üzere Risale-i Nurlar her sınıf halk tarafından istifade edilecek tarzda,avamın dahi anlayabileceği bir suhulette yazılmıştır.Burada şöyle bir itiraz gelebilir “Nurlardaki o ifadeler o zamanın insanlarının konuştuğu lisan ile olduğundan anlaşılabilmesi mümkündü. Lakin bu gün kullanılan Türkçe ile farklılık arz ettiğinden aynı durum söz konusu olamaz.”

 

      Cevaben deriz ki; Hz Üstad hayattayken de Risalelerin yeni nesil tarafından zor anlaşıldığı gündeme gelmiş,fakat Hz. Üstad bazı mühim Risalelerin başına dercettiği (Ayetül Kübra gibi) ve başka yerlerde de nazara verdiği şu hakikat ile;

 

Bu ehemmiyetli risalenin, herkes herbir mes'elesini anlamaz. Fakat hissesiz de kalmaz. Büyük bir bahçeye giren bir kimsenin, o bahçenin bütün meyvelerine elleri yetişmez. Fakat, eline girdiği mikdar yeter. O bahçe yalnız onun için değil, belki elleri uzunolanların hisseleri de var.Şualar 98 p1

 

Bu ehemmiyetli risalenin, herkes herbir mes'elesini anlamaz. Fakat hissesiz de kalmaz. Büyük bir bahçeye giren bir kimsenin, o bahçenin bütün meyvelerine elleri yetişmez. Fakat, eline girdiği mikdar yeter. O bahçe yalnız onun için değil, belki elleri uzunolanların hisseleri de var.Şualar 98 p1

 

Kur'anın bu asırda yüksek bir tefsiri olan Risale-i Nur'daki bazı bahisleri başlangıçta tamamen anlayamazsanız da onun manevî tesiri ve manevî feyzi, ruh ve kalbinize nüfuz eder; mana âleminizi istilâ eder, kat'iyyen istifadesiz kalmazsınız.G.Rehberi259 p ort

 

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri diyor ki: "Risale-i Nur başka kitablar gibi yalnız ilim vermiyor; onunmanevî dersi de vardır."G.Rehberi 256 pson

 

 

Herkesin her şeyi tam anlayamayacağı, lakin önemli olan istifadesiz kalmayacağıdır.Bununla beraber anlamayanların lügat manalarını öğrenmeleri tavsiye edilmiştir.

 

Risale-i Nur, yirminci asrın müslümanlarını ve bütün insanları, koyu fikir karanlıklarından ve müdhiş dalalet yollarından kurtarmak için müellifin kendi ihtiyarıyla değil, bir ihsan-ı İlahî olarak yazılmış olan ilhamî bir eserdir. İşte insan üzerindeki tesiri pek büyük olan böyle bir eseri devamlı olarak teenni ile ve lügatların manalarını öğrenerek dikkatle okuyabilseniz, geceli gündüzlü çalışan birçok Nur talebeleri gibi siz de büyük bir huzur ve saadete kavuşursunuz….Nur’un İlk Kapısı 182 p1

 

 

Meselemizle alakalı bir hatırayı Üstadımızın talebelerinden Ahmed Aytimur ağabey şöyle anlatıyor:

Üstadımız Samsun Mahkemesi münasebetiyle İstanbul’a geldiğinde, bir gün bu manada bir sohbette, şu mealde beyanda bulundular:

“Adamlar dünyevi hacatı için veya ticaret veya dünyevi bir maksad için ta şarktan buraya kadar geliyorlar, masraflar yapıyor, zahmetlere katlanıyorlar. Uhrevi ve ebedi hayat ve saadeti için neden anlamağa çalışmıyor? Lügata baksın, dikkat etsin, gayrette bulunsun. Bu işde de biraz zahmet çeksinler.” (1990 Üstadın Hizmetkarlarının imzasıyla neşredilen Lahikadan )

 

