NURMEKTEBİ veya ÇAYHOUSE veya HAYALHANE veya SÖZLER KÖŞ

     

 Bediüzzaman LOKAL tarzında bir kıraathanenin açılmasını istedi mi ?

 

Bir zaman has ve faal bir Nurcu, bir büyük şehirde herkes rahatlıkla ve çekinmeden gelip Nurlardan istifade ettirebilelim düşüncesiyle bir LOKAL tarzında bir kıraathane bir ÇAYHANE açmak istedi. 

Temiz bir perde ile perdeleyip arka kısmında dinî kitablar ve Külliyat-ı Nur konulup,hazırlanmış olan masalarda ücretsiz okuma imkânı ve suallere cevablar verileceği yazılı levha asılacak.

 

Ön kısmında da ÇAY verilecek. Bu düşünce Hz. Üstada intikal edince izin vermedi. ŞİDDETLE REDDETTİ !!! Halbu ki bu fikir,zahir nazarda makul ve maslahatlı görünüyor. Demek akl-ı beşerî bu sahalarda merci değil. (Zübeyir Gündüzalp)

 

 

 

NUR MESLEĞİ DEĞİŞTİRİLEMEZ

 

Fırıncı anlatıyor:

«Bir gün Galatasaray Lisesi’nde okuyan ve son­ra­dan ec­zacı olan bir zât ziyarete gelmişti. Ben son ânında geldim. Tatsız bir vaziyet vardı, O anda anla­ya­madım. Onun ayrılmasından sonra Hazret-i Üstad, o anda hizme­tinde bulunan kardeşlere çok hiddet etti. “Çocuk bunlar, çocuk olmasa tardedeceğim, bilmiyorlar. Çocuk bunlar!” dedi. Ben de mes’eleden çok endişeli bir halet-i ruhiyeye girmiştim. Bu sırada Üstad Hazretleri karyolada oturuyor­lardı. Ben ise yerde ve halının üze­rindeydim. Birden bana hitaben şöyle dedi:

 

“Muhammed, kardeşim, sen hakem ol, ben diyo­rum ki Risale-i Nur’un neşir ve medrese tarzı hizmetle­rinin devam ve inkişafı lâzım, bunlar ise başka şeyler, başka hizmetler düşün­cesinde.” Ben mes’eleyi “başka hizmetler” ta­birinden anlamakla beraber, “Üstadım bizim vazifemiz, Risale-i Nur’un neşri ve ve medreselerin de­vamıdır.” deyince Üstad yüksek sesle “Tamam” diye ifa­dede bu­lundu. Ve o hiddet hali ak­şama doğru hayli hafif­ledi. Sonra Muhsin Ağabeye sordum. Gelen kardeşin bi­zim tarz-ı hizmetimizi pasif telakki etmesi ve orada bazı ko­nuşmaların cereyan etmesi, Üstad’ın hiddetlenmesine sebeb ol­muş.»

(Son Şahitler-3 sh: 235).

 

 

 

Sadakat Yemini

 

BAYRAM YÜKSEL AĞABEYDEN BİR HATIRA:

BEDİÜZZAMAN HZ. BİLHASSA VEFATINA YAKIN ZAMANLARDA ...DEFALARCA YANINDA KALAN TALEBELERİNİ ÇAĞIRIR BİRDE KUR'AN-I KERİM GETİRTİR....

VE KUR'ANA EL BASTIRARAK YEMİN ETTİRİRDİ.... BU YEMİN ŞU ŞEKİLDEDİR.....

 

BİR GÜN ABDULKADİR GEYLANİ GELSE DESEKİ ÜSTADINIZ SAİDİN MESLEĞİNİ VE MEŞREB USULÜNÜ BİRAZ DEĞİŞTİRİN TAVİZLER VERİN HER GÜN BİR MİLYON NUR TALEBESİ OLACAK VE TAKİP TEVKİF HAPİS İŞKENCE KALKACAK....

 

AMA AYNI ONUN MESLEĞİNİ MUHAFAZA EDERSENİZ HEM KİMSE NUR TALEBESİ OLMAYACAK HEMDE HAPİSLER İŞKENCELER ARTACAK DESE.... YEMİN EDİN KUR'ANA EL BASIN BENDEN GÖRDÜĞÜNÜZ HİZMET-İ KUR'ANİYE TARZINI VE USULÜNÜ AYNEN MUHAFAZA EDECEKSİNİZ....

BİZDE VALLAHİ ÜSTADIM BİLLAHİ ÜSTADIM TALLAHİ ÜSTADIM KİMSE BİZİ DİNLEMESEDE SENİN KUDSİ MESLEĞİNİ AYNEN MUHAFAZA EDECEĞİZ DİYE YEMİN ETTİK...

 

İŞTE BU TALEBELERİNİ HİZMET-İ İMANİYYE VE RİSALE-İ NURUN BÜTÜN HAKLARI VE TARZ-I HİZMETİ NOKTASINDAN VEKİL VE VARİS TAYİN ETMİŞTİR...

 

 

 

Risale-i Nur'un mesleği, sair tarîkatlar, meslekler gibi mağlub olmayarak belki galebe ederek pek çok muannidleri imana getirmesi; pek çok hâdisatın şehadetiyle, bu asırda bir mu'cize-i maneviye-i Kur'aniye olduğunu isbat eder.

O dairenin haricinde, ekseriyetle bu memlekette bu

 

·         hususî ve cüz'î

·         ve yalnız şahsî hizmet;

·         veya mağlubane perde altında

·         veya bid'alara müsamaha suretinde

·         veya tevilat ile

·         bir nevi tahrifat içinde

 

hizmet-i diniye tam olamaz diye, hâdisat bize kanaat vermiş.

                                                              

Emirdağ Lahikası-1 ( 63 )

 

 

DERSDE GÜLDÜRÜCÜ; LAÜBALİYANE HAREKETLE

 

CİDDİYETİ IHLAL ETMEK EHL-İ DALALETE BAŞINI EĞMEKDİR

 

 

“Hakaik-i imaniyenin dersi vaktinde (!) 

