إعلانات سفيانيه

    

فدائلر                                                                                   

 

 

 Bir şahıs bir şahsı, nasîhatle fena bir şeyden men etmek üzere şöyle tevcih-i kelâmda bulunur: “Ey kişi! Aklın varsa şu yapmak istediğin şey muhaldir, hem nefsine zarardır. Hem iyiyi kötüyü tefrik edecek bir hissin yok mudur? Anlaşılan, hakikatı hurafe, tatlıyı acı gösteren seciyende bir hastalık vardır. Şüphesiz o hastalıktan kurtulup şifayab olmak istiyorsun. Fakat senin bu halin, o hastalığı izale değil, tezyid ediyor. Eğer bu halinle bir lezzet, bir zevk istersen, en şedit bir elemi intaç eden bir azap eline geçer. En nihayet sarhoşluktan ayrılıp, kötü halinden vazgeçmediğin takdirde, fesadın başkalara geçmemek üzere hortumun üzerine, bir damganın vurulmasıyla seni teşhir ve ilân etmek lâzımdır.”                    

 

(işaratul icazdan)

    

Bundan sonra eğer o insan mesleğinde ısrarla nasihatları kabul etmezse anlaşılır ki, onun ıslahına hiçbir çare ve hiçbir deva yoktur. Yalnız onun fesadı halka sirayet etmemek için, mesleğinin muzır ve fena olduğunu ilân etmek lâzımdır ki, herkes ondan tahaffuz etsin. Zira o insan aklını çalıştırmıyor, şuurunu istihdam etmiyor ki, böyle zahir olan birşeyi hissedebilsin.

                                                          

  (işaratul icazdan)

 

 

 

 

اَعُوذُ بِاللَّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ

 

وَلا تَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ

 

 

 Her bir zamanın insî bir şeytanı vardır. Şimdi beşerde insan suretinde şeytanın vekili olan ruh-u gaddar, fitnekârane siyasetiyle cihanın her tarafına kundak sokan el-hannas, altı hutuvatıyla âlem-i İslâmı ifsad için insanlarda ve insan cemaatlerindeki habis menbaları ve tabiatlarındaki muzır madenleri, fiilî propaganda ile işlettiriyor, zayıf damarları buluyor.

Kiminin hırs-ı intikamını, kiminin hırs-ı câhını, kiminin tamahını, kiminin humkunu, kiminin dinsizliğini, hattâ en garibi, kiminin de taassubunu işletip siyasetine vasıta ediyor.

                                                                                                                      (Hutuvatı-ı Sittte)

İHTAR

     Bu zamanın insi şeytanını ve o insi şeytanın muavin ve zahir dalkavuklarını ifşa edeceğiz..Ta ki hakikat-ı kuraniyye ye feda olan,kefenlerini boyunlarında taşıyan başlar Zındıka cereyanının mahiyetini fehm edip şeriat-ı garra için rıza-i bari adına ila-i kelimetullaha feda olsunlar.                                                                                  (Fedailer) 2004 İstanbul/Mekke

TENBİH

 

 

          Nasıl bazan en küçük bir nefer bir hizmete meselâ düşman ordusuna keşf-i râze gider, müşir gidemez veyahut bir küçük talebe yaptığı işi büyük bir âlim yapamaz. Çünki büyük adam her şeyde büyük olmak lâzım gelmez. Herkes kendi san’atında büyüktür. Kezalik o maânî-i mütezahime içinde bazan bir küçük mana riyaset eder. O kıymettar oluyor. Zira onun vazifesi şimdi gelecek bir esbab ile ehemmiyetlidir. Buna işaret eden ve kıymetine menar olan sarih hüküm ve lâzım-ı karibinin adem-i salahiyetidir ki, onun hatırası için irsal-i lafz ve sevk-i hitab edilsin ve kelâm dahi postacılık etsin. Zira ya bedihî ve malûmdur.. görünüyor veyahut hafif ve zayıftır, asıl garazda ehemmiyeti yoktur. Veyahut onu hüsn-ü telakki ve kabul edecek ve ona kulak verecek muhatab yoktur. Veyahut mütekellimin haline muvafakat ve tekellüme dâî olan arzuya hizmet edemez. Veyahut muhatabın şe’n ve haysiyetine imtizaç, istimzaç edemez. Veyahut kelâmın makamında ve müstetbeatın tevabiinde ecnebi görünüyor. Veyahut garazın muhafazasına ve levazımın tedarikine müstaid değildir. Demek her bir makamda bu esbablardan yalnız birinin sözü dinlenir. Fakat umumen ittihad etseler, kelâmı en yüksek tabakaya çıkartıyorlar.                                                                                           (Muhamekat)

İLANAT – I SÜFYANİYYE

  

 

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

   

 

 

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى اۤلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

 

 

اِنَّ كَيْدَ الشَّيْطَانِ كَانَ ضَعِيفًا

وَلاَ تَرْكَنُوا اِلَى الَّذِينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ

اِذَا اَرَادَ اللَّهُ بِقَوْمٍ خَيْرًا اَبْصَرَهُمْ بِعُيُوبِ اَنْفُسِهِمْ

اِتَّقُوا فِرَاسَةَ الْمُوءْمِنِ فَاِنَّهُ يَنْظُرُ بِنُورِ اللَّهِ

 

 

 

 

MUKADDEME

   Kafirlerin başına kopacak olan kıyametin dehşetli şahıslarından deccal ve süfyan hakkında Risalet-un Nur külliyatında tafsilatlı ve bir derece de müdakkik ehli ilmin idrak edebileceği ehemmiyetli nükteler bulunur. Hem nur müellifi muhterem Üstadımız Bediüzzaman ın ifadesiyle Risale-i Nur sair kütüb-u iman iye’den pek çok cihetlerle farklıdır. 33 ayet-i kerimenin delaletiyle Kuran-ı Hakim in ahir zamandaki mucize-i maneviyesidir.

 

Her bir sayfası bir kitap bir kelimesi bir sayfa kadar komprime hakikatlar içerdiği gibi Resulullah (a.s.m)ın bizim gibi biçare ahir zaman Müslümanlarına hususi direktif emir ve ikazlarını hem de şefkatini barındırıp ilave eder.Bu mücessem kerameti mana-i harfi ile bir nebze idrak eden belki şuuru bile taalluk etmeden haddinin fevkinde olarak bir çok sırlara ulaşır.Bundan önceki asırlarda yaşamış ömrünü ilim ve hikmetle geçirmiş faraza bir medrese talebesinin 15 yılda edindiği bir hakikati ami bir Nur talebesi 15 dakikada bulabilir.

 

Haşiye:Risale-i Nur’un mazhar olduğu binler keramet-i ilmiye ve intişar-ı hizmetteki teshilât ve çalışanların maişetindeki bereket gibi ikramat-ı İlahiye umuma kâfi gelir; daha başka şahsî kemalât ve kerameti aramıyorlar.(Emirdag 1/87)

 

 Haşiyecik: Kerameti ilmiyeye dair birkaç delil.(Naşirler) Evet Risale-i Nur onbeş senede kazanılan kuvvetli iman-ı tahkikîyi, onbeş haftada ve bazılara onbeş günde kazandırdığına, yirmi senede yirmibin zât tecrübeleriyle şehadet ederler.(K:122)

 

Eski medreselerde beş-on seneye mukabil, inşâallah Nur medreseleri beş-on haftada aynı neticeyi temin edecek ve yirmi senedir ediyor.(E:1/249)

 

Eskiden  kırk  günden  tut, tâ  kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile bazı hakaik-i imaniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaika çıkılacak bir yol bulunsa; o yola karşı lâkayd kalmak, elbette kâr-ı akıl değil. İşte otuzüç aded Sözler, böyle Kur’anî bir yolu açtığını, dikkatle okuyanlar hükmediyorlar.(Hizmet rehberi:139)

        

       Bu tip hadiseler pek çoktur. Mezkur dehşetli hakikatın bir sebebi de asrımızdır.Mazide nazarı olan bir şey müstakbelde bedihi olabilir.Şöyle tahakkuk etmiştir.Alemde meylül istikmal vardır.Onun ile hilkat-i alem kanun-u tekamüle tabidir…..Buna binaendir, bu zamanda bedihiye ve ulum-u adiye sırasına girmiş pek çok mesail var. Zamanı mazide gayet nazari ve hafi bürhana muhtaç idiler…. Telahuk-u efkarın keşfiyatıyla bu zamanın çocuklarına dahi meçhul kalmamışlardır…. Belki oyuncak gibi onlarla oynuyorlar. Halbuki; İbni Sina ve emsaline nazari ve hafi kalmışlardır…

     Noksaniyet İbni Sina’da değil. Çünkü ibn-i zamandır. Onu nakıs bırakan zamanın noksaniyeti idi…          (muhakemat.2 mukaddeme den iktibasen)                                                                                                                                                               Dest-i Kudretiyle  mazi  ve müstakbeli bir kitabın iki sayfası gibi çeviren dilediği gibi yazan Zat-ı Akdes Resul-ü Ekrem’ini (a.s.m.po) aracılığıyla kıyamet saatinin iki amili deccal ve süfyanı merhametiyle bildirmiş. Risale-i Nurun feyziyle bildik ki bu şahıslar insanlığın ve İslamiyet’in düşmanıdırlar.Ve zaman sayfasında kökleri olan müşehhas şahıslara tabi bin başlı ejderhalar misali     şahsi manevilerdir Firavun ve nemrutlardan günümüze kadar pek çok şubeleri gelmiştir.

       Yakında başaracaklar! ”Nur-u Muhammedin (a.s.v) ın nuru kainattan çıkacak ve kıyamet kafirlerin başına kopacak bu eserde halen faaliyet gösteren süfyan ile komitesi ve 900 küsur sene önceki doğuşuyla beşikteyken dahi ne kadar tehlikeli olduğu anlatılmaya çalışılacaktır. Ta bu çağın “NURCU” ları hakikat-i süfyaniyeyi cismen idrak etsinler. Ve intibaha gelsinler…

     

  

         رَبَّنَا لاَ تُوءَاخِذْنَا اِنْ نَسِينَا اَوْ اَخْطَاْنَا        

                                 

        اَلْبَاقِى هُوَ الْبَا

 

فدائلر

 

 

 

1.MEBHAS

 

ZAMANIMIZIN SÜFYANI

                             

 

      Risale-i Nur âhize ve nâkile ile mücehhez bir radyoyu Kur’ân iyedir ki, onun tel ve lâmbaları, ayine ve bataryaları hükmündeki satırları, kelimeleri, harfleri öyle intizamkârane ve îcazdârâne bast edilmiştir ki, yarın her ilim ve fen adamları ve her meşrep ve meslek sahipleri, ilim ve iktidarları miktarında âlem-i gayb ve âlem-i şahadetten ve ruhaniyat âleminden ve kâinattaki cereyan eden her hâdisattan haberdar olabilir.                                                                                

 (Sikke i G.266)

 

 

 

Kur’an  اِقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ der, “Kıyamet yakındır” ferman ediyor. Bin bu kadar sene geçtik ten sonra gelmemesi, yakınlığına halel vermez. Zira kıyamet dünyanın ecelidir. Dünyanın ömrüne nispeten bin veya iki bin sene, bir seneye nispetle bir iki gün veya bir iki dakika gibidir. Saat-i kıyamet yalnız insaniyetin eceli değil ki, onun ömrüne nispet edilip baîd görülsün. İşte bunun içindir ki, Hakîm-i Mutlak, kıyameti, Mugayyebât-ı Hamseden olarak ilminde saklıyor. İşte, bu ipham sırrındandır ki, her asır, hattâ asr-ı hakikatbîn olan Asr-ı Saadet dahi daima kıyametten korkmuşlar. Hattâ bazıları “Şerâiti hemen hemen çıkmış” demişler.

İşte bu hakikati bilmeyen insafsız insanlar derler ki: “Âhiretin tafsilâtını ders alan müteyakkız kalpli, keskin nazarlı olan Sahabelerin fikirleri, niçin bin sene hakikatten uzak olarak fikirleri düşmüş gibi, istikbal-i dünyevîde bin dört yüz sene sonra gelecek bir hakikati asırlarında karib zannetmişler?”

 

El cevap: Çünkü, Sahabeler, feyz-i sohbet-i Nübüvvetten, herkesten ziyade dâr-ı âhireti düşünerek, dünyanın fenâsını bilerek, kıyametin ipham vaktindeki hikmet-i İlâhiye yi anlayarak, ecel-i şahsî gibi dünyanın eceline karşı dahidaima muntazır bir vaziyet alarak, âhiretlerine ciddî çalışmışlar. Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm “Kıyameti bekleyiniz, intizar ediniz” tekrar etmesi, şu hikmetten ileri gelmiş bir irşad-ı Nebevîdir. Yoksa vuku-u muayyene dair bir vahyin hükmüyle değildir ki hakikatten uzak olsun. İllet ayrıdır, hikmet ayrıdır. İşte, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın bu nevi sözleri, hikmet-i iphamdan ileri geliyor. Hem şu sırdandır ki, Mehdî, Süfyan gibi âhirzamanda gelecek eşhasları, çok zaman evvel, hattâ Tâbiîn zamanında onları beklemişler, yetişmek emelinde bulunmuşlar. Hattâ bazı ehl-i velâyet “Onlar geçmiş” demişler. İşte bu da, kıyamet gibi, hikmet-i İlâhiye iktiza eder ki, vakitleri taayyün etmesin. Çünkü her zaman, her asır, kuvve-i mâneviyenin takviyesine medar olacak ve yeisten kurtaracak Mehdîmânâsına muhtaçtır. Bu mânâda her asrın bir hissesi bulunmak lâzımdır. Hem gaflet içinde fenalara uymamak ve lâkaytlıkta nefsin dizginini bırakmamak için, nifakın başına geçecek müthiş şahıslardan her asır çekinmeli ve korkmalı. Eğer tayin edilseydi, maslahat-ı irşad-ı umumî zayi olurdu.