Burada ehemmiyet arz eden diğer bir hususta Nurları anlamak için lügat manalarının nerden nasıl öğrenileceğidir.Yani Nurlardaki kelimatın karşılıklarının yazıldığı müstakil bir lügata bakılarak mı,yoksa günümüzde bazı yayınevlerinin yaptıkları, kitapların arkasına,ya altına veyahut kenarlarına haşiyeler tarzında ilaveler yapılan kitaplar isti’mal edilerek mi öğrenilmelidir.Bu mevzuyla alakalı lügat çalışmalı eserleri neşredenlerin delil olarak getirdikleriEmirdağ Lahikası I cilt sahife 224 de bahsi geçen ve Kastamonudaki talebelerinden biri olan büyük alim olan Mehmed Feyzi ağabeyin çalışmasını anlatan şu paragraftır.

 

 Kastamonu'nun Hüsrev'i ve Rüşdü'sü olan Mehmed Feyzi ve Emin'in gönderdikleri benim Kastamonu'da kalan bir kısım risaleler emanetlerini aldım. Size gönderdiğim Asâ-yı Musa'nın lügatnamesini hasta olduğu halde çok güzel ve âlimane yazan, lügatnamenin başında güzel bir fıkra derceden ve bana da ayrı mektub yazan Risale-i Nur'un serkâtibi Mehmed Feyzi'nin oraca çok müşkilât ve manialara rağmen, hârika sadakatını ve Nurlara faik alâkasını, sarsılmadan imana hizmetini birkaç cihette yapması gösteriyor ki; o küçük bir Hüsrev olduğu gibi, tam bir Hasan Feyzi'dir… E.LI/224 pson

 

Ayrıca Elyazma Emirdağ Lahikasında mevcut,gençler için Nurların biraz sadeleştirilmesi iznine, verilen cevabi şu mektup delil getirilmektedir.

 “1948-1949’da Afyon hapsinde Ahmed Feyzi Ağabeyin Hazret-i Üstad’a gençler için risalelerin biraz sadeleştirilmesine dair mektubuna, Hazret-i Üstadımızın verdiği cevaptır:

“Saniyen: Nur’un metni, izaha ihtiyacı olsa, ya satırın üstünde, ya kenarda hâşiyecikler yazılsa daha münasiptir. Çünkü metin içine girse, teksir edilen nüshalar ayrı ayrı olur, tashih lazım gelir. Hem su-i isti’male kapı açılır, muarızlar istifade ederler. Hem herkes senin gibi muhakkik müdakkik olmaz, yanlış mana verir, bir kelime ilave eder, ehemmiyetli bir hakikatı kaybetmeye sebeb olur. Ben tashihatımda böyle zararlı ilaveleri çok gördüm.

Hem benim tarz-ı ifadem, bu zamanın Türkçesine uygun gelmiyor. Bir parça dikkat ve teenni ister. Belki bunun da bir faydası, bir hikmeti var...” Emirdağ Lâhikası Elyazma 661 (1990 Üstadın Hizmetkarlarının imzasıyla neşredilen Lahikadan )

İşte Emirdağ Lahikasında bahsi geçen, Asay-ı Musanın lügatçesini Kastamonulu büyük alim ve fazıl şahsiyet olan Üstad Hazretlerinin talebesi Mehmed Feyzi ağabey alimane bir uslupla kaleme aldığı bu lügatnamesini Üstad Hazretleri bir mektupta sadece bir haber olarak yazmışken, daha sonraları Üstad Hazretlerinden habersiz olarak Hüsrev Ağabey bu lügatnameyi Asay-ı Musaların (teksirli Osmanlıca ve Latincelerinin) ahirlerine derceyledi.