• hakaik hesabına 

• ve Kur'an şerefine o makamın iktiza ettiği IZZET ve VAKAR-I ILMIYEYI ders vaktinde muhafaza (!) edip, 

BAŞIMI EHL-I DALALETE EĞMEMEK İÇİN, 

• izzetli vaziyeti muvakkaten takınıyorum.” L:174

 

Evet, derslerde gülmek, güldürmek ve güldürücü ve lâübaliyane hareketlerle ciddiyeti ihlal etmek caiz olmayıp vakarın esas olduğunu Hz. Üstad hatırlatıtıyor. 

Bir rivayette: “Kişide iyi hal; libas güzelliği değil, vakar ve ciddiyet¬tir.” buyurulur. (Ramuz-ul-ehadis: sh.362)

("Ders, Tedris, Dershane" derlemesi)

 

 

Dersde İZAH nasıl olmalı ? TIKLAYINIZ

 

 

 

YENİ VİDEO






Zübeyr Ağabey UYARMIŞ !

















Nurcular bagış toplar mı ? 




Dinî hizmetlerde maddî ve manevî menfaatleri is­te­memek olan istiğna düsturu, Risale-i Nurun hizme­tinde ehemmiyetle ve ısrarla nazara verilen bir esastır.

 

Bediüzzaman Hazretleri bir talebesine yazdığı, fa­kat umuma bakan is­tiğna düsturu hakkındaki dersinde diyor ki:

 

«Bana bir hediye gönderdin gayet ehem­miyetli bir kai­demi bozmak istersin. Ben demiyo­rum ki: “Kardeşim ve bi­raderzadem olan Abdülmecid ve Abdurrahman’dan kabul etmedi­ğim gibi senden de kabul etmem.” Çünkü sen onlardan daha ileri ve ru­huma daha yakın olduğundan, herkesin hediyesi red­dedilse, seninki bir defaya mahsus olmak üzere redde­dilmez. Fakat bu mü­nasebetle o kaidemin sırrını söyle­yeceğim. Şöyle ki:

Eski Said minnet almazdı. Minnetin altına gir­mek­tense ölümü tercih ederdi. Çok zahmet ve meşak­kat çek­tiği halde kaide­sini bozmadı. Eski Said’in, senin bu biçare kardeşine irsiyet kalan şu hasleti ise, tezehhüd ve sun’î bir istiğnâ değil, belki dört beş ciddî esbaba is­tinad eder.

 

Birincisi: Ehl-i dalâlet, ehl-i ilmi, ilmi va­sıta-i cer et­mekle it­ham ediyorlar, “İlmi ve dini kendilerine medar-ı ma­işet yapıyorlar” deyip insafsızca­sına onlara hücum ediyorlar. Bunları fiilen tekzip lâzımdır.

 

İkincisi: Neşr-i hak için enbiyaya ittibâ et­mekle mü­kellefiz. Kur’ân-ı Hakîmde, hakkı neşredenler

اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللّهِ ❊ اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللّهِ

(Yunus Sûresi, 10:72; Hûd Sûresi, 11:29; Sebe’ Sûresi, 34:47)

diyerek insanlardan is­tiğnâ göstermişler. Sûre-i Yâsin’de

اِتَّبِعُوا مَنْ لاَ يَسْئَلُكُمْ اَجْرًا وَهُمْ مُهْتَدُونَ

(Yâsin Sûresi, 36:21) cüm­lesi, me­se­lemiz hak­kında çok mânidardır. 

 

Üçüncüsü: Birinci Sözde beyan edildiği gibi, Allah namına ver­mek, Allah namına almak lâzımdır. Halbuki, ekseriya ya veren ga­fildir kendi namına verir, zımnî bir minnet eder. Ya alan gafil­dir Mün’im-i Hakikîye ait şükrü, senâyı zâhirî esbaba verir, hata eder.

 

Dördüncüsü: Tevekkül, kanaat ve iktisat öyle bir ha­zine ve bir servettir ki, hiçbir şeyle değişilmez. İnsanlardan ahz-ı mal edip o tükenmez hazine ve defi­ne­leri kapatmak istemem. Rezzâk-ı Zülcelâle yüz binler şük­rediyorum ki, küçüklüğümden beri beni minnet ve zillet altına girmeye mecbur etmemiş. Onun keremine is­tina­den, bakiye-i ömrümü de o kaideyle geçirmesini rahme­tinden niyaz ediyorum.

 

Beşincisi: Bir iki senedir çok emâreler ve tecrübe­lerle kat’î ka­naatim oldu ki, halkların malını, hu­susan zengin­lerin ve me­murların hediyelerini almaya mezun deği­lim. Bazıları bana do­kunuyor belki dokunduruluyor, ye­dirilmiyor, bazan bana zararlı bir surete çevriliyor. Demek gayrın malını almamaya mâ­nen bir emirdir ve almaktan bir nehiydir.

Hem bende bir tevahhuş var. Herkesi her vakit ka­bul edemi­yorum. Halkın hediyesini kabul etmek, on­la­rın hatırını sayıp iste­mediğim vakitte onları kabul et­mek lâ­zım geliyor. O da hoşuma gitmiyor. Hem ta­sannu ve te­mellükten beni kurtaran bir parça kuru ekmek yemek ve yüz yamalı bir libas giymek, bana daha hoş geliyor. Gayrın en âlâ baklavasını yemek, en murassâ li­basını giy­mek ve onların hatırını saymaya mecbur olmak, bana nâhoş geli­yor.

 

Altıncısı: Ve istiğnâ sebebinin en mühimi, mez­he­bimizce en muteber olan İbn-i Hâcer diyor ki: “Salâhat niyetiyle sana veri­len birşey sâlih ol­mazsan kabul etmek haramdır.”

(İbni Haceri’l-Heytemî eş-Şâfiî, Tuhfetü’l-Muhtâc li-Şerhi’l-Minhâc, 1:178.)

 

 «Bu zamanda zaruret olmadan, irşad-ı nâsa ve neşr-i dine çalışanların, sadakaları ve hediyeleri kabul etmemeleri lâzım geldiğinin sırrını dört sebeple beyan eder.

اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللّهِ

âyeti ile

اِتَّبِعُوا مَنْ لاَ يَسْئَلُكُمْ اَجْرًا

 

âyeti gibi, in­sanlardan is­tiğna hakkındaki âyâtın mühim bir sırrını tefsir eder. Ve ilim ve dini neşre çalışan insanlar, müm­kün olduğu ka­dar istiğna ve kanaatle hareket etmezse hem ehl-i da­lâle­tin ithamına hedef olur, hem izzet-i ilmiyeyi muha­faza edemez. Hem, salâhat ve neşr-i din gibi umûr-u uh­re­viyyeye mukabil hediyeleri almak, âhiret mey­velerini dünyada fâni bir sûrette yemek demek­tir.» (Mektubat sh: 484)

 

 

 Mühim bir tüccar dostum otuz kuruşluk bir çay ge­tirdi, kabul etmedim. “İstanbul’dan senin için getir­dim, beni kırma” dedi. Kabul ettim. Fakat iki kat fiya­tını ver­dim.

Dedi: Niçin böyle yapıyorsun, hikmeti nedir?

Dedim: Benden aldığın dersi, elmas derecesinden şişe dere­cesine indirmemektir. Senin menfaatin için, menfaatımı terk edi­yorum. Çünkü, dünyaya tenez­zül et­mez, tamah ve zillete düşmez, hakikat muka­bilinde dünya malını almaz, ta­sannua mecbur olmaz bir üstad­dan alınan ders-i haki­kat elmas kıymetinde ise, sadaka almaya mec­bur olmuş, ehl-i servete tasannua muztar kal­mış, tamah zilletiyle izzet-i ilmini feda etmiş, sadaka ve­renlere hoş görünmek için riyakârlığa temayül etmiş, âhiret meyvelerini dünyada yemeye ce­vaz göstermiş bir üstaddan alınan aynı ders-i hakikat, elmas derecesinden şişe de­recesine iner. İşte, sana mânen otuz lira zarar ver­mekle, otuz kuruşluk menfaatimi aramak, bana ağır geli­yor ve vic­dansızlık telâkki ediyorum. Sen mâdem feda­kârsın ben de o fedakârlığa mukabil, menfaatinizi menfa­atime ter­cih ediyorum, gücenme. O da, bu sırrı anladıktan sonra kabul etti, gücenmedi.»(Barla Lâhikası sh: 122)

 

«Bediüzzaman, küçük yaşından beri, halkların mukabilsiz hediyelerinden istiğnâ etmiştir. Hediye ka­bul etmemeyi meslek edinmiştir. Zindandan zindana, memle­ketten memlekete sürgün edildiği zamanlarda, ih­tiyarlığın tahmil ettiği zaruretler içinde dahi, bu sek­sen senelik is­tiğnâ düsturunu bozmamıştır. En has bir talebesi, bir lokma birşey hediye etse, mukabilini verir, ver­mese do­kunur.

Neden hediye kabul etmediğinin sebeplerinden bi­risi olarak der ki: “Bu zaman, eski zaman gibi değildir. Eski zamanda imânı kurtaran on el varsa, şimdi bire in­miş. İmânsızlığa sevk eden se­bepler eskiden on ise, şimdi yüze çıkmış. İşte, böyle bir za­manda imâna hizmet için, dünyaya el atmadım, dünyayı terk ettim. Hizmet-i imâ­niyemi hiçbir şeye âlet et­meye­ceğim” der.

Hazret-i Üstad, kendi şahsı için birisi zahmet çekse, bir hiz­metini görse, mukabilinde bir ücret, bir te­berrük verir. Aksi halde, ruhuna ağır gelir, hoşuna git­mez.» (Sözler sh: 760)

 

«Bilirsiniz ki, kendim sadaka ve yardımları kabul etme­di­ğim gibi, öyle yardımlara da vesile olama­dığımdan, kendi elbi­semi ve lüzumlu eşyamı satıp o parayla kendi kitaplarımı, ya­zan kardeşlerim­den satın alıyorum. Tâ Risale-i Nurun ihlâsına dünya menfaatleri girmesin, bir zarar verme­sin ve başka kardeşler de ibret alıp hiçbir şeye âlet edilme­sin.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 272)

 

«Safranbolu, Eflâni Nahiyesi Mülâyim Köyünde mütekait muallim bir kardeşimiz ve Nurun has şakirdi, Nurların neşri ve tab’ı için âdetâ sermayesinin kısm-ı âzamını teberru etmek istiyor, kabulünü rica ediyor. Ben, bu hâlis ve has karde­şimizin fedakârâne ve hâlisane rica­sını reddede­miyo­rum. Ve dünya malları kaide-i şahsi­yeme girme­diği ve muavenet­leri kendime kabul etmedi­ğim için, bu işteki maslahatı da bilemi­yorum. İki Isparta’nın kah­ra­manlarına ve Hüsrev ve Tahirî ve ar­ka­daşlarına ve Nazif ve refiklerine bu meseleyi havale edi­yorum. Nurun neşri için böyle çok büyük bir hayır ve sevaba mâni olamam. Sizler ya bütün niyet ettiği mik­tarı, veyahut bir kısmını, iki hisse ile, biri büyük Isparta’nın, biri küçük Isparta’nın makinelerine veril­sin. Onun istediği gibi, ya teberru veya ileride başka muave­net edenler gibi bir mukabele nev’inde, ya Nurlardan veya başka bir istediği ne varsa vermek su­retiyle o has kardeşimizi memnun edersi­niz.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 182)

 

Bu mektubda dikkati çeken ehemmiyetli noktalar var:

Evvela, muaveneti yapmak isteyen hâlis bir Nur şakirdidir.

Saniyen, yapılmak istenen yardım he­men kabul görmüyor, ancak hayra mani olmak endişesiyle reddedilmiyor.

Salisen, yapılmak istenen yardımın bir kısmının alınması teklifi geti­riliyor. Çünkü hissî bir heyecan anında böyle büyük bir yar­dım yapılmak is­tenmiş olabilir.

Rabian, bu yardım bir borç şeklinde olması veya karşılığında kitab verilmesi gibi şıklar or­taya konulup muavene­tin, ihlas ve samimiyetinin tam te­barüzüne çalı­şılmaktadır. Bütün bu tekliflere rağmen mu­avenette yine ısrar gösteriliyorsa, o za­man tam bir gönül ra­hatlığı mevzubahis demektir.