Şimdi, Mehdî gibi eşhasın hakkındaki rivâyâtın ihtilâfâtı ve sırrı şudur ki: Ehâdisi tefsir edenler, metni ehâdisi tefsirlerine ve istinbatlarına tatbik etmişler. Meselâ, merkez-i saltanat o vakit Şam’da veya Medine’de olduğundan, vukuat-ı Mehdiye veya Süfyâniyeyi, merkez-i saltanat civarında olan Basra, Kûfe, Şam gibi yerlerde tasavvur ederek öyle tefsir etmişler. Hem de o eşhasın şahs-ı mânevîsine veya temsil ettikleri cemaate ait âsâr-ı azîmeyi o eşhasın zatlarında tasavvur ederek öyle tefsir etmişler ki, o eşhas-ı harika çıktıkları vakit bütün halk onları tanıyacak gibi bir şekil vermişler. Halbuki, demiştik: Bu dünya tecrübe meydanıdır. Akla kapı açılır, fakat ihtiyarı elinden alınmaz. Öyleyse, o eşhas, hattâ o müthiş Deccal dahi çıktığı zaman, çokları, hattâ kendisi de bidâyeten Deccal olduğunu bilmez. Belki nur-u imanın dikkatiyle o eşhas-ı âhirzaman tanılabilir. (Sözler 343)

 

 

Çünkü, Ebu Bekir’ler Ebu Cehil’ler ile tasdikte beraber olurlar. Hattâ Hazret-i İsa Aleyhisselâmın nüzûlü dahi ve kendisi İsa Aleyhisselâm olduğu, nur-u imanın dikkatiyle bilinir; herkes bilemez. Hattâ Deccal ve Süfyan gibi eşhâs-ı müthişe, kendileri dahi kendilerini bilmiyorlar.(Şualar 579)

       

Fatiha'nın âhirinde صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْbin beşyüz kırkyedi (1547) veya bin beşyüz yetmişyedi (1577) gösterdiği zamana; hem

لاَ تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ اُمَّتِى ظَاهِرِينَ عَلَى الْحَقِّ حَتَّى يَاْتِىَ اللّٰهُ بِاَمْرِهِbirinci cümle, bin beşyüz (1500) makamıyla âhirzamanda bir taife-i mücahidînin son zamanlarına; ve ikinci cümle bin beşyüzaltı (1506) makamıyla, galibane mücahedenin tarihine; ve üçüncü cümle bin beşyüz kırkbeş (1545) makamıyla pek az bir farkla, hem Fatiha'nın, hem Ve-l'Asrı Suresi'nin iki cümlesinin gaybî işaretlerine işaret edip, tevafuk eder.

 

         Demek bu hadîs-i şerifin üç cümlesinden herbirisi, bin beşyüz tarihine ve mücahedenin ne kadar devam edeceğine dair işaretlerine, aynen bu اَلَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِşedde sayılmazsa, bin beşyüz altmışbir (1561) makamıyla, hem وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ(şedde sayılır fakat بِالصَّبْرِlâmdır) bin beşyüz altmış (1560) makamıyla iştirak edip, o taife-i azîmenin mücahedatları ne kadar devam edeceğini mana-yı işarî ve cifrî ile gösterirler.

Kastamonu Lahikası ( 206 )

 

 

لاَ تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ اُمَّتِى(şedde sayılır, tenvin sayılmaz) fıkrasının makam-ı cifrîsi bin beşyüz kırk iki (1542) ederek nihayet-i devamına îma eder.

Kastamonu Lahikası ( 27 )

 

 

ظَاهِرِينَ عَلَى الْحَقِّ(şedde sayılır) fıkrası dahi; makam-ı cifrîsi bin beşyüz altı (1506) edip, bu tarihe kadar zahir ve aşikârane, belki galibane; sonra tâ kırk ikiye kadar, gizli ve mağlubiyet içinde vazife-i tenviriyesine devam edeceğine remze yakın îma eder. وَ الْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّٰهُ

Kastamonu Lahikası ( 28 )

حَتَّى يَاْتِىَ اللّٰهُ بِاَمْرِهِ(şedde sayılır) fıkrası dahi; makam-ı cifrîsi bin beşyüz kırk beş (1545) olup, kâfirin başında kıyamet kopmasına îma eder. لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّٰهُ

Kastamonu Lahikası ( 28 )

        

        

elbette nev-i beşer bütün bütün aklını kaybetmezse, maddî veya manevî bir kıyamet başlarına kopmazsa; (sözler 155)”Elbette nev-i beşer, bütün bütün aklını kaybetmezse, maddî veya manevî bir kıyamet başlarına kopmazsa;

 

(E -2:141)

 

Eğer çabuk kıyamet kopmazsa ve beşer bütün bütün yoldan çıkmazsa, (E:1-265)

        

 

İşte şimdi beşerin ortadaki dehşetli yalancılığıyla ve tezviratlarıyla emniyet-i umumiyenin ve rûy-i zemin asayişlerinin zîr ü zeber olması kizble ve maslahatın sû’-i istimali ile olmasından, elbette o üçüncü yolu kapatmağa beşeri mecbur ediyor ve kat’î emir veriyor. Yoksa bu yarım asırda gördükleri umumî harbler ve dehşetli inkılablar ve sukutlar ve tahribatlar, başlarına bir kıyameti koparacak. Yoksa bu yarım asırda gördükleri umumî harbler ve dehşetli inkılablar ve sukutlar ve tahribatlar, başlarına bir kıyameti koparacak.             (H Ş -51)

                                                                                                                    

 

beşer hissedecek, dünyanın ömrü kalmışsa Kur’an’ın hakaikına yapışacak.

 

(H:Ş:74)

 

 

 Her halde çabuk başında bir kıyamet kopmazsa, hakaik-i İslâmiye, beşeri esfel-i safilîn derece-i sukutundan kurtarmaya ve rûy-i zemini temizlemeğe ve sulh-u umumîyi temin etmeğe vesile olmasını Rahman-ı Rahîm’in rahmetinden niyaz ediyoruz ve ümid ediyoruz ve bekliyoruz.

 

(H:Ş:43)

  

 

Elbette beşerin zulüm ve hatasıyla başına çabuk bir kıyamet kopmazsa; istikbalde hak ve hakikat, âlem-i İslâm’da nev’-i beşerin eski hatiatına keffaret olacak bir saadet-i dünyeviyeyi de gösterecek inşâallah…(H.Ş:37) 

 

1.Nükte: Mucizat-ı Ahmediye(a.s) olan Risale-i Nur’un   şe’nindendir ki intizam karane ve icazdarane bast edilmiş kelime ve satırlarında bilatereddüt harikalar bulunsun ve dakik sırları her meslek ve meşreb sahiplerine ilmi ve iktidarları miktarınca bildirsin. Kainatta cereyan eden her hadisattan haberdar etsin hali ziyalandırdığı gibi mazi ve müstakbeli de nurlandırsın.

        

2.Nükte:    اِقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ Nassı Kuran ile dünyanın eceli ile ilgilidir. 1426 sene geçmesine rağmen gelmemesi   yakınlığına halel vermez. 1000, 2000 sene 1   seneye nispetle bir iki gün veya    bir iki dakika gibidir.

 

3.Nükte: Hakim-i Mutlak kıyameti mugayyebatı hamse den olarak ilminde saklıyor. İşte bu ipham sırrındandır ki geri çekileceği gibi ileri dahi alınabilir. Her asır bahusus asr-ı saadet kıyametten korkmuş. Hakiki   nurcular dahi bu Cuma kıyamet gelecekmiş davranmalıdırlar. Şartlarının hemen hemen   çıkmış olması asrımıza munhasır degil.

 

4.Nükte: Kıyametin ipham vaktinde azim bir hikmeti ilahiye vardır. Sahebeler eceli şahsi gibi daima dünyanın eceline de müntazır bir vaziyet almışlar. Ahiretlerine ciddi çalışmışlar. Sahabe mesleğini sürdüren Nurculuğun zayıf ferdler’inin Kastamonu lahikasındaki tarihlere ipham vaktin azim hikme- tini anlayamadan bakmaları onların inkişafları ve Risale-i Nur külliyatını anlamaları açısından düşündürücüdür. ”Kıyameti bekleyiniz intizar ediniz” hadis-i şerifine muhaliftir. Hikmet ayrıdır, illet ayrıdır. Tabiin zamanını da dahi Mehdi ve süfyanı temsil eden şahıslar belirmiştir. Yetişmek emelinde bulunulmuş.

 

5.Nükte: Hatta bazı ehli velayet,onlar geçmiş demişler. Cümlesindeki sır nur cemaatine de yansıdığından mevcut Süfyan tanınamıyor. Risale-i Nur ve hikmet-i ilahiye perde- leniyor. Burada Üstad hazretlerinin zimmi bir uyarısı var.” …hatta bazıları şeraiti hemen hemen çıkmış demişler, hatta bazı ehli velayet onlar geçmiş demişler… ”Kastamonu Lahikasındaki taife-i mücahidinin devamı ile alakadar verdiği birtakım tarihler (1547)-(1577)-(1560)-(1561)-(1542)-(1545) tarihlerindeki kinayeli tenakuz   eğer çabuk kıyamet kopmazsa ve   beşer bütün bütün yoldan çıkmazsa…. (Emirdağ.L.v.b) gibi müteaddid defalar geçen cümlelerle arasındaki münasebet gösterir ki Süfyan deccal   mevzunun günümüze bakan hem şahıs hem keyfiyet noktasında ihtarları var  günümüzün de hissesi var. Çünkü Süfyan aldatmakla iş görür.

 

6.Nükte: ”Hem gaflet içinde fenalara uymamak ve lakaydlıkla nefsin dizginin bırakmamak için nifakın başına geçecek müthiş şahıslardan her asır çekinmeli ve korkmalı” (sözler)

 

Açıkça           anlaşılıyor ki:Nifakın ( küfür, dalalet, bida, ikilik, ayrılık ) cereyanının başındaki şahıs   ve   veya şahıslar şu anda soluk alıp veriyorlar. Tayin edilmesi malum büyük anlaşılıyor ki, maslahat-ı irşad-ı umumiye için zarardır. Gaflet havasına sürükleyebilir. Bu dakik sırrı   Risale-i Nur ile açmaya çalışalım.

                                  اَلْعَارِفُ تَكْفِيهِ اْلاِشَارَةُ

 

 

Hadis-i Şerif: Otuz kadar yalancı Deccaller çıkmadıkça kıyamet kopmaz.Bunlardan herbiri Allah ın elçisi olduğunu zan eder.(Tirmizi-Ebu Davud)

 

 

Hadis-i Şerif:Halk-ı Adem’den ta kıyamete kadar alem-i insaniyet arasında Deccal hadisesinden daha büyük bir emir bir mesele yoktur.

 

Haşiye:”İslam da bir rivayette 3 Deccal gelecek bir rivayette 27 deccal.(-Said Nursi-)

 

Hadis-i Şerif :Cenab-ı Allah şu ümmetin[ümmet-i Muhammed(a.s)] hem Deccalın kılıncını hem de büyük harp kılıncını beraber cem etmeyecektir.

 

Haşiye:Melheme-i kübra olan ikinci harbi umumi hırpalamadığı işaretiyle İslam lar içinde bir Deccal Alem-i İslam-ı başka bir tarzda hırpalayacak*.(-Said Nursi-)Tefekkürname

*Büyük harp (1940-1950) yılları denirse İslam lar içinde çıkacak Deccal şuan fiilen ve ceseden iş başındadır.(naşirler)

     

 

Süfyan ve    bir İslâm deccalıMustafa Kemâl olduğu Beşinci Şuada anlaşılıyor. Beşinci Şua, küllî bir surette, çok zaman evvel müteşabih bir hadîsin bir tevilini beyan etmesi ve itiraz namemde kat’î cevabı verilmesi,   bu  zâhir yanlışı ve medâr-ı mes’uliyet olması büyük hatâ olduğunu gösteriyor. Eğer mes’uliyet varsa, bu ince, küllî mânâyı böyle cüz’î bir şahsa tatbik edip mahkemede teşhir eden kimse mes’ul ve suçlu olur.(Şualar 417)

   

 

Beşinci Şua, farz-ı muhal olarak, dünyaya ve siyasete baksa ve bu zamanda da yazılsa, madem gizlidir ve taharriyatta bizde bulunmadı ve gaybî haberleri doğrudur ve imanî şüpheleri izale eder ve âsâyişe dokunmuyor ve mübareze etmiyor ve yalnız ihbar eder ve şahısları tâyin etmiyor ve ilmî bir hakikati küllî bir surette beyan ediyor. Elbette o hakikat-i hadîsiye bu zamanda dahi bir kısım şahıslara mutabık çıksa ve münakaşaya sebep olmamak için mahkemelerin teşhir ve neşirlerinden evvel bizce tam mahrem tutulsa, adalet cihetinde hiçbir vecihle bir suç teşkil etmez.(Şualar:354)

 

Biz o risaleyi, mahkemelerin ellerine geçmeden ve onu teşhirlerinden evvel gizlediğimiz gibi, Afyon hükûmet ve mahkemesi dahi onu medar-ı sual ve cevap etmemeli. Çünkü kuvvetlidir, reddedilmez. Kablelvuku haber vermiş, doğru çıkmış. Hem hedefi dünya değil; olsa olsa, ölmüş gitmiş bir şahsa, müteaddit mânâlarından bir mânâsı muvafık geliyor. (şular:356)

 

….ve dünya ile mübareze etmiyor, yalnız ihbar eder. Hem şahısları tayin etmiyorKüllî bir surette, bir hakikat-i hadîsiye yi beyan eder. Fakat, o küllî hakikati bu asırdaki dehşetli bir şahsa tam tatbik etmişler. Onun için bu senelerde yeni telif edilmiş zannıyla itiraz ettiler.   Ölmüş gitmiş, hükûmetten alâkası kesilmiş ve inkılâptaki bazı kusurata sebep olmuş bir reise, sarîhan tenkit ve itiraz da olsa, kanunen bir suç olamaz. Halbuki sarahat değil, o kendi cerbezesiyle küllî beyanatımızı ona tatbik etmiş. (Şualar:390)

  

 Ölmüş gitmiş ve dünyadan ve hükûmet ten alâkası kesilmiş bir adam hakkında otuz sene evvel bir hadis-i şerifin ihbarıyla Kur’ân’a zararlı öyle bir adam çıkacak dediğimi ve sonra Mustafa Kemal o adam olduğunu zaman gösterdi.

                                                                                                               (E/1:284)

 

…ben Beşinci Şua aslının verdiği haberin bir kısmınıorada bir adamda gördüm. Mecburiyetle o çok ehemmiyetli vazifeleri bıraktım. Ve bu adamla başa çıkılmaz, mukabele edilmez diye, dünyayı ve siyaseti ve hayat-ı içtimaiyeyi terk edip yalnız imanı kurtarmak yolunda vaktimi sarfettim.       (Şualar:359)

 

Ben, kırk-elli sene evvel, müteşabih bir hadîs-i şerifin bir harika mânâsını beyan etmiştim. Ve sonra Risale-i Nura yazmıştım ki: “Bir adam sabah kalkar alnında, (Hâzâ Kâfir) yazılmış bulunur.” yani, Avrupa gibi başa şapka giyer ve onu cebren giydirir. “Bir kumandan hayatiyle ve mematiyle beni tasdik edip, işte o adam benim” diye, acip icraatıyla bu hadis-i şerifin hakikatini ispat ettiği halde, zalimler nurlara ilişmesinler diye ben mahrem tuttum.(Tiryak)

   

Risale-i Nur’un mahrem bir parçasında elli sene evvel bir hadîsin tefsirinde,*1907 muhakematı bediyyenin gayri matbu tetimmesi Naşirler)elli sene evvel bir hadîsin tefsirinde, cebrî kanunlarla şapkayı giydiren ve Din-i İslâm’ı bu mübarek Türk Milletinden kaldırmak için Lozan Muahedesinde söz veren ve pek şiddetli ve dehşetli hücumlarına rağmen hiçbir hakikî Müslüman-Türk’ü protestan yapamayan ve Millet-i İslâm için pek çok zararlı olduğunu ef’aliyle isbat eden ve hadîs-i şerifin haber verdiği o müdhiş şahıs kendisi olduğunu hayat ve mematıyla gösteren Mustafa Kemal’e bir mahrem eserde “Din yıkıcı, Süfyan” dediğimizi ve “kalblerdeki sevgisini bozmağa çalıştığımızı” isnad edip kararnamede mahkûmiyetimize sebeb olduğunu…….