 

 

Lakin sadece bir defa yapılan bu işlemi, takibeden baskıların hiç birine Üstad Hazretleri tarafından konulmasına dair bir işaret bir haber vuku bulmadığından, diğer neşrolunan Asay-ı Musalara konulmamış olmakla beraber bizzat Zübeyr Ağabey imzalı bir mektupta bahsedilen geçen lugatçe için Hz.Ustaddan bizzat ve şahsen duyup gördüğü şu rivayet ve nakil vardır. (.. Bu Risale-i  Nuru tahriftir. Bir zaman birisi yaptı, R. Nura çok zarar verdi.)(R.N 27.Mektubu ve Lahikalar bölümü ve Y.As Abdulkadir Badıllının neşrettiği Lahika )

Hem delil getirilen Elyazma Emirdağ Lahikasındaki “mezkür hadisede yalnız Gençlik Rehberi için ve çok ehil ve âlim bir talebesine dahi sadeleştirme iznini vermediği, ancak dipnotları şeklinde lügatlerin yazılabileceği ifade edilmişken, aynı ihtiyaç bilhassa gençler için giderek daha da şiddetlendiği halde ,hazret-i Üstad’ın yakın dairesinde gayet ehliyetli ve edip şahsiyetler de varken lügatları, dipnotları halinde yazılmış bir Gençlik Rehberi hakikî Nur şakirdleri sahasında ortaya konmamıştır. Ancak Latince yazı ve teksirle neşredilmiş Asa-yı Musa’nın sonunda lügatçesi konulmuştur. Daha sonraları Hazret-i Üstad’dan izin alınarak Risale-i Nur Külliyatı’nın kelimelerini de içine alan ‘’Yeni Lügat’’ namında umumî bir lügat kitabı 1968’de neşredilmiştir ve bundan sonra da lügat ihtiyacını karşılayan pratik çalışmalar yapıldı ve daha da yapılıyor…” (1990 Üstadın Hizmetkarlarının imzasıyla neşredilen Lahikadan )

Hem mevzuumuzla alakalı gayet manidar olan Nur’un Kahramanı büyük şahsiyet Zübeyir Gündüzalp ile alakalı bir hatırayı Abdulkadir Badıllı ağabey mezkür lahikada şöyle nakletmektedir.

“1969’da Arabi Mesneviyi tab’etmek için teşebbüse geçtiğimizde;aslen Arabça olan Mesnevinin içinde geçen bazı Türkçe kelimelerin Arabçaya tercümesi lazımdır, çünkü bu kitab Arabçadır ve Arabların içinde neşredilecektir, diye merhum Zübeyr Ağabeye mektubla bildirdim. Bu hususta Zübeyr ağabeyden gelen mektub aynen şöyledir:

 “Rabian: İkinci mübarek ve müjdeli mektubunuzu aldım. Bugünkü neslin bilmediği fakat ihtiyacına binaen öğrenmek zaruretinde olduğu kelimeleri, Üstadımızın harikulade üslup ve belagatını ve hakikatleri ifade sadedinde isti’mal ettiği lügatları aynen muhafaza etmekle hepimiz mükellef bulanmaktayız. Hem merhum ve muazzez Üstadımızın sağlığında bu hususlarda:

1-Ya sahife sonlarında veya satır içinde lügatların yanına parantez içinde yazılıp yazılmayacağına,

2-Veyahut bir Risale-i Nur mecmuasının sonuna lügatçe ilavesine dair istenilen müsaadelere, mübeccel Üstadımız izin vermemiştir. Bir defasında şöyle buyurmuşlardı: “Bu Risale-i Nur’u tahriftir. Bir zaman birisi yapmak istedi, çok zarar verdi. Okuyanlar biraz zahmet çeksinler, lügatlerden arayıp bulsunlar.”

Eğer “şimendüfer, eczahane, santral” gibi lügatler, “Nuriye”de Arabî risalelerin içinde ise; mezkur vazifemize ve hakikata binaen yine değiştirmeyeceğiz. Okuyan zatlar öğrensinler. Eğer Arabçayı okuyacak yeni nesil ise, Yirminci asrın mevki-i muallasından hitab eden Mübelliğ-i Mübin’in, Hadi-i Ekber’in –kim bilir akılların ermediği ne hikmete binaen yazdığı-mevzubahis kelimeler misillu lügatları merak edip öğrenmek şeref-i manevisine yükselsinler.