 

İşte pek çok ders ve ikazları ihtiva eden ve kısmen alı­nan bu parçalarda sarahatla nazara verilen istiğna düsturu, Risale-i Nurda te’vil kaldırmaz bir esastır. Bilhassa Risale-i Nurun hizmet ehli, bu dersin birinci muhatabıdır.

Risale-i Nur Külliyatı müvacehesinde istiğna düsturu­nun esas mahiyeti ehl-i hizmetin maddî yardım istememe­sinden ve ehl-i himmetin de, emr-i İlâhiyi ve vazife-i diniye­sini ifa etmesin­den ve hizmet-i diniyeye hissedar olmanın ehemmiyetini anlaya­rak yardım etme­sinden iba­rettir.

Bir elyazma Emirdağ Lâhikasındaki, Hazret-i Üstadın ifade­siyle:

 

“... İhlâs zararına ver dememek belki istemeden ve­rilse ve kabulü rica edilmek şartıyla alınmaktır.”

Cümlesi, en öz bir tariftir.

 

 

İSTİĞNA DÜSTURU Derlemesi icin TIKLAYINIZ

 

 

Bu gençler bir sürü kişinin hidayetine sebeb oluyor diyenler varsa….

 

 

 

 

En büyük hidayet, hicabın kaldırılmasıyla hakkı hak, bâtılı bâtıl göstermektir.
İşarat-ül İ'caz ( 22 )

 

 

RAP-lerine karıştırdıkları haktan gözüken bir kaç cümle , yani Hak ve batılın karması  ile mi hidayete vesile oluyorlar? 

 

 

  Bediüzzaman  şarkı söyleyen çocuğu ikaz etti

 

Altıncısı: Bana bidayette hizmet eden Ömer, namaza başladı, şarkıları bıraktı. Fakat bir akşam, kapıya yakın bir şarkı kulağıma geldi, evrad ile meşguliyetime zarar verdi. Ben hiddet ettim, çıktım gördüm ki; hilaf-ı âdet Ömer'dir. Ben de hilaf-ı âdet bir tokat vurdum. Birden, sabahleyin hilaf-ı âdet olarak Ömer, başka hapse gönderildi.

 

             Yedincisi: Hamza namında onaltı yaşında sesi güzel olmasından şarkı söylüyor, başkalarının da iştihalarını açıyor, haylazlık ediyordu. Ona dedim: "Böyle yapma, tokat yiyeceksin." Birden, ikinci gün bir eli yerinden çıktı, iki hafta azabını çekti.

 

Evet, doğrudur.

Hamza

 

Şualar ( 334 )

 

 

Fırtına ve zelzele zamanında; değil içtihad kapısını açmak, belki pencerelerini de kapatmak maslahattır. Lâübaliler ruhsatlarla okşanılmaz; azimetlerle, şiddetle ikaz edilir.

Mektubat ( 478 )

 

 

 

Müzik, Ses ölçülerinden, ölçülü ses ve san’atkârlığıdır. Kulaklarda güzel seslerden zevk alma kabiliyetini yaratan Allah, kulaklar için de güzel sesleri yaratan yine O’dur. Yani, fıtraten ses ve kulak münase­betini Allah tan­zim etmiştir.

 

“Meselâ kulak, sadâların enva’larını, latif nağmelerini ve mesmuat âleminde Cenab-ı Hakk’ın letaif-i rahmetini hisseder. Ayrı bir ubudiyet, ayrı bir lezzet, ayrı da bir mükâfatı var.” S:646

 

Yine Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

“Cenab-ı Hak ve Hakîm-i Mut­lak, bu insanda istihdam ettiği bu cihazatın el­bette her birerlerine lâyık üc­retlerini verecektir.” S:647

 

Demek kulak fıtraten meşru sesi dinleme hakkına sahibdir. Fakat yine her organ için olduğu gibi, kulak için de seslerin zevki, meşru ve gayr-i meşru olarak iki kısma ayrı­lır. Gayr-ı meşru kısmı için şu örnekler verilebilir:

 (31:6) … insanlardan kimi de vardır ki, Allah yolundan bilmiyerek sa­pıtmak ve onu (Allah yolunu) eğlence yerine tutmak için laf eğlencesi (oyala­yıcı söz ve sesleri) satın alır. İşte bunlara mühîn bir azab vardır...”

 

Yani ihanet cezası olarak rezaletlik cezası verilir.

 

Mezkûr âyette geçen Laf eğlencesi” : eğlence söz, insanı oyala­yan, (haktan) işinden alıkoyan, asılsız hikâyeler, masallar, romanlar, ta­rih kılıklı ef­saneler, güldürücü lakırdılar, hokkabazlıklar, geve­zelikler, teganniler, (şarkılar) gibi eğlence sesler.……..

 

..Bilmiyerek Allah yolundan sapıtmak, yani saptırdığını hissettirmeden, yaptığı işin akıbetini sezdirmeden dini, ah­lâkı bozmak; ~®—­g­; _«;«g¬FÅB«<«— ve onu, yani Allah yolunu, hak dinini eğlence yerine tutmak için...” böyle nefsanî yola sapıp saptırırlar. (Elmalılı.Tefsiri: 3837-3838)

 

Sefahete medeniyet, salabet-i diniyeye irtica diyerek milli ahlâkı tahrib etmeğe çalışan münafıklar, bu âyetin tehdidine mazhardırlar.

Çok âyetlerde olduğu gibi mezkûr âyetin de umum zamanlara ba­kan mana külliyeti vardır. Bilhassa zamanımızda tekniğin gelişmesiyle bütün insanlara tesir etmek imkânını veren radyo ve televizyon gibi neşir organları yoluyla insanları diyanetten, maneviyattan ve faziletten alıkoymak ve sefahete atmak olan din düş­manlarının dehşetli planlarından, bu âyet insan­ları ikaz eder.

Keza İblis’in ve İblis’e bağlı olan sefih insî şeytanların, yani münafık cereyanların halkı şehevî çalgılarla dalalete itmesine ve ihtilalci ve neşriyatta yaygaracı müfsidlere işaret eden (17:64) âyeti de gayetle câlib-i dikkattir. Bu ayet, İslam prensiblerinin 167.p.da izah ediliyor.