(Emirdag-2-52)

    

“Said ve arkadaşları, Mustafa Kemal’e din yıkıcı, süfyan demişler ve kalblerdeki sevgisini bozmaya çalışmışlar, onun için mahkûm ediyoruz.” (Emirdag-2-42)

 

 

1.İkaz-ı Mühime: İslam Deccalı (Süfyan)’ı tamamıyla M. Kemal’den ibaret olarak telakki etmek zahir bir yanlıştır. İnce külli bir mananın cüz’i bir ferdi bila tereddüt M.Kemal dir. Lakin günümüzde işbaşında olan ”Süfyan” onun takipçisi ve muhafazacası olacaktır. Tahrip noktasında işbirlikçisidir. Sistemin koruyucusudur.

 

2.İkaz-ı Mühime: 5.şua’nın gaybi haberleri doğrudur. Halen haber vermeye devam etmektedir. Bu zamanda yazılmış nazarıyla bakmak elzemdir.Yalnız ihbar eden şahısları tayin etmez.

 

3. İkaz-ı Mühime: Müteşabih hadislerle bildirilen hakikat-ı hadisiyeler bu zamanda dahi bir kısım şahıslara mutabık çıkar. Münakaşaya muhal vermemek için mahrem tutulmalıdır. Çünkü Süfyan dehşetli bir münafıktır. Ehl-i imandan sevip tabi olanları pek çoktur.

 

4. İkaz-ı Mühime: 5.Şua ve ihbar-ı gaybisi çok kuvvetlidir. Reddedilemez. Külli bir surette hakikat-ı hadisiyeyi beyan eder. Onun için bu senelerde yeni telif edilmiş gibi okunmalı. Mevcud süfyaniyenin muhafızı istihrac edilmelidir.

 

5. İkaz-ı Mühime: Kurana zararlı, Risalet-i Ahmediyye (a.s.m) sünnet-i seniyyesine saldıran, [”Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi, onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlikeler içeriden geliyor. Kurt gövdenin içine girdi. Şimdi mukavemet güçleşti. Korkarım ki cemiyetin bünyesi buna dayanamaz… Çünkü düşmanı sezmez. Can damarını koparan kanını içen en büyük hasmını dost zan eder. Cemiyetin basiret gözü böyle körleşirse, iman kalesi tehlikededir. İşte benim ızdırabım yegane ızdırabım budur.] (Tarihçe i Hayat)

 

Dehşetli ikazatıyla dost görünümünde hayatıyla ve mematı, yani ölümünden sonra şahıs ve cemaat olarak takipçileri muhafızları ile beliren “Süfyaniyye” zamanımızda cemaati İslam’da hususan Nur cemaatinde halen “Dost” zannedilmektedir. Bu malum şahıs veya şahısları ve temsil ettikleri cemaati tanımanın en keskin yolu M.Kemal ve zihniyeti ile mevcut devletin içine çöreklenmiş ifsat komiteleri ile organik bağlarını ve faaliyetlerini neticelerini gözlemlemektir. Bu acip icraatlar hadis-i Şerif’in hakikatlerini ispat eder mahiyettedir. Zalimlerin Nur’lara ilişmemesi açısından mahrem tutulmalıdır.

 

7.Nükte: Geçmiş asırların muhakkik uleması hatta evliyası kıyametin ipham vaktindeki hikmet-i ilahiye’yi idrak ettiklerinden, müteşabih ehadis-i şeriflerde ki metni ehadis-i tefsirlerine ve istinbatlarına tatbik ederek asırlarındaki deccalı,süfyanı, mehdiyi nur-u iman ile tanıma saadetine erişmişler. Gelecek asırlara ait ihtarat ise halin mukteziyasından ve dünyanın tecrübe meydanı olmasından dolayı ihtilafat ile perde altına girmiş. Mesela o eşhasın şahs-ı manevisine veya temsil ettikleri cereyana ait asar-ı azimeyi o eşhasın zatlarına tasavvur edip öyle tefsir etmişler ki sanki o eşhas-ı harika çıktıkları vakit bütün halk onları tanıyacakmış gibi bir şekil vermişler. Halbuki bu imtihan sırrına muhaliftir. Ebu Bekir ve Ebu Cehiller tasdikte beraber olurlar. Belki nur-u imanın dikkatiyle o eşhas-ı ahirzaman tanınabilir.

 

8.Nükte: “o eşhas, hattâ o müthiş Deccal dahi çıktığı zaman, çokları, hattâ kendisi de bidâyeten Deccal olduğunu bilmez.” cümlesindeki bidayeten kelimesi bildirir ki: [”Allah-ı inkar eden ve o cereyan efradları birer küçük nemrut hükmünde nefislerine birer Rububiyet verir ve onların başına geçen en büyükler ispirtizma ve manyetizmanınhadisatı nevinden müthiş     harikalara mahzar…. ”(15.mektuptan iltibas)] ispirtizma ve manyetizma ile alakadar harikalıklara  muttali olduktan sonra;

“İnsanlarda şeytan vazifesini gören cesetli ervâh-ı habise bilmüşahede bulunduğu gibi, cinnîden cesetsiz ervâh-ı habise dahi bulunduğu,  o kat’iyettedir. Eğer onlar   maddî  ceset giyseydiler, bu şerîr insanların aynı  olacaktılar. Hem    eğer  bu insan  suretindeki  insî şeytanlar cesetlerini çıkarabilseydiler,  o cinnî  iblisler olacaktılar.”                            (Lemalar-82)

  

Ben bir mânevî âlemde İslâm Deccalını gördüm. Yalnız birtek gözünde teshirci bir manyetizma gözümle müşahede ettim ve onu bütün bütün münkir bildim. İşte bu inkâr-ı mutlaktan çıkan bir cüret ve cesaretle mukaddesata hücum eder. Avâm-ı nâs hakikat-ı hali bilmediklerinden, harikulâde iktidar ve cesaret zannederler.                                       (şualar:595)

 

 HAŞİYE: ”Ulûm ve fünunun en parlağı olan belâgat ve cezalet, bütün enva’ıyla âhirzamanda en mergub bir suret alacaktır. Hattâ insanlar, kendi fikirlerini birbirlerine kabul ettirmek ve hükümlerini birbirine icra ettirmek için, en keskin silâhını cezalet-i beyandan ve en mukavemet-sûz kuvvetini belâgat-ı edadan alacaktır.”                                                                                (Sözler-264)

        

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

         Evvelâ: Bid’akâr bazı hocaların telkinatıyla iddianamede, İslâm Deccalı ve müteaddid birkaç deccalın gelmesini kabul etmiyor gibi Beşinci Şua’ın bir mes’elesine itiraz etmişler. Buna cevaben gayet parlak kat’î bir mu’cize-i Nebeviyeyi (A.S.M.) gösteren bu hadîs-i sahihte:

لَنْ تَزَالَ الْخِلاَفَةُ فِى وِلْدِ عَمِّى صِنْوِ اَبِى الْعَبَّاسِ حَتَّى يُسَلِّمُوهَا اِلَى الدَّجَّال

   Yani: “Benim amcam, pederimin kardeşi Abbas’ın veledinde Hilafet-i İslâmiye devam edecek. Tâ Deccal’a, o hilafeti yani saltanat-ı hilafet Deccal’ın muhrib eline geçecek.” Yani, uzun zaman beşyüz sene kadar hilafet-i Abbasiye vücuda gelecek, devam edecek. Sonra Cengiz, Hülâgu denilen üç deccaldan birisi o saltanat-ı hilafeti mahvedecek; deccalane, İslâm içinde hükûmet sürecek. Demek İslâm içinde müteaddid hadîslerde üç deccal geleceğine zahir bir delildir.                                                                                                (Şualar:506)

 

Hadis.1: Ümmetim hakkında en çok korktuğum ağzı iyi laf yapan munafıktır.

                                                                                                          (C.Sagir 175)

 

Hadis.2.: Allah ın en çok kızdığı kimse, dinini dunyaya alet etmek için hukumdarların memurlarını ziyeret eden alimdir.                           (C.Sagir 1232)

 

Hadis.3.: İnsanların en kötüleri ,insanlar arasında yaşayan kötü alimlerdir.

                                                                                                (C:S 2438 –Bezzar)

 

 

Bidayaten deccal olduğunu bilmez. Yani sonra bilir. Bu ince manayı teyid eden bir delil: O İslâm Deccalı, “Sure-i وَ التِّينِ وَ الزَّيْتُونِ manasını merak edip soruyor” diye çoklar nakletmişler. Garibdir ki, bu surenin akibinde olan   اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ suresinde  اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَيَطْغَىcümlesi, onun aynı zamanına ve şahsına -cifir ile ve manasıyla- işaret ettiği gibi, ehl-i salâte ve câmilere tâgiyane tecavüz edeceğini gösteriyor. Demek o istidraclı adam, küçük bir sureyi kendiyle alâkadar hisseder. Fakat yanlış eder, komşusunun kapısını çalar.(Ş:596)

   

 

Mutlak küfürde bütün bütün münkir bir zat ancak şeytandan daha şeytan olmalı ki Kur’an-ı Hakim den müfsidane cereyanına delil arasın. Adeta vazifesini bilsin. Ciddi çalışsın.

 

 

Ehemmiyeti kavidir. 9. Nükte:               

اِنَّ الْخِلاَفَةَ بَعْدِى ثَلاَثُونَ سَنَةً ثُمَّ تَكُونُ مُلْكًا عَضُوضًا وَاِنَّ هذَا اْلاَمْرَ بَدَاَ نُبُوَّةً وَرَحْمَةً

ثُمَّ يَكُونُ رَحْمَةً وَخِلاَفَةً ثُمَّ يَكُونُ مُلْكًا عَضُوضًا ثُمَّ يَكُونُ عُتُوًّا وَ جَبَرُوتًا

deyip,  meali:(Hilafet benden sonra 30 sene sürecek, ondan sonra da saltanat şeklini alacaktır.” Müsned,5:220, 221. “Bu iş nübüvvet ve rahmetle başladı, sonra rahmet ve hilâfet halini alacak, sonra saltanat şekline girecek, sonra da ceberût ve fesâd-ı ümmet meydan alacak.” Kadî Iyâz, eş-Şifâ, 1:340; Müsned,4:273.)

    Hazret-i Hasan’ın altı ay hilafetiyle; Cihar-ı Yâr-ı Güzin’in Hulefâ-i Râşidînin) zaman-ı hilâfetlerini ve onlardan sonra saltanat şekline girmesini, sonra o saltanattan ceberut ve fesad-ı ümmet olacağını haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış.

Hem, nakl-i sahih-i        kat’î   ile,ferman   etmiş:

وَيْلٌ لِلْعَرَبِ مِن شَرٍّ قَدِ اقْتَرَبَ

deyip, Cengiz ve Hülâgu’nun dehşetli fitnelerini ve Arab Devlet-i Abbasiyesini mahvedeceklerini haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış.(Mektubat 104) (Buharî, Fiten: 4, 28; Müslim, Fiten: 1; Ebû Dâvud, Fiten: 1; Tirmizî, Fiten: 23; İbni Mâce, Fiten: 9;Müsned, 2:390, 39; el-Hâkim, el-Müstedrek, 1:108, 4:439, 483.)

        

İslâm içinde birkaç deccal geleceğine dair rivayetlerden birisi bu hadîs-i şerif, sarih bir surette Cengiz ve Hülâgu fitnesinden haber verir.

 

لَنْ تَزَالَ الْخِلاَفَةُ فِى وِلْدِ عَمِّى صِنْوِ اَبِى الْعَبَّاسِ حَتَّى يُسَلِّمُهَا اِلَى الدَّجَّالِ         Yani, “Uzun zaman hilâfet-i Abbâsiye devam edecek, sonra o saltanat Deccal eline geçecek” diye, beş yüz seneden sonra İslâm içine bir deccal gelecek, o hilâfeti bozacak gibi ki, eşhâs-ı âhir zamandan çok rivayetler haber verdikleri … (şualar:401)

 

لَنْ تَزَالَ الْخِلاَفَةُ فِى وِلْدِ عَمِّى صِنْوِ اَبِى الْعَبَّاسِ حَتَّى يُسَلِّمُوهَا اِلَى الدَّجَّال

 

yani, “Benim amcam, pederimin kardeşi Abbas’ın veledinde hilâfet-i İslâmiye devam edecek. Tâ Deccala, o hilâfeti, yani saltanat-ı hilâfet, deccalın muhrip eline geçecek.” Yani, uzun zaman, beş yüz sene kadar hilâfet-i Abbasiye vücuda gelecek, devam edecek. Sonra Cengiz, Hülâgû denilen üç deccaldan birisi o saltanat-ı hilâfeti mahvedecek, deccalane İslâm içinde hükûmet sürecek. Demek İslâm içinde, müteaddit hadislerde, üç deccal geleceğine zâhir bir delildirBu hadisteki ihbar-ı gaybî, kat’î iki mucizedir:

Biri, hilâfet-i Abbasiye vücuda gelecek, beş yüz sene devam edecek.

İkincisi de, sonunda en zâlim ve tahripçi Cengiz ve Hülâgû namındaki bir deccal eliyle inkıraz bulacak.

 Acaba kütüb-ü hadîsiyede Kur’ân’a, şeâir-i İslâma ait hattâ cüz’î şeyleri de haber veren sahib-i şeriat, hiç mümkün müdür ki, bu zamanımızdaki pek acîp hadisattan haber vermesin? Hem hiç mümkün müdür ki, bu acîp hadisat ta Kur’ân’a sebat kârâne, geniş bir sahada, en acîp bir zamanda, en ağır şerait altında hizmet eden ve o hizmetin semerelerini dost ve düşmanları tasdik eden Risale-i Nur şakirtlerine işaretleri bulunmasın?(şualar:506)

 

 

اِنَّ الْخِلاَفَةَ بَعْدِى ثَلاَثُونَ سَنَةً ثُمَّ تَكُونُ مُلْكًا عَضُوضًا وَفَسَادًا وَجَبَرُوتًا

   Yani, Hulefa-i Raşidîn’den sonra bir fesad olacak. İşte bu hadîs üç mu’cize-i gaybiyeyi gösterdiğini bir eski risalemde yazmıştım. Kararname benim bir suçum olarak, Said bir risalede demiş: “Hilafetten sonra ceberut ve fesad olacak.” Ey sathî heyet! Bir işaret-i gaybiyede bu zamanımızda maddî ve manevî en büyük bir fesad-ı beşerîyi ve zemini zîr ü zeber eden bir hâdiseyi haber veren bir hadîsin i’cazını beyan etmeği suç sayan, maddeten ve manen suçludur.

     Hem suçlarından diye: “Tekye ve zaviyelerin ve medreselerin kapatılması ve lâikliğin kabulü, İslâmiyet yerine milliyet esaslarının konulması, şapka giyilmesi, tesettürün kaldırılması, latin harflerinin huruf-u Kur’aniye yerinde cebren kabulü, Türkçe ezan ve kamet

okunması, mekteblerde din derslerinin kaldırılması, kadınlara erkekler derecesinde irsiyet ve hak tanınması ve taaddüd-ü zevcatın kaldırılması gibi inkılab hareketlerini bid’at, dalalet, ilhaddır diyen, irtica ile suçludur.” diye yazmışlar.