Hamisen: Eğer Arabîleri başında, eğer başlıklar Türkçe ise yine aynen Türkçe olarak kalsın. Madem Üstadımız o büyük eseri, tekrar tekrar okumuş ve mecmua haline getirmiş olduğu sıralarda o başlıkları aynen bırakmış; bizlerde aynen bırakırız.

-Hasta Kardeşiniz-

 

İşte merhum Zübeyr ağabeyin Risale-i Nur neşrinde gösterdiği en büyük sadakat titizliğini ve en vefakar halet-i ruhiyesini ve samimi telakkisini gösteren ve bildiren ifadeleri...

Buraya kadar nakledilen parçalardan da anlaşılacağı üzere;

      Bediüzzaman Hazretleri, asıl Türkçe olan fakat şimdi Osmanlıca dediğimiz lisanın muhafazasını istemiş ve o kelimeleri bilerek tercih etmiştir. Risale-i Nur’da Osmanlıca kelime ve tabirlerin muhafaza edilmesinin çok hikmetleri vardır. Üstad Hazretleri bu kelimelerin öz Türkçelerini bildiği halde değiştirmemiştir.  Nitekim metinlerde bir çok öz Türkçe kelimeler, daha önce geçen Osmanlıca kelimelerin manalarını izah edecek şekilde ardarda veya başka cümlelerde onların yerine kullanıldığı görülmektedir. 

Buda Nur’ların anlaşılmasını kolaylaştırmakta ve lügatlara müracaat olmadan dahi olsa Nur’ların anlaşılabileceğini göstermektedir.Sabredip teenni ile okuyan ve Nur’un derslerine devam edenler bu hakikata şahid olmuşlardır.Mezkür yerlerin çok sayıda örnekleri vardır. 

Misâl olmak üzere.  “Sözler” adlı eserden birkaçını zikrediyoruz :

(Parantez içindeki rakamlar, Envar Neşriyatın son baskısındaki sahifeleri gösterir. )

-anahtar (535), miftah (536)

-tahammül edemez ve yüklenemez (537)

-istinad eder. . . . . dayanır (627)

-ince ve dakik (627)

-müstağni ve hiç kimseye ihtiyacı olmayan (628)

-tezyin ettiği gibi süslendirip (654)

-sever, muhabbet eder (620)

-gerek, lazım (621)

-mâhir, usta (623)

-tevkif ve durdurma (624)

-istab’ad. . . . akıldan uzak ve muhal görür (65)

-nihayetsiz, gayr-i mütenahi (552)

-âlem-i ahiret (531), öteki alem (556)

-me’yus, ümitsiz (584)

-umum, bütün (586)

-kanat, cenah(589)

-küreyvat-ı hamra, yuvarlak kırmızı mevcut (592)

-lisaniyle, diliyle (592)

-beden-i insani (593), insanların bedeni (594)

-şuunat, işler (595)

-zaptetmek, ele geçirmek(596)

-semanın (603), göğün (603)

-yüz, sima(606)

-istiğna-yı mutlak var, hiçbir cihetle ihtiyaç yok (607)

-ekl, kelam ve fikirdir, yani yemek, söylemek ve düşünmektir (608)

-elinde, kabzasında (609)

-gölgesi, zılali (611)

-geniş, vüs’atli (508)

-vahşî, hiç şehir görmemiş (508)

-hâlidir, boştur (508)

-hakir, küçük (508)

-âkil-ün nebat, ot . . . . . yerler (508)

-âkil-üs-semek, balık. . . . . yerler (508)

-nardan, ateşten (508)

-nurdan, ışıktan (508)

 

İşte mezkür hakikatlar müvacehesinde mübarek ve kudsi Nur Kitaplarının arkalarına, kenarlarına veya altlarına ilave edilen lügat ve başka ilave çalışmaları, ‘Nur’un hizmetinde yapılmayıp unutulan veya gözden kaçan bir hizmet var mı varsa onu yaparak bu davaya nasıl bir hizmette bulunabilirim’ düşüncesinden uzak sırf dünyevi ticaret ve menfaat için yapıldığı hakikatını çok bariz bir şekilde ortaya koymaktadır.  

21.03.2007