Bir rivayette buyuruluyor ki:

 “Yani: Şarkıcı cariyeleri ne satın ne de satın alın, ne de öğretin. Onlarla yapılan ticarette hayır yoktur, parası da haramdır. “İnsanlardan bazıları, Al­lah yolundan saptırmak için boş lafa müşteri çıkanlar vardır.” (Lokman Su­resi, 6)âyet-i celilesi bu gibilerin hakkında nazil olmuştur.” [1]

 

Diğer bir rivayet de şöyledir:

 

…….Şarkı ve çalgı, kalbde nifak tohumlarının büyümesini sağlar.” [2]   Yani çalgı, milli ah­lâkı bozarak sefahete ve giderek fitne ve anarşizme kapı açar. Cemiyet, içinde yaşanmaz bir duruma girer.

 

Başka bir hadiste de şöyle buyuruluyor:

 “Bu ümmette hasf, (yere batma), mesh (İslam prensibleri ansiklopedisinin aynı maddesinde izahat var) ve kazf (gökten taş yağ­ma­sı) belaları vardır, buyurdu.

Müslümanlardan bir adam: Ey Allah’ın Resulü, bu ne zaman? diye sordu. Pey­gamber (A.S.M.) Şarkıcı kadınlarla çalgı âletlerinin yaygın hale geldiği ve içki içmek çoğaldığı vakit, buyurdu.” [3]

 

Bu rivayet zamanımızı ayniyle bildiriyor. Bu ikaz Müslümanları uyandırmalı fakat ekseriyet gayetle gafil. İşte dinde bildirilen fitneden kaçınız, bu yaşayış ve anlayıştan uzak durun demektir.

 

Hasf (yere batma) ve zelzele ile alâkalı ayet notları:

-Dünya servetine dayananların kıyamete kadar gelen muakiblerinden yere batırılma (hasf) cezaları: (28:81) manaca alâkalı ayet (34:9) (67:16)

-Müfsidlerin zelzele musibetiyle cezalandırılmalarına bakan ayet: (10:26)

Müşriklere gece veya gündüz gelen helaket (7:4)

Bir hadis-i şerifte mealen şöyle buyuruluyor:

“Bir zaman gelecektir ki, ümmetimden muhakkak bir takım zümreler tü­reye­cektir. Bunlar zina etmeyi, ipekli elbiseler giymeyi, şarap içmeyi, defler dümbelekler ile eğlenmeyi helal ve mübah sayarlar. Bunlardan bir takım merhametsiz ve hodgâm zümreler de dağ mesirelerine yaslanacaklar. Bunun üzerine Allah, sevip eğlendikleri dağı üzerlerine indirerek, bir kısmını helâk edecek, sağ kalan öbürlerini de kıyamet gününe kadar maymun ve domuz suretlerine tebdil edecek.”(S.B.M. Hadis No: 1892 tercümesinden)

 

Şimdi de meşru sesler bahsine geçelim:

 

Güzel seslerin meşruiyetine delalet eden şu âyet:

“(34:10)Ey dağlar, dedik onunla beraber te’vib, yani terci’ yapın; ötün, çınlayın ...siz de ey kuşlar!

Yani Davud’a öyle güzel bir ses, öyle şanlı bir eda verilmişti ki, akşam sabah tesbih ettikçe, onun sesine bütün dağlar ve kuşlar iştirak eder, çınlar, öterlerdi. Demek ki, güzel sesle hüsn-ü elhan Davud’un bir fazilet-i mahsusası, kuşları dahi başına toplayan bir mu’cizesi olmuştu. Bu mana iledir ki, savt-ı Davud meşhur olduğu gibi, Mezamir-i Davud da meşhurdur. Bu güzel sanatı, İslâm’da suret-i mutlakada mezmum zanne­denler olmuştur. Fakat bilmek lâzım ge­lir ki, mezmum olan lühun-u fısktır (fısk olan nağmelerdir). Yoksa Kur’an okurken tertil ve tahsin-i savt, me’murun bihdir. Bu babda kütüb-ü sıhahda hayli hadisler vardır.

Bir çokları da müsikînin tesirini ruhanî zannederler. Böyle bir zan, ruhu heva zannetmektir. Ses, bir hava ihtizazı olduğu için musikînin doğru­dan doğruya verdiği tesir ve heyecan, bir buse zevki gibi cismanî ve asabî bir tesirdir. Taganni, ancak bir kelimenin, bir kelâmın manasını ruha duyurmağa hizmet etmesi itibariy­ledir ki, ruhanî bir kıymet alabilir. Ehl-i fısk, hep şehevanî mevzularla cismanî heye­can aradığı için manayı öldürerek, sade asaba basan kuru nağmelerle cismanî tesir arar. Bu ise ruhanî şuuru terbiye değil, ifna eder. Belki fâsık için bütün şuurundan geçip mest-i laya’kıl olmak bir zevktir. Fakat dinin, şer’in vermek istediği zevk bu değil; güzel manalı, mukaddes şuurlu bir hayat yaşatmaktır.” (Elmalı Tefsiri: 3948)

 

Sefahet ve dalalete düşen bir insan, vahşetli bir halet-i ruhiye ile âleme bakar, âlemi de vahşetli görür. Böyle insanlar hakkında Bakara Su­resi’nin 7. âyetin­deki وَ عَلَى سَمْعِهِمْkelimesiyle, küfür sebebiyle kulağa ait pek büyük bir nimeti kaybettiklerine işaret edilmiştir. Hatta kulaktaki zar, nur-u iman ile ışıklandığı za­man, kâinattan gelen manevi nidaları işitir. Lisan-ı hal ile yapılan zikirleri, tesbihatları fehmeder. Hatta o nur-u iman sayesinde, rüzgarların terennümatını, bulutların na’ralarını, denizlerin dalgalarının nağamatını ve hakeza yağmur, kuş ve saire gibi her nevi’den Rabbanî ke­lâmları ve ulvi tesbihatı işitir. Sanki kâinat, İlahî bir musikî dairesidir. Türlü türlü avazlarla, çeşit çeşit terennümatla kalblere hüzün­leri ve Rabbanî aşkları intıba’ ettirmekle kalbleri, ruhları nuranî âlemlere götürür, pek garib misalî levhaları göstermekle, o ruhları ve kalbleri lezzetlere, zevklere garkeder.