      Ey insafsız heyet! Eğer her asırda üçyüzelli milyonun kudsî ve semavî rehberi ve bütün saadetlerinin proğramı ve dünyevî ve uhrevî hayatın mukaddes hazinesi olan Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın tesettür ve irsiyet ve taaddüd-ü zevcat ve zikrullah ve ilm-i dinin dersi ve neşri ve şeair-i diniyenin muhafazası haklarında gelen ve tevil kaldırmaz sarih çok âyât-ı Kur’aniyeyi inkâr etmek ve bütün İslâm müçtehidlerini, umum şeyhülislâmları suçlu yapmak mümkün ise ve mürur-u zamanı ve müteaddid mahkemelerin beraetlerini ve af kanunları ve mahremiyet ve mahrem vechini ve hürriyet-i vicdan ve hürriyet-i fikri ve fikren ve ilmen muhalefeti memleketten ve hükûmetlerden kaldırabilirseniz, beni bu şeylerle suçlu yapınız. Yoksa siz hakikat ve hak ve adalet mahkemesinde dehşetli suçlu olursunuz.(şualar:432)

Haşiye:

         Sekizinci Nükte: Buna dair bir düstur-u hakikatı beyan etmek lâzım. Şöyle ki:

 Nasıl “hukuk-u şahsiye” ve bir nevi hukukullah sayılan “hukuk-u umumiye” namıyla iki nevi hukuk var; öyle de: Mesail-i şer’iyede bir kısım mesail, eşhasa taalluk eder; bir kısım, umuma, umumiyet itibariyle taalluk eder ki; onlara“Şeair-i İslâmiye” tabir edilir. Bu şeairin umuma taalluku cihetiyle umum onda hissedardır. Umumun rızası olmazsa onlara ilişmek, umumun hukukuna tecavüzdür. O şeairin en cüz’îsi (sünnet kabilinden bir mes’elesi) en büyük bir mes’ele hükmünde nazar-ı ehemmiyettedir. Doğrudan doğruya umum âlem-i İslâma taalluk ettiği gibi; Asr-ı Saadetten şimdiye kadar bütün eazım-ı İslâmın bağlandığı o nuranî zincirleri koparmaya, tahrib ve tahrif etmeye çalışanlar ve yardım edenler düşünsünler ki, ne kadar dehşetli bir hataya düşüyorlar. Ve zerre miktar şuurları varsa, titresinler!.. (M:396)

   

 öyle ki: Hadis-i sahihte vardır ki Resul-i Ekrem (a.s.m.) ferman etmiş:

يومفنصففلهايوموالاامتياستقامتوان evkemakâl…Şu hadis-i şerife her nasılsa kıyamete işaret suretinde mânâ verilmiş, mucize-i Nebeviye gizlenmiş, anlaşılmamış. Hem Şeyh-i Geylani hem Hz. Ali’nin (r.a.) irşad-ı Nebevi ile beşinci ve altıncı ve on dördüncü asırların fitnelerinden kerametkârane bahisleri gösteriyor ki, bu hadis-i şerif onların zamanına bakmak için bir teleskoplarıdır ki bu iki asra bakıyorlar. Evet    hadiste      توم       tabiri       تَعُدُّونَ  مِمَّاسَنَةٍكَاَلْفِرَبِّكَعِنْدَيَوْمًاوَاِنَّ âyetinin delaletiyle bin seneden ibarettir. Hilafet-i İslamiye ve hükümet-i Arabiye hadis mûcibince tam istikâmetle gitmediği için tam nısf-ı yevm olan beş yüz küsur senede Hülagû hücumuyla hâtime verildi. Üç-dört asır zaman-ı fetretten sonra

وَيُحِبُّونَهُ     يُحِبُّهُمْبِقَوْمٍاللَّهُ يَاْتِى âyetinin sırrına mazhar olan Osmanlı âdil padişahları hadis-i şerifteki istikâmeti yerine getirmeye çalıştıklarından hadisin hükmüyle ümmet için bin sene hilafet-i İslâmiyeyi ve şer-i şerif üzerinde giden hükümetin idamesine vasıta oldular.

   Hadisin ikinci ciheti ki     يومفلها de tahakkuk ediyor. Ve İstanbul’un fethinden takriben yirmi sene evvel yine hilafet-i İslâmiyeye zemin ihzar ve tam umum âlem-i İslâmın merkez-i hükümeti olacak bir vaziyet almaya ve müjde ve sena-i Nebevîye mazhar olan Fatih’in vasıtasıyla İstanbul’un fethi tarihinden fetret zamanını tayyedip, Abbasiler nereden bırakmışlarsa oradan başlayarak âlem-i İslâmın bil-istihkak başına geçtiler. Yine hadis-i şerifin hükmüyle, eğer istikâmetle gitse bin seneden ibaret bir gün, yoksa yarım gün devam edecek. İşte aynen Abbasiler gibi tam yarım gün, yani beş yüz sene devam etti.

     Bu Mucize-i Nebeviye pek parlak bir surette tezahür ediyor. İşte hilafet-i Arabiye tam istikâmete mazhar olmadığından yalnız yarım günü aldı. Osmanlı Devleti dahi tek başıyla ahirlerinde ecnebilerin ve münafıkların müdahaleleri yüzünden tam istikameti muhafaza edemediği için o da yarım gün olan beş yüz seneyi aldı. Bu iki kardeş olan iki unsurun ittihadlarından tam istikâmete mazhariyet sırrı vardır ki, bin sene olan bir günü tamam aldılar.

                                                                            (sikke-i tasdik gaybi, 18.Lem’a)

       

 

فِى يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ اَلْفَ سَنَةٍâyetinin sırrıyla, bin sene hâkimâne ve mükemmel yaşayacak. Eğeristikamette gitmezse, ona yarım gün var. Yani, ancak beş yüz sene kadar hâkimiyeti ve galibiyeti muhafaza eder.

      Allahu a’lem, bu rivâyet kıyametten haber vermek değil, belki İslâmiyetin galibâne hâkimiyetinden ve hilâfetin saltanatından bahseder ki, ayn-ı hakikat ve bir mucize-i gaybiye olarak aynen öyle çıkmış. Çünkü hilâfet-i Abbâsiyenin âhirinde, onun ehl-i siyaseti istikameti kaybettiği için, beş yüz sene kadar yaşamış. Fakat ümmetin heyet-i mecmuası ise, istikameti kaybetmediğinden, hilâfet-i Osmaniye imdada gelip bin üç yüz sene kadar hâkimiyeti devam ettirmiş. Sonra Osmanlı siyasiyyunları dahi istikameti muhafaza edemediğinden, o da ancak (hilâfetle) beş yüz sene yaşayabilmiş. Bu hadîsin mucizâne ihbarını, hilâfet-i Osmâniye kendi vefatıyla tasdik etmiş. (5.Şua)

       

 Ezcümle: Hazret-i Hasan Radıyallahu Anhın altı aylık hilâfetiyle beraber Risale-i Nur’un Cevşenü’l-Kebîrden ve Celcelûtiyeden aldığı bir kuvvet ve feyizle vazife-i hilâfetin en ehemmiyetlisi olan neşr-i hakaik-i imaniye noktasında Hazret-i Hasan Radıyallahu Anhın kısacık müddetini uzun bir zamana çevirerek tam beşinci halife nazarıyla bakabiliriz. Çünkü, adalet-i hakikiye ile bu asırda insanları mes’ud edebilir bir istidatta bulunan, Risale-i Nur’dur ve onun şahs-ı mânevîsi, Hazret-i Hasan Radıyallahu Anhın bir muavini, bir mütemmimi, bir mânevî veledi hükmündedir

                                                                                                        (Emirdağ L.1)*

*Risalet-ün Nur’un manevi hilafetine işarettir.

 

 

Cay-ı dikkat ve İkaz-ı Mühimme:

Görüldüğü gibi 3 deccalın geleceği ve bu deccalların İslamiyete büyük darbe vuracağı, hatta hilafeti ellerine geçireceği ve yıkacağı ve beşer bunun ile mücadele den gafil ve geri kaldığı an, kıyametin kopacağı anlaşılıyor. Hadisi şerifi Abbasilerden başlayarak ele aldığımızda dehşete düşüren ve her ehli imanın kalbini ve zerrat’ını titreten bir hakikat meydana çıkmaktadır.

Birinci deccal hilafeti Abbasiyyeyi inkıraz etmiştir yani söndürmüştür. Ve o hilafet meşalesi Osmanlıda alevlenmiş M.Kemal tarafından söndürülmüş hilafet kaldırılmıştır.ve hakikat ta Risale-i Nur’un Cevşenü’l-Kebîrden ve Celcelûtiye’den aldığı bir kuvvet ve feyizle vazife-i hilâfetin en ehemmiyetlisi olan neşr-i hakaik-i imaniye…(Emirdağ L.1)deki bu parça ile hilafetin Risalet-ün Nur ile devam ettiği anlaşılmakta… Allah’u alem bu 3.Deccal Risale-i Nur dairesin den çıkıp dizginleri eline alıp nazarları ve iştigalleri Risale-i Nurdan koparıp, dünyevi, siyasi menfaatperestlik ve nefis hesabına kullanıp Risalet-ün Nur hizmetini inkiraz edecek ve kıyameti koparacaktır. İhtar olsun ki 3.deccal olmasa da diğer bir hadis-i şerifte ihbar edilen 27 deccal dan biri hilafet-i İslamiyye olan Risale-i Nuru inkiraz etmek için vazife başında dır.(naşirler)

 

 

 

ZAMANIMIZIN SÜFYANI

 

Evet, Risale-i Nur’a hücum edenler, vaktiyle kefenini boynuna takınmalı ve rezalete bürünmeli ve mânevî cehenneme dünyada girmeyi göze almalı.       

                                                                                                           (8.lem’a dan)

Risale-i Nur, ahirzamanda perde altında gizlice tenevvür edip, Nurlu isim وشرنطخبقدوسبركوت

yani Rauf ve Rahim’den ve ism-i Âzam’ın tesiri altında Celâl ve Kibriya’nın azametli nurundan iktibas ederek dalalet ve ilhad ateşini söndürecek. Evet, bu mânâ Risale-i Nur’a tam tamına mutabıktır. Çünkü Risale-i Nur’u mütalaa edenler bilirler ki, onun iki menbâı var. Biri ism-i Âzam’ın kibriyalı ve azametli cilvesi, diğeri ism-i Rahimin şefkatli ve re’fetli tecellisidir. Ve onun nuruyla fitne-i diniye nârı ve zındıka ateşi sönüyor ve söndürecek. (28.lem’a)

                 

            انا اعطينا  nın sırrı kısmen tahakkuk etmiş. Çünkü, süfyaniyetin dört rüknünden en kuvvetlisi ve dehşetlisi bütün bütün çekildi. Kabir altında azap çekiyor*. Ve en büyüğü dahi alâkası bilfiil çekilmiş, Mason komitesinin mahkûmu ve âleti olup azabıyla meşguldür. Yalnız onun gölgesi hükmediyor. İleri tecavüz etmemekle beraber kısmen geriliyor. Bâki kalan iki şahıs ise ellerinden gelse tamire çalışacaktır. (8.şua)

 

*Mustafa Kemal‘dir. Naşirler.

 

 

Üstad-ül muhterem açıkça süfyaniyenin dört rüknü olduğunu bildiriyor. Evvelki bölümlerde bahsi geçtiği üzere müşehhas Süfyan halen iş başında ve türlü hikmetlere binaen ehli iman hususan Nur talebeleri dahi onu tanımakta zorluk çekiyor kimileri tanımıyor kimileride o dehşetli şahsı dost telakki ediyor. 

Risalet-ün Nur İslam deccalı ve büyük Deccalın üç devre-i hükümetinde üç devre-i istibdatlarından bahsediyor

["Bir günü, bir devre-i hükûmetinde öyle büyük icraat yapar ki, üç yüz sene yapılmaz. İkinci günü, yani ikinci devresi, bir senede, otuz senede yapılmayan işleri yaptırır. Üçüncü günü ve devresi, bir senede yaptığı tebdiller on senede yapılmaz. Dördüncü günü ve devresi âdileşir, bir şey yapmaz, yalnız vaziyeti muhafazaya çalışır"] diye, gayet yüksek bir belâgatla ümmetine haber vermiş. (5.şuadan iktibasen)

     

Mezkur ifadeler süfyaniyenin meçhul devresinde olduğumuza yönelik kuvvetli bir rumuz oldu. İddeamızı teyid edecek kısımları Risale-i Nur’dan delillendirelim.

 

Bu sûreye ait (FELAK) bir nükte-i i’câziyenin haşiyesidir

         Nasıl bu sure, beş cümlesinden dört cümlesi ile bu asrımızın dört büyük şerli inkılablarına ve fırtınalarına mana-yı işarî ile bakar; aynen öyle de,……………..

  غَاسِقٍ اِذَا وَقَبَkelimeleri bu zamana değil, belki  غَاسِقٍ binyüz altmışbir (1161) ve  وَقَبَ  اِذَا sekizyüzon (810) ederek, o zamanlarda ehemmiyetli maddî manevî şerlere işaret eder. Eğer beraber olsa, Miladi bin dokuzyüz yetmişbir (1971) olur. O tarihte dehşetli bir şerden haber verir. Yirmi sene sonra, şimdiki tohumların mahsulü ıslah olmazsa, elbette tokatları dehşetli olacak. (Şualar:269)

 

Evet, Hürriyetçilerin ahlâk-ı içtimaiyede ve dinde ve seciye-i milliyede bir derece lâubalilik göstermeleriyle, yirmi-otuz sene sonra dince, ahlâkça, namusça şimdiki vaziyeti gösterdiği cihetinden, şimdiki vaziyette de, elli sene sonar bu dindar, namuskâr, kahraman seciyeli milletin nesl-i âtisi, seciye-i diniye ve ahlâk-ı içtimaiye cihetinde ne şekle girecek, elbette anlıyorsunuz. Bin seneden beri bu fedakâr millet, bütün ruh u canıyla Kur’ân’ın hizmetinde emsalsiz kahramanlık gösterdikleri halde, elli sene sonra o parlak mâzisini dehşetli lekedar, belki mahvedecek bir kısım nesl-i âtinin eline elbette Risale-i Nur gibi bir hakikati verip, o dehşetli sukuttan kurtarmak en büyük bir vazife-i milliye ve vataniye bildiğimizden, bu zamanın insanlarını değil, o zamanın insanlarını düşünüyoruz.                                                                                 (E:1-21)

 

 

1996-1997 yıllarına işaret eden Risale-i Nur karanlık bir devreden “Süfyaniyenin meçhul eyyamından” kerametkarane haber veriyor. Mevzuyla alakası bulunan bir hakikat daha :

             وَالَّذِينَ كَفَرُوا اَوْلِيَاوءُهُمُ الطَّاغُوتُ   bin dörtyüz onyedi (1417)                      (Ş:270)

 

        

    Demek oluyor ki 1996-97 (28 Şubat demesi) ehl-i din ve ehl-i hamiyet hususan Nur Cemaati için gayet önemlidir. Süfyaniyet’in aksiyonelsızıntılı planlı ve zamanlı mücessem bir taarruzunun İslamlar içinde azim bir fitnenin aşikarane belirdiği tarihtir.

     

 

 Önceki bölümde de belirtildiği gibi;

Hem gaflet içinde fenalara uymamak ve lakaytlıkla nefsin dizginini bırakmamak için nifakın başına geçecek müthiş şahıslardan her asır çekinmeli korkmalı”                                                                     (sözler 24.söz)

     Resul-i Ekrem (a.s.m) ’ın istikbalden haber verdiği bazı hadiseler cüz-i birer hadise değil, belki tekerrür eden birerhadise-i külliyeyi cüz-i bir surette haber verir. Halbuki o hadisenin müteaddit vecihleri var. Her defa bir vechini beyan eder.                                                                                                  (Mektubat 96)

 

Şeklinde ki ilgili bürhanlar açıkça mücessem ve cemaat halinde hareket eden zaman-i süfyaniyeyi işmam eder.

    Yine önceki bölümde süfyaniyetin dehşetli şahıs ve şahıslarında ispirtizma ve manyetizma nevinden istidraci harikalar bulunduğunu ve bu şekilde ehl-i imanı mukavemetsiz bıraktıklarını Risale-i Nur ile keşfetmiştik. Bunun önemli bir hikmeti ise şudur:

 “İnsan nev’in de o kanun-u mübarezeyi daha acib bir şekle getirip bütün terakkiyat-ı insaniyeye medar bir mücahede kapısını açıp hizbullah’a (Hizbullah olan Ehl-i Nur cemaati(mektubat.sh.323))karşı meydana çıkabilmek için hizbüşşeytana bazı cihazat vermiş.”        (lemalar 13.lema)

        

 

 

 Ben kendim mükerreren müşahede etmişim ki: Yüzde on ehl-i fesad yüzde doksan ehl-i salahı mağlub ediyordu. Hayretle merak ettim, tedkik ederek kat’iyyen anladım ki: O galebe kuvvetten, kudretten gelmiyor, belki fesaddan ve alçaklıktan ve tahribden ve ehl-i hakkın ihtilafından istifade etmesinden ve içlerine ihtilaf atmaktan ve zaîf damarları tutmaktan ve aşılamaktan ve hissiyat-ı nefsaniyeyi ve ağraz-ı şahsiyeyi tahrik etmekten ve insanın mahiyetinde muzır madenler hükmünde bulunan fena istidadları işlettirmekten ve şan ü şeref namıyla riyakârane nefsin firavuniyetini okşamaktan ve vicdansızca tahribatlarından herkes korkmasından geliyor. Ve o misillü şeytanî desiseler vasıtasıyla muvakkaten ehl-i hakka galebe ederler. Fakat  وَالْعَاقِبَةُ لِلْمُتَّقِينَ sırrıyla,   اَلْحَقُّ يَعْلُو وَلاَ يُعْلَى عَلَيْهِ  düsturuyla: Onların o muvakkat gelebeleri, menfaat cihetinden onlar için ehemmiyetsiz olmakla beraber, Cehennem’i kendilerine ve Cennet’i ehl-i hakka kazandırmalarına sebebdir. (Lemalar-86)

      

 

 İşte dalalette, iktidarsızlar muktedir görünmeleri ve ehemmiyetsizler şöhret kazanmaları içindir ki, hodfüruş, şöhretperest, riyakâr insanlar ve az bir şeyle iktidarlarını göstermek ve ihafe ve ızrar cihetinden bir mevki kazanmak için ehl-i hakka muhalefet vaziyetine girerler. Tâ görünsün ve nazar-ı dikkat ona celbolunsun. Ve iktidar ve kudretle değil, belki terk ve ataletle sebebiyet verdiği tahribat ona isnad edilip, ondan bahsedilsin. Nasılki böyle şöhret divanelerinden birisi, namazgâhı telvis etmiş, tâ herkes ondan bahsetsin. Hattâ ondan lanetle de bahsedilmiş de, şöhretperestlik damarı kendisine bu lanetli şöhreti hoş göstermiş diye darb-ı mesel olmuş.

(Lemalar-86)

                 

   Mezkur hakikatler ışığında zamanımızın müşehhas Süfyan ve süfyanlarını taharriye başlayalım.

 

 

7.MESELE: Rivayette var ki, “Süfyan büyük bir âlim olacakilimle dalâlete düşer. Ve çok âlimler ona tâbi olacaklar.”

   Ve’l-ilmu indallah, bunun bir tevili şudur ki: Başka padişahlar gibi ya kuvvet ve kudret veya kabile ve aşiret veya cesaret ve servet gibi vasıta-i saltanat olmadığı halde, zekâvetiyle ve fenniyle ve siyasî ilmiyle o mevkii kazanır ve aklıyla çok âlimlerin akıllarını teshir eder, etrafında fetvacı yapar. Ve çok muallimleri kendine taraftar eder ve din derslerinden tecerrüt eden maarifi rehber edip tâmimine şiddetle çalışır, demektir.                      (5.şua)

 

İslâmların Deccalı ayrıdır. Hattâ bir kısım ehl-i tahkik, İmam-ı Ali’nin (r.a.) dediği gibi demişler ki: Onların Deccalı Süfyandır, İslâmlar içinde çıkacak, aldatmakla iş görecek.                                                   (5.şua)                                        

Haşiyecik:

         Bidayet-i zuhur-u İslâmiyette muannid ve kitabsız kâfirlerin ve nifaka giren eski dinlerin münafıkları gibi, aynen bu zaman-ı âhirde bir naziresi çıkacağını, ders-i Kur’anîden gelen bir sünuhat ile Eski Said hissetmiş. Münafıklar hakkındaki âyetleri izah ile en ince nükteleri beyan etmiş, fakat mütalaacıların zihnini bulandırmamak için mahiyet-i mesleklerini ve istinad noktalarını mücmel bırakmış, izah etmemiş.                            (işaratul icaz 6)

 

 BirincisiDüşman meçhul olduğu zaman daha zararlı olur. Kandırıcı olursa daha habis olur. Aldatıcı olursa, fesadı daha şedit olur. Dahilî olursa, zararı daha azîm olur. Çünkü; dahili düşman kuvveti dağıtır, cesareti azaltır. Haricî düşman ise, bilâkis, asabiyeti şiddetlendirir, salâbeti arttırır.                                                                                                                          (işaratul icaz )

 

1.NOKTA: Mevcud şahıs(lar) büyük bir alim(ler) olmalı.

 

2.NOKTA: Kuvvet, kudret, kabile, aşiret, cesaret ve serveti olmadığı halde zekaveti, fenni ve siyasi ilmiyle o mevkii kazanmış adeta zengin bir aşiretin, kabilenin lideridir.

 

3.NOKTA: Aklıyla (istidraciyle) çok alimlerin akıllarını teshir etmiştir. Zihinleri bulandırmış merdud ve matrud sayılamamaktadır.

 

4.NOKTA: Kendisine bağlı resmi ve gayr-i resmi muallim ve hatipleri bulunur. Maarifi rehber tutmuştur.

 

5.NOKTA: İslamlar, dindarlar hatta ehl-i hamiyet içinde istidraci vasıtaların (ispirtizma-Manyetizma) saikasıyla ve[ON DÖRDÜNCÜ MESELE: Rivayette var ki, "Deccalın mühim kuvveti Yahudi dir. Yahudiler severek tâbi olur…..] sırrınca ardında mühim ifsad komitelerin kökü dışarıda olan mason ve zendıka şebekelerinin yardımı üzerindedir. Maarifi**esas tutması ve şiddetle tamimine çalışmasının sabebi aslisi ise:

**Veledlerini Kuran-ı Kerim ilimlerinden daha ziyade asr-ı cehalete götüren ilimlere sevk edenler demektir. Hissiyat-ı diniye 2. 3. derecede kalmamak şartıyla mevcut maarif tehdit olmaktan çıkabilir. (naşirler)

 

 “Ahirzaman fitnesinde en dehşetli rolü oynayan taife-i nisaiye ve onların fitnesi olduğu hadisin rivayetlerinden anlaşılıyor.” (gençlik rehberi sh.23)

     

    Kadınlar Yuvalarından Çıkıp Beşeri Yoldan Çıkarmış, Yuvalarına Dönmeli

         Mimsiz medeniyet, taife-i nisayı yuvalardan uçurmuş, hürmetleri de kırmış, mebzul metaı yapmış. Şer’-i İslâm onları

         Rahmeten davet eder eski yuvalarına. Hürmetleri orada, rahatları evlerde, hayat-ı ailede. Temizlik zînetleri.

         Haşmetleri, hüsn-ü hulk; lütf-u cemali, ismet; hüsn-ü kemali, şefkat; eğlencesi, evlâdı. Bunca esbab-ı ifsad, demir-sebat kararı

         Lâzımdır tâ dayansın. Bir meclis-i ihvanda güzel karı girdikçe riya ile rekabet, hased ile hodgâmlık debretir damarları!

         Yatmış olan hevesat, birdenbire uyanır. Taife-i nisada serbestî inkişafı, sebeb olmuş beşerde ahlâk-ı seyyienin birdenbire inkişafı.

         (*): Tesettür Risalesi’nin esasıdır. Yirmi sene sonra müellifinin mahkûmiyetine sebeb gösteren bir mahkeme, kendini ve hâkimlerini ebedî mahkûm ve mahcub eylemiş.

“Şayet sefih erkekler hevesâtına uyarak kadınlaşırsa, nâşize kadınlar da hayasızlıkla erkekleşir.”1

 

6.NOKTA: [-ikincisi: Dinin zaruriyâtı ki, içtihad onlara giremez* çünkü kat'î ve muayyendirler… Şu zamanda terke uğruyorlar ve tezelzüldedirler. Ve bütün himmet ve gayreti, onların ikamesine ve ihyâsına sarf etmek lâzım gelirken... yeni içtihadlar yapmak, bid'akârâne bir hıyanettir. (6. maninin ikincisinden iktibasen)

…Muharriblerin girmesine vesile olacak delikler açmak İslamiyet’e cinayettir. (sözler)

   Dünya için din feda olunmaz. Gebermiş istibdadı muhafaza için, vaktiyle mesail-i şeriat rüşvet verilirdi. Dinin mes'eleleri terk ve feda edilmesinden, zarardan başka ne faydası görüldü? Milletin kalb hastalığı za'f-ı diyanettir. Bunu takviye ile sıhhat bulabilir. (H.Ş:86)

         

Şüphesiz Süfyan yada perde gerisindeki irtidatkar şahsı manevi bu hıyanet ve cinayeti kaçırmayacak!Elbette din adına fetva verebilecek kadar tanınmış ve alim olacak ve her halde İslamlar içinden çıkacak ve o külli mananın muayyen ölmüş gitmiş o ferdinin müdafii ve gizli bir takipçisi olmaya çalışacak.haşiye:Mezahibin ihtilafı ise: Sahib-i şeriatın gösterdiği nazarî düsturların tarz-ı tefehhümünden ileri gelmiştir. "Zaruriyat-ı Diniye" denilen ve kabil-i       tevil olmayan ve "Muhkemat" denilen düsturları ise, hiç bir cihette kabil-i tebdil değildir ve medar-ı içtihad olamaz. Onları tebdil eden, başını dinden çıkarıyor;  يَمْرُقُونَ مِنَ الدِّينِ كَمَا يَمْرُقُ السَّهْمُ مِنَ الْقَوْسِkaidesine dâhil oluyor. (M:436)

                  

 *:Tesettür, 5 vakit namaz , kurban vs. gibi…

Günümüzün Süfyanının ifşası noktasında Risale-i Nur dan birtakım kısa parçalar ve düşündürücü hakikatler cihetiyle mühim bazı ikazlardır.

Risalet-ün Nur”… öyle kökleşmiş ki, inşaallah hiçbir kuvvet Anadolu'nun sinesinden onu çıkaramaz. (sikke-i tasdik-i gaybi) Haşiye: Nurlara olan taarruzların bir zararı olsa yirmi faydası vardır. Elbette yirmi kazanca karşı bir zarar hiç hükmündedir. Taarruzlar          ancak ve ancak Nur'un neşriyat ve fütuhatının genişlemesine, inkişafına sebeptir ve Millet-i İslâmiye nazarında itimat ve emniyet kazanmasına medardır. Risale-i Nur'un Anadolu genişliğinde ve Âlem-iİslâm vüs'atında ve Avrupa ve Amerika çapındaki maddî ve manevî tesirat ve fütuhatına ve neşriyatına şahid olan İslâmiyet düşmanları yine bazı taarruzlar yapmışlar. Aldığımız haberlere göre bu taarruzlardan sonra, hususan şark vilâyetlerinde, eskisine nazaran Nur'un fütuhatı on gün içinde on misli fazlalaşmış. Hem böylelikle halkın nazar-ı dikkati Risale-i Nur'a ve üstadımıza çevrilmiş, uyuyanlar uyanmış, tenbeller harekete gelmiş, ihtiyatsızlar ihtiyata muvaffak olmuşlardır. Bu acı taarruzlar gelip geçici olmakla beraber, sırf bir korku ve evham yaymak kasdiyle yapılan vesileler ve desiseli manevralardır. Ahmak din düşmanları güya Nur Talebelerini korkutmak sevdasiyle resmî kimseleri aldatıp tahrik ve âlet etmeye çalışıyorlar. Acaba o gâfiller bilmiyorlar mı ki bizler Nur'un talebeleriyiz.. Dinsizlerin, masonların, komünistlerin    mâhiyeti    gayet derecede zayıftır. Zâhiren kuvvetli gibi görünmeleri serseri bir çocuğun   bir haneyi bir kibritle   mahvetmesi gibi tahribatla iş görmelerindendir. Evet,  onlar son derece zayıftırlar;    çünkü, bir serçe kuşu kadar   iktidarı olmayan    kendi    varlıklarına güvenirler. Hem  son  derece   zillet,  meskenet ve  aşağılık içindedirler;  çünkü, insanlara kul köle olup  onlara mürailik,    riyakârlık      ve     dalkavukluk ediyorlar.

                                                                                                                                

                                                                                                          (Tarihçe 690)

 

 

Risale-i Nur'a hücum edilmez. O doğrudan doğruya Kur'ân'a bağlanmış. Ve Kur'ân dahi Arş-ı Âzamla  bağlıdır.  Kimin haddi var, elini oraya uzatsın, o kuvvetli ipleri çözsün? (şualar 14.)

 

Risale-i Nur ile mübareze edilmez. Onu gören bütün ulemâ-i İslâm Kur'ân'ın gayet hakikatli bir tefsiri, yani hakikatlerinin kuvvetli hüccetleri ve bu asırda bir mucize-i mâneviyesi ve şimalden gelen tehlikelere karşı bu millet ve bu vatanın bir kuvvetli seddi olduğunu...    (şualar 14.)