Fakat o kulak, küfür ile tıkandığı zaman, o leziz, manevi yüksek savtlardan mahrum kalır. Ve o lezzetleri iras eden avazlar, matem seslerine inkılab eder. Kalbde, o ulvi hüzünler yerine, ahbabın fıkdanıyla ebedî yetim­likler, malikin ade­miyle nihayetsiz vahşetler ve sonsuz gurbetler hasıl olur.

Bu sırra binaendirki, şeriatça bazı savtlar helal, bazıları da haram kılın­mıştır. Evet ulvi hüzünleri, Rabbanî aşkları iras eden sesler, helaldir. Yetimane hü­zünleri, nefsanî şehevatı tahrik eden sesler, haramdır. Şeriatın tayin etmediği kısım ise, senin ruhuna, vicdanına yaptığı te’sire göre hüküm alır.” İ:70 [4]

 

 “O yabani edebin verdiği bir şevk ile nefis düşer heyecana, heves olur münbasit; ruha ferah veremez.

Kur’an’ın şevki ise: Ruh düşer heyecana, şevk-i maalî verir. İşte bu sırra binaen, Şeriat-ı Ahmediye (A.S.M.) lehviyatı istemez.

Bazı âlât-ı lehvi tahrim edip, bir kısmı helal diye izin verip... Demek hüzn-ü Kur’anî veya şevk-i Tenzilî veren âlet, zarar vermez.

Eğer hüzn-ü yetimî veya şevk-i nefsanî verse, âlet haramdır. Değişir eş­hasa göre; herkes birbirine benzemez.”S:737

Teslimiyetli insanlar için bu bilgi kâfidir.

 

 

 

           

Ben şahidim ki: Ben Kastamonu Gölköy Enstitüsü'nde okurken bazı muallimler tarafından bize dinsizlik dersi verilmişti. Hâşâ!.. Hazret-i Kur'anı Hazret-i Peygamber'in yazdığını ve İslâmiyet'in artık mülga olunacağını, medeniyetin ilerlediğini, bu asırda Kur'ana ittiba etmek büyük bir hata ve gerilik olduğunu, hattâ bir gün bir muallimin yaptığı gibi; İslâmlar namaz kıldıkları ve âhireti düşündükleri için daima muzdarib bir halde, ömürleri elem içinde geçtiğini ve İslâm câmilerinde daima bir ölgünlük havası estiğini, Hristiyanların kiliselerinde ise daima neş'e ve canlı hayat bulunduğunu ve Hristiyanlar çalgı ve saire gibi eğlencelerle hayatın tadını alıp ömürlerini neş'e içinde geçirdiklerini söylüyorlar.. (Mustafa Sungur Müdafaası)

Şualar ( 558 )

 

 

Hızlı ve sinsi bir şekilde dinin içine müzik sokulmaya çalışılıyor.

Çünkü dini bozmanın en kolay yollarından biri budur. Hıristiyanlığı aslından uzaklaştıran önemli unsurlardan biri de Kiliselere müziğin sokulmasıdır. İslamiyet’i de Hıristiyanlığın durumuna düşürmek için müziğe ağırlık verilmektedir.

 

Şapla şeker karıştı. Eskiden saflar ayrı ve netti. Kim ne yaptığını biliyordu. İçki içen meyhaneye, eğlenecek olan eğlence yerine, ibadet edecek olan da, camiye giderdi. Haram işleyen de günahını bildiği için üzülürdü. Yaptığını meşru görmediği için de küfre düşmezdi. Şimdi her şey birbirine karışmış durumda.

 

İbadet mi yapıyor, eğleniyor mu belli değil. Bütün bunlar müziği ve haramları meşrulaştırmanın, haramı helali birbirine karıştırmanın yani “Dini sulandırma” projesinin bir parçasıdır. 

 

 


AHİRETLE BERABER DÜNYAYI İSTEDİĞİMİZ GİBİ YAŞAYABİLİRİZ DİYEN EHLİ IMANA:

 

》 Şu gördüğün dünyayı, bütün lezaiziyle, sefahetleriyle, safalarıyla pek ağır ve büyük bir yük gördüm. Ruhu fasid, kalbi hasta olanlardan başka kimse o ağır yükün altına giremez. 

Mesnevi-i Nuriye - 68

 

》Hakaik-i imaniye ve esasat-ı Kur'aniye, resmî bir şekilde ve ücret mukabilinde dünya muamelâtı suretine sokulmaz; 

belki bir mevhibe-i İlahiye olan o esrar, hâlis bir niyet ile ve dünyadan ve huzuzat-ı nefsaniyeden tecerrüd etmek vesilesiyle o feyizler gelebilir. 

Mektubat - 70

 

》Dünyaya hasr-ı nazar, aziz bir lezzeti, elîm bir eleme kalbeder... Sozler- 169

 

》 insan, şecere-i hilkatin meyvesi olduğundan, meyve gibi en uzak ve en câmi' ve umuma bakar ve umumun cihet-ül vahdetini içinde saklar bir kalb çekirdeğini taşıyan ve yüzü kesrete, fenaya, dünyaya bakan bir mahluktur. Ubudiyet ise, onun yüzünü fenadan bekaya, halktan Hakk'a, kesretten vahdete, müntehadan mebde'e çeviren bir hayt-ı vuslat, yahut mebde' ve münteha ortasında bir nokta-i ittisaldir. Sözler - 363

 

》 Kalbini ve vicdanını bırak, yalnız dünyaya çalış" derler. . Şualar - 335

 

DOKUZUNCUSU: 

Büyük Hâfız Zühdü'dür. Bu zât, Ağrus'taki Nur talebelerinin başında nâzırları hükmünde olduğu bir zaman, Sünnet-i Seniyeye ittiba ve bid'alardan içtinabı meslek ittihaz eden talebelerin manevî şerefini kâfi görmeyerek ve ehl-i dünyanın nazarında bir mevki kazanmak emeliyle mühim bir bid'anın muallimliğini deruhde etti. Tamamıyla mesleğimize zıd bir hata işledi. Pek müdhiş bir şefkat tokadını yedi. Hanedanının şerefini zîr ü zeber edecek bir hâdiseye maruz kaldı. Fakat maatteessüf Küçük Hâfız Zühdü, hiç tokada istihkakı yokken, o elîm hâdise ona da temas etti. Belki İNŞÂALLAH o hâdise, onun kalbini dünyadan kurtarıp tamamıyla Kur'ana vermek için bir ameliyat-ı cerrahiye-i nâfia hükmüne geçer.