 

Risale-i Nur eczaları, bütün mühim hakaik-i imaniye ve Kur'âniyeyi, hattâ en muannide karşı dahi parlak bir surette ispatı, çok kuvvetli bir işaret-i gaybiye ve bir inâyet-i İlâhiyedir. (mektubat 28.mektup)

 

Risale-i Nur doğrudan doğruya Kuran’ın bahir bir bürhanı ve kuvvetli bir tefsiri ve parlak bir lem’a-i icaz-ı maneviyesi. (şualar)

Lillâhilhamd, Risaletü'n Nur, bu asrı belki* gelen istikbali tenvir edebilir bir mucize-i Kur'âniye… (Kastamonu lahikası)

 

Risale-i Nur'un mesleği, sair tarikatlar, meslekler gibi mağlûp olmayarak, belki* galebe ederek pek çokmuannidleri imana getirmesi.. (Emirdağ.1)

 

*Belki nin Osmanlıca da manası :şüphesiz, kesinlikle demektir.Naşirler

 

 Birden ruhuma gelmiş bir endişeyi beyan ediyorum.

Ehl-i dalâlet, Risale-i Nur'un elmas kılıçlarına mukabele edemedikleri için, şakirtleri içinde, derd-i maişet cihetinden ve bahar mevsimi gafletinden istifade ederek, meşrepler veya hissiyatları muhalefetinden zayıf damarları bulup, şakirtleri içindeki tesanüdü sarsmak istediklerini hissettim ve anladım. Sakın, çok dikkat ediniz, içinize bir mübayenet düşmesin. (Kastamonu L.)

 

Hem nasıl ki bir fabrikanın çarkları birbiriyle rekabetkârâne uğraşmaz, birbirinin önüne tekaddüm edip tahakküm etmez, birbirinin kusurunu görerek tenkit edip, sa'ye şevkini kırıp atâlete uğratmaz. Belki bütün istidatlarıyla birbirinin hareketini umumî maksada tevcih etmek için yardım ederler; hakikî bir tesanüd, bir ittifakla gaye-i hilkatlerine yürürler.

Eğer zerre miktar bir taarruz, bir tahakküm karışsa, o fabrikayı karıştıracak, neticesiz, akîm bırakacak. Fabrika sahibi de o fabrikayı bütün bütün kırıp dağıtacak.                                                                            (Lemalar 21.lema)*

 

 

   *Hilafet vazifesi yapan Risale-i Nur’un şahsı manevisi içerisinde beliren süfyan muhakkak mugayyebatı hamseden olan kıyametin kafirler üzerine kopmasına sebep olacaktır.(naşirler)

   

 

 Sakın birbirinizden gücenmeyiniz ve tenkit etmeyiniz. Yoksa az bir zaaf gösterseniz, ehl-i nifak istifade edipsizlere büyük zarar verebilirler.    

                                                                                                        (Kastamonu L.)

  

Risale-i Nur'un hizmetine hasr-ı vakit eden rükünlere ve çalışanlara zekâtla yardım etmek de Risale-i Nur'a bir nevi hizmettir.Hem yardım edilmeli. Fakat hırs ve tamah ve lisan-ı hal ile istemek olmamalı. Yoksa, ehl-i dalâlet ki, hırs ve tamah yolunda dinini feda etmiş; onlar nazarında kıyas-ı binnefs cihetiyle, "Risale-i Nur'un bir kısım şakirtleri dahi, dinini dünyaya âlet ediyorlar" diye çirkin bir ithamla taarruzlarına meydan açar. (Kastamonu L.)

  

 Çünkü, Risale-i Nur ve hakiki şakirtleri, elli sene sonra gelen nesl-i âtiye gayet büyük bir hizmet ve onları büyük bir vartadan ve millet ve vatanı büyük bir tehlikeden kurtarmaya çalışıyorlar. (Emirdağ L.1)

  

Biz birbirimizden ayrılmak zamanı yakın olması cihetiyle, sıkıntıdan neş'et eden gerginlikler ve kusurlar yüzünden İhlâs Risalesinin düsturları muhafaza edilmediğinden, siz birbirinizle tamam helâlleşmek lâzımdır ve zarurîdir. Siz, birbirinize en fedakâr, nesebî kardeşten daha ziyade kardeşsiniz. Kardeş ise, kardeşinin kusurunu örter, unutur ve affeder. Ben burada hilâf-ı me'mul ihtilafınızı ve enâniyet’inizi nefs-i emmâreye vermiyorum ve Risale-i Nur şakirtlerine yakıştıramıyorum… (şualar 13.şua)

   

Gariptir ki, en ziyade lehime çalışması lâzım olan bazı vazifedarlar, aleyhimde istimal ve istihdam edildi. Nurcular, çok ihtiyat ve dikkat ve temkinde bulunmaları lâzımdır. Çünkü, mânevî fırtınalar var; bazı dessas münafıklar her tarafa sokulur. İstibdad-ı mutlaka dinsizcesine taraftarken, hürriyet fırkasına girer, tâ onları bozsun ve esrarlarını bilsin, ifşa etsin.       

                                                                                                             (Emirdağ L)

 

1.Karine:Risale-i Nur   Anadolu’nun       sinesinden çıkmayacaktır. Kökleşmiş ,yerleşmiş, halkın milletin değeridir.Zamanında bu necib milletin 600 bin Risaleyi elle yazdığını hizbüşşeytan’ın reisi Süfyaniyye çok iyi bilmekte.

 

2:Karine: Bütün mühim hakaik-i imaniyeyi en muannid zındıklara bile ispat eden Risale-i Nur’la mübareze edilmez. Hücum edilmez. Karşısına geçilip saldırılsa daha ziyade intişar eder. Gaybi işaretler taşıyan bir inayet-i ilahiyedir. Kur’an ın mücize-i maneviyesi dir. Hakiki bir tefsiridir. İcaz-ı maneviyesi dir.

 

 Mühim bir ihtar: Madem hakikat-i hal böyledir. Risale-i Nurun düşmanları öyle bir plan yapmalıdırlar ki kaleyi içten fethetsinler. O da ancak kendi içlerinden birini vazifeli kılarak nura dost talebe elbisesine büründürerek ve ekser nurcuların güvenlerini zenginliği ve bir takım nefse hoş gelen icraatlarıyla kazanmaya çalışarak bilakis zahirde nura büyük bir hizmet yapılıyormuş izlenimi vererek (hakikatte ise nura çok büyük darbe vurarak) iş yapmalarıyla mümkün olacaktır. Aya zannediyor musunuz ki düşman yenilmiş yok olup gitmiş. Zannınız hatadır büyük yanlıştır.su uyur düşman uyumaz. Dikkat ediniz düşmanlarınız dost elbisesine bürünmüş sizinle aynı sofraya oturuyor. Basiretiniz mi kapanmış. Uyan ey kalp ey vicdan kurt gövdeyi kemiriyor geniş bir tedavi zamanıdır. Tabibin Risale-i Nur dur.

 

 3.Karine: Sair tarikatlar ve meslekler bu asrın ihtiyaçlarına karşılık verememişler.Mağlup olmuş manevi cihad sahasında geri çekilmişlerdir. Risale-i Nur ise mağlup olmuyor. Ayakta kalıyor. Şakirtleri eşeddi zülüm açlık, idam gibi desiselerle aldatılamıyor.

 

4.Karine: Üstad-ül Muhteremin endişesi dalaletin kıramadığı elmas kılınçların tesanüdün sarsılması ile körlenmesi ve içlerine mübayenet giren şakirtlerin kuvve-i maneviyesinin sarsılmasıdır. Süfyanın elindeki tek silah budur ve bu mevzuda tahşidat yapacaktır.

 

5.KarineTesanüddeki ufak bir zaaf ehl-i nifak reislerinin arzusudur. Çok istifade edeceklerini bilirler.

 

6.Karine: Zekat ve maddi yardım hususunda hırs ve tama yoluyla dinini feda edercesine ahmaklaşmak ehl-i dalaletin elinde önemli bir koz olur. Nurcular dini dünyaya alet ediyorlar nevinden beliren bir taarruz müdhiş zararlar verecektirSüfyan bu mevzuda da tetiktedir.

 

7.Karineİhtilaf, enaniyyet ve guruplaşma ve üstadımızın sağlığında dahi beliren ihlas düsturlarından sapmaRisale-i Nur şakirtlerine yakışmaz. Bunlara sabebiyet verenler “NURCU” olamazlar. Dahası:[“Cahil dost düşman kadar zarar verebilir.”] (muhekemat 51)

 

“Evet, yol iki görünüyor. Cadde-i kübrâ-yı Kur’âniye olan şu mesleğimizden şimdi ayrılanlar, bize düşman olan dinsizlik kuvvetine bilmeyerek yardım etmek ihtimali var.” (ihlas risalesi)

  

Meslekten ayrılanlar madem dinsizliğe hizmet ediyorlar,bu Süfyan için kaçırılmaz bir fırsattır. Bu yolu denemenin en kolay şekilde suret-i haktan gözüküp imkan kollayıp Nur Dairesinin içine hulul etmektir.

 

8.Karine: ”Gariptir ki en ziyade lehime çalışması lazım olan bazı vazife darlar aleyhimde istimal edildi.” Cümlesiyle belki haslar hamiler erkanlar ve varislerin dikkati çekilmekle beraber “Manevi fırtınalar var, bazı DESSAS münafıklar her tarafa sokulur…” ikazıyla ve devamıyla mühim bir düstur “Nur talebelerine atfen Risale-i Nurun manevi cihetinden hatırlatılıyor. Süfyanın istidraci harikalar- la mücehhez oluşuna, ahkam-i kala-i Kuraniye nin (nur dairesi) kapısını içerden açma-açtır-ma noktasındaki olası gayretine ve bir derece muvaffakiyetine dikkat çekiliyor.

 

*Risalet-ün Nur ihtarat’ına devam ediyor.

   “Evet, eğer mesleğimiz şeyhlik olsaydı, makam bir olurdu veyahut mahdut makamlar bulunurdu. O makama müteaddit istidatlar namzet olurdu. Gıpta kârâne bir hodgâmlık olabilirdi. Fakat mesleğimiz uhuvvettir. Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz. Uhuvvetteki makam geniştir; gıpta kârâne müzâhameye medar olamaz. Olsa olsa, kardeş kardeşe muavin ve zahîr olur, hizmetini tekmil eder.”

“Zaten mesleğimizin esası uhuvvettir. Peder ile evlât, şeyh ile mürid mâbeynindeki vasıta değildir. Belki hakikî kardeşlik vasıtalarıdır. Olsa olsa bir üstadlık ortaya girer.”                                                               (ihlas risalesi)

 

“hem Nur mesleğinde benlik ve gösteriş bir nevi şöhretperestlik, merdud olduğundan, bu enaniyet zamanındainsanlara kendini satmaya çalışmak ve beğendirmek, bir anda Nur şakirtleri böyle büyük bir imtiyaz gibi bu eserlerle meşhur mevkilere kendilerini göstermek bir nevi gösteriş olması cihetiyle, kader-i İlâhî, Nur şakirtlerini tam ihlâsın muhafazası için şimdilik müsaade etmiyor.”                                                                                          (Emirdağ L.1)

 

“Bu hasta ve gaddar ve bedbaht asrın belâ ve vebasından ve zulüm ve zulmetinden en mücerreb bir kurtarıcı,Risale-i Nur’un mizanları ve muvazeneleriyle, neşrettiği nur olduğunu kırk bin şahit vardır. Demek Risale-i Nur’un dâiresine yakın bulunanlar içine girmezse, tehlike ihtimali kavîdir.”                                                        (Kastamonu L.)                           

      Haşiye:                                                Mühim bir nokta

İslâm gaflet edip küstü. Hıristiyanlık dini fen ve medeniyeti kendine mal edip, iki silâhla galebe çaldı. Şimdi şarkta müthiş bir silâh imal ediliyorBunun hak kısmına sahip olmalı.* Yoksa yine küssek onu da Hıristiyanlık İslâmiyet aleyhinde istimal edecektir. Buna karşı dayanılmaz.

                                                                                                                                     

Rumuz risalesi

*yani esasatı nuriyye nazara veriliyor….

 

   Bu zaman, ehl-i hakikat için, şahsiyet ve enaniyet zamanı değil. Zaman, cemaat zamanıdır. cemaatten çıkan bir şahs-ı mânevî hükmeder ve dayanabilir. Büyük bir havuza sahip olmak için, bir buz parçası hükmündeki enaniyet ve şahsiyetini o havuza atmaktır ve eritmek gerektir.                   ( Kastamonu L.)

       

  Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u fıtrata muvafık hareket etmezse; hayırlı işlerde ve terakkide muvaffak olamaz. Bütün hareketi şerr ve tahrib hesabına geçer.                                          (Lemalar170)

        

    Şimdi en ziyade bizi ve nurları vurmak ve sarsmak için en fena plân, Nur talebelerini birbirinden soğutmak ve usandırmak ve meşreb ve fikir cihetinde birbirinden ayırmaktır.                                                           (şualar)

 

“Plân da budur: “Risale-i Nur talebeleri içinde tesanüdü bozmak.”

On sekiz seneden beri hakkımızda programları, has talebeleri bizden kaçırmak, soğutmak idi. Bu plânları akîm kaldı. Şimdi tesanüdü bozmak ve bazı menfaatperest, fakat ehl-i ilim ve ehl-i dinden, Risale-i Nur’un cereyanına karşı rakip çıkarmak suretiyle intişarına zarar vermeye çalışıyorlar**.

                                                                                                      ( Kastamonu L.)

 

**Bediüzzamanın ihbar ettiği Risale-i Nura Rakip çıkan ve Taklidi bir nurculukla, Tahkiki Nurculuğa zarar veren hangi cereyan vardır.Risale-i Nur Allahın ilmi ezelsinden gelen 33 ayet-i mübarekenin ve hadis-i şerifelerin haber verip müjdelediği bir kitaba kim nasıl rakip çıkabilir ve onu mağlup edebilir ki?

Madem Risale-i Nur mağlup olmayacak ve süfyaniyet bunu gayet iyi biliyor….

O halde planları Nur dairesi içine hulul edip, dost, kardeş, talebe şeklinde görünüp, kendilerini İslam ve iman hizmetine adayan iman talebelerinin hüsnü zan ve safiyetlerini istimal ederek güvenlerini kazanıp ve desteklerini de arkalarına alıp Risale-i Nur dairesini parçalayarak hizmetin aksaması ve bir adım ileri de Nur hizmetinin söndürülüp kıyametin kopmasına sebep olmaları ve amaçlarına ulaşmaları kaçınılmazdır.(naşirler)

Madem hakikat budur, Risale-i Nur dairesinin yakınında bulunan ehl-i ilim ve ehl-i tarikat ve sofî meşrep zatlar onun cereyanına girmek ve ilim ve tarikattan gelen eski sermayeleriyle ona kuvvet vermek ve genişlemesine çalışmak ve şakirtlerini teşvik etmek……Yoksa, Risale-i Nur’a karşı rakîbâne başka bir çığır açmakla hem o zarar eder, hem bu müstakim ve metin cadde-i Kur’âniyeye bilmeyerek zarar verir, zındıkaya bir nevi yardım olur.       

                                                                                                        (Kastamonu L.)

 

Zındıka adına faaliyet gösteren irtidatkar şahs-ı manevi ve ifsad komiteleri (mason şebekeleri) Risale-i Nur dairesi içine hulul etmeyi Nurculuk adına Rakibane çığır açmayı cemaat adına değil şahıs adına hareket etmeyi hatta bu uğurda ciz-i ve (muvakkat) irşadı dahi kabul etmeyi en evvel vazife telakki ettiler. Mevcut Süfyan bu şerait altında mücessemleşir. Hizbuşşeytanın diğer bir taaruzuda evvelde rahatlıkla mağlup ettiği ehl-i tarikat ve enaniyetli ehl-i ilmi siyaset ve hubb-u cah vartasıyla efkar-ı umumiyede fetvacılar güruhu şeklinde oluşturmakla oldu. Bundaki gaye-i asli ise Nur Talebelerinin bazılarını “siyaset” yılanıyla zehirleyip süfli kamu iletişim araçlarına tedenniye sebep anlamsız mülahazalara sürükleyip Risale-i Nurun inkişafından ve birliğinden uzaklaştırmaktı.

 

 

Risale-i Nur ihbaratına devam ediyor.

 sakın sakın dünya cereyanları, hususan siyaset cereyanları ve bilhassa hârice bakan cereyanlar, sizi tefrikaya atmasın; karşınızda ittihad etmiş dalâlet fırkalarına karşı sizi perişan etmesin,

         اَلْحُبُّ فِى اللّٰهِ وَ الْبُغْضُ فِى اللّٰهِ

düstur-u Rahmanî yerine,

         اَلْحُبُّ فِى السِّيَاسَةِ وَ الْبُغْضُ لِلسِّيَاسَةِ

düstur-u şeytanî hükmederek, melek gibi bir hakikat kardeşine adâvet ; ve hannas gibi bir siyaset arkadaşına muhabbet ve tarafdarlıkla zulmüne rıza gösterip, cinayetine mânen şerik eylemesin.                                             (T:H)

        

         Evet bu zamanda siyaset, kalbleri ifsad eder ve asabî ruhları azab içinde bırakır. Selâmet-i kalb ve istirahat-ı ruh isteyen adam, siyaseti bırakmalı.(K:L)

         Siyasetçi ekserce tam müttakî dindar olamaz. Tam ve hakikî dindar, müttakî olanlar, siyasetçi olmazlar.                                                      (Emirdağ)

Risale-i Nur’un siyasetle hiçbir alâkası bulunmadığını; mesle- ğimizin en büyük esasının ihlâs olduğunu, rıza-i İlâhîden başka hiçbir maksat ittihaz edilemeyeceğini, Nurun kuvvetinin işte bu olduğunu… (Tarihçe-i hayat)

     

Biz Risale-i Nur şakirtleri Risale-i Nur’u, değil dünya cereyanlarına belki kainata da alet edemeyiz.

        Hem kuran bizi siyasetten şiddetle men etmiş. Evet, Risale-i Nur’un vazifesi ise, hayat-ı ebediyeyi mahveden ve hayat-ı dünyeviyeyi de dehşetli bir zehire çeviren küfr-ü mutlaka karşı, imanî olan hakikatlariyla gayet kat’i ve en mütemerrit zındık filozofları da imana getiren kuvvetli burhanlarla Kur’ân’a hizmet etmektir. Onun için Risale-i Nur’u hiçbir şeye âlet edemeyiz. (tarihçe-i hayat)

     Risale-i Nur’un bir talebesini tecrübe ettim. Acaba bu heyecan, şimdiki siyasete karşı ne fikirdedir diye, Boğazlar hakkında bir boşboğazlığı münasebetiyle bir iki şey sordum. Baktım, alâkadarâne ve bilerek cevap verdi. Kalben, “Yazık!” dedim. “Bu vazife-i nuriyede zararı olacak.” Sonra şiddetle ikaz ettim.         اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَ السِّيَاسَةِ

bir düsturumuz vardır. Eğer insanlara acıyorsan, geçmiş düstur onlara merhamete liyakatini selb ediyor. Cennet adamlar istediği gibi, Cehennem de adam ister.

      Beşinci Şuânın yine kısmen verdiği haberler tezahür ediyor. Said Nursi (Emirdağ L.1,Tarihçe-i hayat) (haşiye)

 

[HaşiyeGariptir ki evvel kısımları tek cümleyle özetlemiştir. (naşirler)

En sevmediği şey siyasettir. 35 senedir bir gazeteyi eline almış değildir. Dünya şuûnu ile alâkasını kesmiştir. (Tarihçe-i Hayat)]

 

 ”Âlem-i İslâmın mukadderatıyla ciddî alakadar olan bu Cihan Harbinin dehşetli zamanlarında elli gün kadar (şimdi yedi seneden geçti; aynı hal devam ediyor. Hem ne soruyor ve ne de merak eder) hergün hizmetinizde bulunan bizlerden bir defacık sormadınız. Acaba bu büyük hadiseden daha büyük diğer bir hakikat mi hükmediyor ki, bunu ehemmiyetten iskat ediyor? Yahut onunla meşgul olmanın bir zararı mı var?” diye Üstadımızdan sorduk. O da:

El cevab: Diyor ki: Evet, bu Cihan Harbinden daha büyük bir hakikat ve daha âzam bir hadise hükmettiği için, şu Cihan Harbi ona nisbeten çok ehemmiyetsiz düşüyor. (gençlik rehberi)

Evet, bu zamanda merakla radyo vasıtasıyla ciddi alâkadarâne küre-i arzdaki boğuşmalara merak edip bakanlar, dikkat edenler, maddî ve manevî pek çok zararları vardır. Ya aklını dağıtır, mânevî bir divane olur; ya kalbini dağıtır, manevî bir dinsiz olur; ya fikrini dağıtır, mânevî bir ecnebî olur.  

                                                                                                       (Kastamonu L.)

    

“O geniş ve büyük dairede vazife az ve küçük olmakla beraber, câzibe darlık cihetiyle meraklıları kendiyle meşgul eder, hakikî ve büyük vazifelerini onlara unutturur veya noksan bıraktırır. Hem her halde bir tarafgirlik meylini verir, zâlimlerin zulümlerini hoş görür, şerik olur.

     Hem iman ve hakikat noktasında, bu çeşit merakların büyük zararları var. Çünkü gaflet verecek ve dünyaya boğduracak ve hakikî vazife-i insaniyeti ve âhireti unutturacak olan en geniş daire ise siyaset dairesidir. (Emirdağ L.)

   Evet, Nurcular, siyasetlerle alâkaları olmaz… Şimdiye kadar gizli komiteden, siyaseti dinsizliğe ve zındıkaya âlet edenler, istibdad-ı mutlakla Nurcuları ezdiler. İnşaallah, bir sebep çıkar o istibdadı kıracak, mâsum ve mazlum Nurcuları kurtaracak. Fakat çok dikkat ve ihtiyat lâzımdır. Risale-i Nur, dünyada her cereyanın fevkinde bulunması ve umumun malı olması cihetiyle, bir tarafa tâbi ve dahil olmaz.Belki mütecaviz dinsizlere karşı haklı tarafa yardımcı olur ve dost olur ve ihtiyat kuvveti hükmünde onlara bir nokta-i istinat olur. Fakat siyaset hesabına değil, belki Nur’ların intişarı ve maslahatı hesabına, bazı kardeşler, Nurlar namına değil, belki kendi şahısları namına girebilir.                                                                                              (Emirdağ L.)

 

Biz Risale-i Nur şakirtleri dünyaya çok ehemmiyet vermediğimizden, dünyaya yalnız Risale-i Nur için baktığımızdan…                     (Emirdağ L.)

  

 

 Mezkur Süfyaniyye; 5.Şua’nın verdiği gaybi işaretlerin ve bizzat Risale-i Nur’un hizmetle müteallik cüzlerinde ve Bediüzzamanın şiddetli ikazlarında ve bazı kısımlarını buraya derc ettiğimiz lahika mektuplarında aşikar fehmedildiği gibi en cesim kuvvetini “Nur dairesinin” içine hulul etmekte kullanmış ve kısmen başarılı olmuştur.Mağlup edemeyeceği azim bir mucize–i maneviye yi zahirde dost ve taraftar görünerek çökertebileceğinin farkına varmış ve bu desisesine şiddetle çalışmıştır. Hatta suret-i haktan gözüktüğünden; cüz-i ve riyakarca da olsa Risale-i nur’u tebe-i olarak istimal etmekle muvakkat yada kontrollü bir irşadı dahi göze almıştır. Ehl-i hakka taraftar gözükmekle kendi zaviyesinde zarar gibi beliren bu cüz-i irşada mukabil ehemmiyetli bir İslam sermayesini (maddiyat ve gençlik) kontrol altına almış vicdanlarından bağlamış afyonize etmiştir.

“Hile ve fitne, perde altında kaldıkça tesir eder, Zahire çıkmakla iflas eder, kuvveti söner.” (hutuvat-ı sitte)

 

Haşiyecik: Bunun için, binüçyüz sene zarfında emr-i Peygamberîyle bütün ümmet o fitneden istiaze etmiş, azab-ı kabirden sonra

مِنْ فِتْنَةِ الدَّجَّالِ وَ مِنْ فِتْنَةِ آخِرِ الزَّمَانِvird-i ümmet olmuş.(şualar 584)

       

  Ey birader! Düşman hariçte olsa, insan silâhsız o düşmanla geçinebilir. Fakat düşman kal’a içine girse ve gizlense, o vakit o düşmana karşı silâhlanmak, zırh giymek ve gayet dikkat etmek, hem pek ciddî sebat etmek lâzımdır. Tâ ki hayat-ı ebediyesini hafî darbelerden kurtarabilsin. (N. İlk kapısı 143)

        

   Hiç hile karışması mümkün müdür? Kellâ! اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحَىEvet hak aldatmaz, hakikatbîn aldanmaz. Hak olan mesleği, hileden müstağnidir; hakikatbîn gözüne hayalin ne haddi var ki, hakikat görünsün, aldatsın…

                                                                                                   (N.ilk kapısı 129)

 

 

Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin duası

 Allah kimseyi şaşırtmasın, şaşırtırsa süründürmesin, süründürürse çektirmesin, çektirirse rezil etmesin, rezil ederse perişan etmesin, perişan ederse sersem âvâre etmesin. AMİN AMİN AMİN… (hutuvat-ı sitte)

 

Hal aldatıyor… Aldanmayınız. İstikbal hesabına konuşuyor… Öyle dinleyiniz. (münazarat)

 

S - Neden bunların umumuna fena diyorsun? Halbuki hayırhâhımız gibi görünüyorlar.

C - Hiçbir müfsid ben müfsidim demezDaima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür…Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz…mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalb de saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz.

S - Neden hüsn-ü zannımıza su-i zan edersin?…

C - Evet, hakkı tanıyan, hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmez. Zira, hakkın hatırı âlidir; hiçbir hatıra fedâ edilmemek gerektir. Fakat şu hüsn-ü zannınızı kabul etmem. Zira bir müfside, bir dessasa hüsn-ü zan edebilirsiniz(haşiye) Delil ve âkıbete bakınız.

 

Haşiye:O da cinayet-i ekber olur. (naşirler)

 

S - Nasıl anlayacağız? Biz câhiliz, sizin gibi ehl-i ilmi taklit ederiz.

C - Çendan cahilsiniz, fakat âkılsınız. Hanginizle zebib, yani üzümü paylaşsam, zekâvetiyle bana hile edebilir. Demek cehliniz özür değil. İşte, müştebih ağaçları gösteren semereleridir. Öyleyse, benim ve onların fikirlerimizin neticelerine bakınız. (münazarat)

 

Hem sen, bir cemaatin hasenatını tutuyorsun. O hasenatı, müteneffiz bir şahsa vermekle, tefer’una vasıta ve vesile oluyorsun. Belki, Allah’ın malını ve ef’alini, esbaba ve tağutlara taksim ediyorsun. (nurun ilk kapısı)

 

Sabık bölüm ve mezkur satırlardaki dehşetli hakikatlere izahat getirmeyi hakikat mesleği nokta-i nazarınca israf görüyoruz.Yalnız hikmet-i ehli bizi dinlesin. *(naşirler)

       

  Elcevab: Usûl-ü şeriatın kaide-i mühimmesindendir:  اَلرَّاضِى بِالضَّرَرِ لاَ يُنْظَرُ لَهُ

 Yani: “Bilerek zarara razı olana şefkat edip lehinde bakılmaz.” İşte ben çendan Kur’an-ı Hakîm’in kuvvetine istinaden dava ediyorum ki: “Çok alçak olmamak ve yılan gibi dalalet zehirini serpmekle telezzüz etmemek şartıyla, en mütemerrid bir dinsizi, birkaç saat zarfında ikna etmezsem de, ilzam etmeye hazırım.” Fakat nihayet derecede alçaklığa düşmüş bir vicdan ki, bilerek dinini dünyaya satar ve bilerek hakikat elmaslarını pis, muzır şişe parçalarına mübadele eder derecede münafıklığa girmiş insan suretindeki yılanlara hakaiki söylemek; hakaike karşı bir hürmetsizliktir.  كَتَعْلِيقِ الدُّرَرِ فِى اَعْنَاقِ الْبَقَرِ

(mealen öküzün boynuna inci takmak)darb-ı meseli gibi oluyor.

          Çünkü bu işleri yapanlar, kaç defa hakikati Risale-i Nur’dan işittiler. Ve bilerek, hakikatleri zındıka dalâletlerine karşı çürütmek istiyorlar. Böyleler, yılan gibi zehirden lezzet alıyorlar.                                 (mektubat.28.mektup)

  

 

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, rehberimiz ferman etmiş ki:  كُلُّبِدْعَةٍضَلاَلَةٌوَكُلُّضَلاَلَةٍفِىالنَّارِ Acaba bu ferman-ı kat’îye karşı ülema-üs sû’ tabirine lâyık bazı bedbahtlar hangi maslahatı buluyorlar, hangi fetvayı veriyorlar ki;* lüzumsuz, zararlı bir surette şeair-i İslâmiyenin bedihiyatına karşı geliyorlar; tebdili kabil görüyorlar? Olsa olsa, muvakkat bir cilve-i manadan gelen bir intibah-ı muvakkat, o ülema-i sû’u aldatmıştır.(M:396)

 

 *namaz, başörtüsü, kurban, Avrupa sevdası vb. (naşirler)

 

“”Evvel-i dünyadan kıyamete kadar ulum-u esrar-ı mühimme bize meşhud derecesinde inkişaf etmiş, kim ne isterse sorsun, sözümüze şüphe edenler zelil olur.”                                                                                            (18.lem’a)

 

“”Kim saadete mazhar ise… Said ise… şaki değilse… o İsm-i Âzam onun boynunda mübarek bir gerdanlık hükmünde bir nüsha olur.” . (18.lem’a)

 

“”O bid’a lar ve acemî ve ecnebi hurufunun intişarı zamanı olan o ahirzamanın fena adamları bir kısım ülemaü’s-su’dur ki; hırs sebebiyle batınlarını haramla doldurmak için bid’alara yardım ve fetva verenlerdir.”