Lemalar- 45

 

》 Onun marifeti olmazsa, insanın ahbabı ve mal ve mülkü insana a'da ve düşman olurlar. Beka bela olur, kemal heba olur, ömür heva olur. Hayat azab olur, akıl ikab olur. Âmâl, âlâma inkılab eder.

Mesnevi-i Nuriye - 110

 

》 Senin mahiyetine öyle manevî cihazat ve latifeler vermiş ki; bazıları dünyayı yutsa tok olmaz. Bazıları bir zerreyi kendinde yerleştiremiyor. Baş, bir batman taşı kaldırdığı halde; göz, bir saçı kaldıramadığı gibi; o latife, bir saç kadar bir sıklete, yani gaflet ve dalaletten gelen küçük bir halete dayanamıyor. Hattâ bazan söner ve ölür. Madem öyledir; hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem'a, bir işarette, bir öpmekte batma! Dünyayı yutan bütün letaiflerini onda batırma. Çünki çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar. 

Mesnevi-i Nuriye - 177

 

》 mübarek Ramazan-ı Şerif'teki dualar, ihlas bulunmak şartıyla inşâallah makbuldür. Fakat maatteessüf ekseriyetçe Risale-i Nur şakirdlerinin nazarlarını dünyaya çevirmek ve huzur-u kalbi bozmak için bazı taarruzlar yüzünden o ihlas, o huzur-u tam bir derece zedelenir. 

Kastamonu - 265

 

》 Senden sana daha yakın ve senin kalbin onun tasarrufunda ve senin cismin onun tedbir ve icadında olan bir Zât-ı Akdes'in rububiyetini ve hikmetini nazara almayıp, tâ dünyanın nihayetinden zarar ve menfaati beklemek, ne derece divanelik olduğu tarif edilmez!

Emirdağ-1 - 57

 

》 Bir kısmına da, dünyanın cazibedar şeylerini gösteriyorlar ki; hevesi uyanıp, hizmete karşı bir gaflet gelsin ve hâkeza...

Mektubat - 426

 

》 Bu dâr-ı dünya, dâr-ül hizmettir, dâr-ül ücret değil! Burada ücretini isteyenler; bâki, daimî meyveleri, fâni ve muvakkat bir surete çevirmekle beraber, dünyadaki beka hoşuna geliyor, müştakane berzaha bakamıyor; âdeta bir cihette dünya hayatını sever, çünki içinde bir nevi âhireti bulur.

Mektubat - 455

 

》 Şu dâr-ı dünya, meydan-ı imtihandır ve dâr-ı hizmettir; lezzet ve ücret ve mükâfat yeri değildir. 

Lemalar - 10

 

Bu dünya dâr-ül hizmettir. Külfet ve meşakkatle ücret ölçülür. Dâr-ül mükâfat değil. 

Latif Nükteler - 32

 

》 hizmet-i Kur'aniyede bulunana; ya dünya ona küsmeli veya o dünyaya küsmeli. Tâ ihlas ile, ciddiyet ile hizmet-i Kur'aniyede bulunsun.

Lemalar - 42

 

》 İşte o davayı kazandıracak olan hizmetleri ve yüzde doksanına o davayı kaybettirmeyen hârika bir dava vekilini o işde çalıştıran vazifeleri bırakıp ebedî dünyada kalacak gibi âfâkî malayaniyat ile iştigal etmek tam bir akılsızlık bildiğimizden, biz Risale-i Nur şakirdleri, her birimizin yüz derece aklımız ziyade olsa da ancak bu vazifeye sarfetmek lâzımdır diye kanaatımız var.

Şualar - 203

 

》 Şu dünya hayatına muhabbetle mübtela olan bazı insanlar, o hayatın vücuda gelmesinden maksad ve gaye, yalnız o hayata hizmet ve o hayatın bekası olup, başka bir faidesi olmadığını, yani Fâtır-ı Hakîm'in zevilhayatta ve cevher-i insaniyette vedia olarak koyduğu bütün cihazat-ı acibe ve techizat-ı hârikanın, seri-üz zeval olan şu hayatın hıfzı ile bekası için verildiğini zannediyorlar. 

Mesnevi-i Nuriye - 103

 

》 Evet marifetullah olduktan sonra, dünya lezzetlerine iştiha olmadığı gibi Cennet'e bile iştiyak geri kalır.

Mesnevi-i Nuriye - 104

 

》 Dünyada cereyan eden ve husule gelen her bir şeyin iki vechi vardır. Biri âhirete bakar ki, nefs-ül emirde en sabit, en ağır bu vecihdir. İkincisi dünyaya, nefsine ve hevaya bakar. Bu vecih, hakaret, hıffet ve zevalden öyle bir mevkidedir ki, kalbin teessürüne, teellümüne, ızdırabına, düşüncelerine bâis olacak bir kıymette değildir.

Mesnevi-i Nuriye - 104

 

》 Bütün makasıd-ı hayatiye içinde en büyük, en mühim maksadları, o nurlu Sözler vasıtasıyla Kur'an'a hizmet biliyorlar. Dünya hayatının netice-i hakikiyesinin ve dünyaya gelmekteki vazife-i fıtriyelerinin en mühimmi, hakaik-i imaniyeye hizmet olduğunu telakkileridir.

Barla - 21

 

》 Nurların ve hizmet-i imaniye ve Kur'aniyenin şerefini ve selâmetini himaye etmek için, dünyanın maddî ve içtimaî ve siyasî bütün ezvakını ve merakını terkettiğimi 

Emirdağ-1 - 264


TESLİMİYET ESASLARI 1

 

“EHL-İ DİKKAT NAZARINDA” ALÂKÜLLİHAL ETVAR VE AHVALİ İÇİNDEKİ TASANNUATLAR VE TEKELLÜFATLAR SAHTEKÂRLIĞINI GÖSTERECEK, HİLESİ DEVAM ETMEYECEK. Mektubat ( 312)

********************************************************************************

“TAKLİDİ KIRILMIŞ VE TESLİMİ BOZULMUŞ ASIRDA..” Sözler ( 93 )

“Eski zamanda, esasat-ı imaniye mahfuzdu, TESLİM KAVÎ İDİ.…Fakat şu zamanda DALALET-İ FENNİYE, ELİNİ ESASATA VE ERKÂNA UZATMIŞ…” Barla Lahikası ( 19 )

“Bu zamanda onun bir mu'cizesi ve nuru olan Risale-i Nur dahi, FELSEFE-İ MADDİYEDEN GELEN DEHŞETLİ DALALET-İ İLMİYEYE KARŞI AVAM-I EHL-İ İMANIN TAKLİDÎ OLAN İMANLARINI, O DALALET-İ İLMİYENİN SAVLETİNDEN KURTARIP, UMUM EHL-İ İMANA BİR NOKTA-İ İSTİNAD ve yakın ve uzaklarda olanlara dahi, zabtedilmez bir kal'a hükmüne geçmiştir ki; bu emsalsiz dehşetli dalaletler içinde, yine avam-ı mü'minînin imanını şübhelerden ve İSLÂMİYETİNİ HAKİKATSIZLIK VESVESELERİNDEN muhafaza ediyor.” Emirdağ Lahikası-1 ( 91 )

“TAKLİDÎ BİR İMAN, HUSUSAN BU ZAMANDAKİ DALALET, SAPKINLIK FIRTINALARI KARŞISINDA ÇABUK SÖNER.” Sözler ( 749 )

***************************************************************************

Yukaridaki ve bunun gibi külliyata geçen bir çok beyana göre; enaniyet asrı olması ve bid’a ve dalaletlerin istila etmesiyle ehli imanda hakaik-i imaniye ve akaid-i islamiyeye ait teslimiyet ve istikametli muhakemenin bozulduğu şu asırda; Bedîuzzaman Hazretleri dalaletin tasallutuyla imanı taklidte kalmış şu asrın insanlarına doğrudan doğruya Kur’anın hakaikine muhatap olabilecek, istikamet ve sünnet-i seniyye üzere süluk edebilecekleri Kur’anî bir yolu açıyor.

“ اَمْ تَاْمُرُهُمْ اَحْلاَمُهُمْ بِهذَا Yahut; acaba akıllarına güvenen akılsız feylesoflar gibi, "aklımız bize yeter" deyip sana ittibadan istinkaf mı ederler. Halbuki akıl ise, sana ittibaı emreder. Çünki bütün dediğin makuldür. FAKAT AKIL KENDİ BAŞIYLA ONA YETİŞEMEZ.” Sözler ( 386 )

اَمْ هُمُ الْمُصَيْطِرُون"َ Veyahut: AKLI HÂKİM YAPAN mütehakkim Mu'tezile gibi kendilerini Hâlıkın işlerine rakib ve müfettiş tahayyül edip Hâlık-ı Zülcelal'i mes'ul tutmak mı istiyorlar? Sakın fütur getirme. Öyle hodbinlerin inkârlarından bir şey çıkmaz. Sen de aldırma.”Sözler ( 387 )

****Fakat felsefeden ve enaniyetten gelen dalalet öyle bir tahribata sebebiyet vermiş ki, insanlar sadece aklımız bize yeter deyip kendi cüzi akıllarını ölçü yaparak kuranı anlarız deyip hevesi bir içtihada teşebbüs etmişler.

****Akıl cihetiyle, “firavunluk derecesinde” taklidi kırılmış bir asrı müşahede ediyoruz... bi tarafta geniş dairede, kendi kafa fenerinin ahkamlarını hüküm sürerek kendi arzî içtihad ve tevilatları ile hüküm süren hocalar.. diğer taraftan nur dairesinde asrîliğe mümaşaatkar fikirleriyle esasat-ı külliyata tam ittiba etmeyen ve cerbeze ile kendi his heveslerine göre hüküm süren, hizmet cihetiyle Üstadımızın İhlas mesleğine başka dünyevî tevilat getirerek nurcu görünümlü aldatan veya aldanmış nurcuları müşahede ediyoruz…

“İşine gelmeyenleri ve nefs-i emmarenin firavunluğunun hoşuna gitmeyenleri ya red, ya inkâr, ya tahrif eder.” Sözler ( 543 )

Şu zamanın memesinden bizimle süt emen ve gözleri arkada maziye bakan ve tasavvuratları kendileri gibi hakikatsız ve ayrılmış olan bu çocuklar, varsınlar şu kitabın hakaikını hayal tevehhüm etsinler. Zira ben biliyorum ki; şu kitabın mesaili hakikat olarak sizde tahakkuk edecektir. Hizmet Rehberi ( 209 )

İslâmiyetin mağz ve lübbünü terkederek kışrına ve zahirine vakf-ı nazar ettik ve aldandık. Ve sû'-i fehm ve sû'-i edeb ile İslâmiyetin hakkını ve müstehak olduğu hürmeti îfa edemedik. Tâ o da bizden nefret ederek evham ve hayalâtın bulutlarıyla sarılıp tesettür eyledi. Muhakemat ( 9 )

Maatteessüf benim ile şu zamanın kıt'asında iştirak eden cümlesi; eğer çendan, sureten onüçüncü asrın evlâdıdırlar, fakat fikir ve terakki cihetiyle kurûn-u vustânın yadigârlarıdırlar. Güya muasırlarımız, üçüncü asrın nihayetinden onüçüncü asra kadar geçmiş olan asırların fihristesi veyahut enmuzeci veyahut melez bir kavimdirler. Hattâ bu zamanın çok bedihiyatı, onlarca mevhumat sayılır. Muhakemat ( 11 )