                                                                                                                                          (18.lem’a)

 

   

 Yani: “İşte Risale-i Nur’un sözleri hurufları ki, onlara işaretler eyledik. Sen onların hassalarını topla ve manalarını tahkik eyle. Bütün hayır ve saadet, onlarla tamam olur.” der. “Hurufların manalarını tahkik et.” karinesiyle manayı ifade etmeyen hecaî    harfler murad olmayıp, belki     kelimeler   manasındaki   “Sözler” namıyla    risaleler        muraddır.                                  

 

                                                                                                                                 (Şualar:298)

         İ’lem ey din âlimi! (*) Ücretim az, ilmime rağbet yok, diye mahzun olma. Çünki mükâfat-ı dünyeviye ihtiyaca bakar, kıymet-i zâtiyeye bakmaz. Meziyet-i zâtiye ise mükâfat-ı uhreviyeye nâzırdır. (*): Ehemmiyetlidir.

         Öyle ise, zâtî olan meziyetini mükâfat-ı uhreviyeye sakla, birkaç kuruşluk dünya metaına satma.

         İ’lem ey hitabet-i umumiye sıfatı ile gazete lisanıyla konferans veren muharrir! Sen, kendi nefsini aşağı göstermeye ve nedamet ederek kusurlarını ilân etmeye hakkın var. Fakat şeair-i İslâmiyeye zıd ve muhalif olan herzeler ile İslâmiyeti lekelendirmeğe kat’iyyen hakkın yoktur.

         Seni kim tevkil etmiştir? Fetvayı nereden alıyorsun? Hangi hakka binaen milletin namına, ümmetin hesabına İslâmiyet hakkında hezeyanları savurarak dalaletini neşr ve ilân ediyorsun? Milleti, ümmeti kendin gibi dâll zannetme. Dalaletini kime satıyorsun? Burası İslâmiyet memleketidir, Yahudi memleketi değildir. Cumhur-u mü’minînin kabul etmediği bir şeyin gazete ile ilânı, milleti dalalete davettir, hukuk-u ümmete tecavüzdür. Bir adamın hukukuna tecavüze cevaz-ı kanunî olmadığı halde, koca bir milletin belki âlem-i İslâmın hukukuna hangi cesarete binaen tecavüz ediyorsun? Ağzını kapat!..

                                                                                                                             

                                                                                                            (mesnevi-89)

        

 

bu zamanın fitnesi en büyük bir fitne olduğundan hem müteaddit hadiseler hem çok işarat-ı Kuraniye aynı tarihiyle haber veriyorlar. (şualar)

     

O zamanın en fenası ulemanın fenasıdır.Yani dalaletin en fenası ülema-is sü’i namı altındaki bir kısım bedbaht kisve-i ülemada dinini dünyaya satmış adamlardan gelir. Ben bu noktaya binaen derim ki: Hangi ulema var ki; ezan-ı Muhammediyyeyi beğenmeyip ezan yerine bir şarkıyı kabul etsin.” (Rumuzat-ı semaniyye)

 

Kim ona (deccal-süfyan cereyanına) iman edip tabi olur ve onu tasdik ederse artık onun geçmiş hiçbir Salih ameli ona menfaat vermeyecektir…Ve her kim onu tekzib edip yalanlarsa onun geçmiş günahlarının hiçbirisinden muaheze edilmeyecektir.”

                                                                          (risale-i nurun kudsi kaynakları)

 

uyarınca ulema-i sü-i ve zamanımızın süfyaniyeleri sabık devrin malum büyüğünü mason komitesi nin boyunduruğu altında zillet içinde destekleyecektir.

 

O bedbahtlar, bazı ehl-i imanın (imanları beraber olduğu halde) ve bir kısım ehl-i ilmin (âhireti tam bildikleri halde) onlara iltihak delâletiyle, bilerek ve severek hayat-ı dünyeviyeyi dine ve âhirete, yani elması tanıdığı ve bulduğu halde beş paralık şişeyi ona tercih etmek gibi sefahet-i hayatı, dinî hissiyata muannidâne tercih edip dinsizlikle iftihar ederler.”

 

Bu cümlenin bu asra bir hususiyeti var. Çünkü hiçbir asır böyle bir tarzı göstermemiş. Sair asırlarda o ehl-i dalâlet âhireti bilmiyor ve inkâr ediyor. Elması elmas bilmiyor, dünyayı tercih ediyor. (şualar 1.şu’a)

 

 

1417 hicri (1996-1997) (bir cihetle 28 şubat) tarihinde saklandığı perdesinden muvakkaten çıkan ve şeriat-ı garraya kasden, taammüden saldıran, süfyana biat’ını yenileyen ve tavzihil mesail olan Risalet-ün Nur’un değerini ehl-i vicdan nazarında düşürmeye çalışan süfyanı ve bin başlı işbirlikçilerine karşı ehl-i hamiyeti teşçi ve vikaye etmek ve olası sol iktidarı engellemek adına Rahmet-i ilahiye 17 Ağustos 99’da umumi bir musibete fetva verdi.Risale-i Nur bu tür kader-i ilahi noktasındaki ikazatıyla dikkat çeker.

  

 “Umumi musibet,ekseriyetin hatasından ileri gelmesi cihetiyle, ekser nasın o zalim eşhasın harekatına fiilen veya iltizamen veya iltihaken taraftar olmasıyla manen iştirak eder,musibet-i ammeye sebebiyet verir.” (sözler)

 

    Bu suretle, ekall-i kalîl olan ehl-i dalâlet ve tuğyan, safdil taraftarla ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatâsına terettüp eden musibet-i âmmenin devamına ve idamesine, belki teşdidine kader-i İlâhiyeye fetva verirler; “Biz buna müstehakız” derler. (Kastamonu L.)

 

ona beraatler ve serbestiyetler verildiği zaman belâların def edilmesi, ona hücum edildiği zaman belâların gelmesi yüz haadisesi var ki, bazan zelzele ve fırtınalarla kaydedildiği gibi, bu defa da hayatımda görmediğim tahtessıfır on sekiz dereceye yakın bir soğuk, taarruz ve taharrînin aynı vaktinde geldi. (Emirdağ L.2)

 

   Size ihtar ediyorum: Kur’ân’a dayanan Risale-i Nur ile mübareze etmeyiniz. O mağlûp olmaz, bu memlekete yazık olur(haşiye)

 

Haşiye: Dört defa mübareze zamanında gelen dehşetli zelzeleler, “Yazık olur” hükmünü ispat ettiler. (şualar 14.şua)

   

  Gibi pek çok ifadeler Risale-i Nur ile mübarezenin ve hizmetindeki tevakkuf un musibetlere sebep olacağının ve 1417 senesinin (1996-97) ehemmiyetinin ve ülke tarihinin en büyük felaketi (99) depreminin işaretleri ile ilgilidir. Nitekim Risale-i Nur diyor:

 

“Aziz kardeşlerim, siz kat’î biliniz ki, Risale-i Nur ve şakirtlerinin meşgul oldukları vazife, rû-yi zemindeki bütün muazzam mesâilden daha büyüktür.” (Emirdağ L.1)

 

 Sual-i Mühimme: Mevcud yıllarda ve günümüzde de Risale-i Nur’u okuyan Bediüzzaman’ı tanıyan ehemmiyetli bir kitle var, bunlar Nur’a dost değiller miydi, hepten mi riyakarlardı, toplumda Risale-i Nur bu kadar tanınmışken musibet-i amme’ye kader fetva verdi?

 

El cevabevvelaNur’a dostluğun ana ve olmazsa olmaz şartı haksızlığa bid’alara ve dalalete kalben dahi taraftar olmasın, kebair işlemesin.

“ekberü’l kebâir ve mûbikat-ı seb’a tâbir edilen günahlar yedidir: Katl, zina, şarap, ukuk-u vâlideyn (yani kat-ı sıla-i rahim), kumar, yalancı şehadetlik, dine zarar verecek bid’alara taraftar olmaktır.” (Barla L.)

 

Saniyen: bazı kardeşlerimizin, lüzumsuz, talebeliğini inkar, hususan (…) eskide ehemmiyetli kendi hizmet-i Nuriyelerini lüzumsuz setretmeleri… (şualar)..

 

bu Cuma gününde mühim bir hizb okurken siz hatıra geldiniz.” bu musibetten kurtulmak için ne yapacağız?” lisan-ı hal ile dediniz. Benim kalbime bu geldi: sıkı bir TESANÜD le el ele omuz omuza veriniz. Çünki birbirinden ve Risale-i Nur dan ve benden çekinmek ve İNKAR etmek ve bizi ezmek isteyen gizli kuvvete dalkavukluk etmek gibi tedbirleri yapanların zarardan başka hiçbir menfaatleri yoktur. Sizi temin ederim ki eğer bilseydim ki benden teberi etmekle kurtulacaksınız. Beni tahkir ve ihanet ve gıybet etmeğe izin verip helal ederdim. Fakat bizi ezmek isteyen gizili kuvvet sizi biliyor aldanmıyor zaafınızdan teberinizden cesaret alır, daha ziyade ezer. (tarihçe-i hayat)

 

Küfrün mahiyeti yalandır. İmanın mahiyeti sıdktır. (münazarat)

 

Evet sıdk ve doğruluk İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyesinde ukde-i hayatiyesidir. Riyakârlık, fiilî bir nevi yalancılıktır. Dalkavukluk ve tasannu, alçakça bir yalancılıktır. Nifak ve münafıklık, muzır bir yalancılıktır. Yalancılık ise, Sâni-i Zülcelâlin kudretine iftira etmektir. Küfür, bütün envâıyla kizbdir, yalancılıktır. İman sıdktır, doğruluktur… Evet, her söylediğin doğru olmalı; fakat her doğruyu söylemek doğru değil. Bazan zarar verse sükût etmek… Yoksa yalana hiç fetva yok.                                                                                              (hutbe-i şamiye)

  

Tarîk-i Muhammedî (aleyhissalâtü vesselâm) şüphe ve hileden münezzeh olduğundan, şüphe ve hileyi ima eden gizlemekten de müstağnidir. Hem o derece azîm ve geniş ve muhit bir hakikat, bahusus bu zaman ehline karşı hiçbir cihetle saklanmaz. Bahr-i umman nasıl bir destide saklanacak?… İhfâ ve havf riyadandır. Farzda riya yoktur. Bu zamanın en büyük farz vazifesi ittihad-ı İslâmdır.  *Ey bedbahtlar muvazzaf farz olan emri marufu hangi akla istinaden örttünüz. Manevi seferberlikte kardeşlerinize ihanet ettiniz.Vebaliniz büyüktür.oysakizaman İslamiyet fedaisi olmak zamanıdır. [bu satırlarda bir derece manevi şatahat var ihvanlarımızdan kusurumuz için helallik isteriz. (naşirler)]

                                                                                                  (divan-ı harb-i örfi)

 

 

Haşiye:Kur’an’ın tilmizi ise, mütevazi, heyyin yani âsan ve leyyin, yani yumuşaktır. Fakat Fâtırının gayrına, daire-i izni haricinde tezellüle tenezzül etmez.                    (Nurun ilk.K:93)

 

Tarîk-ı gayr-ı meşru ile bir maksadı takib eden, galiben maksudunun zıddıyla ceza görür     H.Ş:118

 

 Salisen: “Vazifemiz hizmettir. Muvaffak olmak, insanlara kabul ettirmek, Cenab-ı Hakkın vazifesidir. Biz vazifemizi yapmakla mükellefiz. Sen orada, ‘Bu insanlar ne zaman Risale-i Nur’u dinleyecekler?’ diye ümitsizliğe düşme, merak etme. Kat’iyen bil ki, mele-i âlânın hadsiz sakinleri, bugün Risale-i Nur’u alkışlıyorlar. Onun için, hiç ehemmiyeti yok. Kıymet, kemiyette değil, keyfiyettedir. Bazan bir halis ve fedakâr talebe, bine mukabildir”

          (tarihçe-i hayat)

 

Hem müşteri aramaya da mecbur değiliz,müşteriler yalvarmalı.                          

                                                                                                        (Kastamonu L.)

  

Ey sevaba hırslı ve a’mâl-i uhreviyeye kanaatsiz insan! Bazı peygamberler gelmişler ki, mahdut birkaç kişiden başka ittibâ edenler olmadığı halde, yine o peygamberlik vazife-i kudsiyesinin hadsiz ücretini almışlar. Demek hüner, kesret-i etbâ’ ile değildir. Belki hüner, rıza-yı İlâhîyi kazanmakladır. Sen neci oluyorsun ki, böyle hırsla “Herkes beni dinlesin?” diye, vazifeni unutup vazife-i İlâhiyeye karışıyorsun?..                                             (lemalar 20 lem’a)

    

 Dehşetli ifadeleriyle üstad–ı hakiki ,ciddi, fedakar, sarsılmaz, her zaman muzaffer Nur talebelerinin en büyük hususiyetini ilan ediyor…

    Risale-i Nur talebeleri başkalarına benzemez onlarla uğraşılmaz,onlar mağlup olmazlar                                                                            (tarihçe-i hayat)

 

…Bu müthiş zamanda ve dehşetli düşmanlar mukabilinde ve şiddetli tazyikat karşısında ve savletli bid’alar, dalâletler içerisinde bizler gayet az ve zayıf ve fakir ve kuvvetsiz olduğumuz halde, gayet ağır ve büyük ve umumî ve kudsî bir vazife-i imaniye ve hizmet-i Kur’âniye omuzumuza ihsan-ı İlâhî tarafından konulmuş.                                                                                         (ihlas risalesi)

  

Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve mânevî ordusu, yalnız ihlâs ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahip olan bir kısım şakirtlerdir. Ne kadar da az da olsalar, mânen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar.      (Emirdağ L.)

 

Rabian:Risale-i Nur’un tanınması başkadır,hayatlarını Rıza-i bari yolunda Resullah’ın mucize-i maneviyye sine adanması başkadır. Hem süfyaniyenin (ispat edilmiştir meydandadır) mühim bir hilesi daha var.

     Risale-i Nur-un (…) galebesi, zındıkları şaşırttı. Fakat bazı mütemerrid ve muannid ve ölen herifin ruh-u habîsi hükmünde bazı zındıklar, o mağlûbiyete karşı gelmek fikriyle, baştan aşağı kadar Kur’ân ve Peygamber (a.s.m.) aleyhinde, fakat perde altında, aynen münazara-i şeytaniye bahsinde, hizbü’ş-şeytanın Peygamber (a.s.m.) ve Kur’ân hakkında mesleklerince söyledikleri tâbirâtı başka bir tarzda o zındık herif istimal etmiş…. bu İslâm ismi altındaki zındık… öyle bir tarzda gitmiş ve küfrünü gizlemeye çalışmış ki, şeytanette, şeytandan ileri gitmiş; beni çok müteessir etti

      Fakat binler teessüf ki, Risale-i Nur’u görmeyenlere kat’î zarar verdiği gibi, Risale-i Nur’u görenler de merak edip, “Acaba ne var?” demekle, sâfi kalblerini bulandırır. Lâakal, vesvese ve evham verir

Sakın ona ehemmiyet vermekle halkları meraklandırıp baktırılmasın. Belki ehemmiyetsiz, dinsizcesine, yalnız esmâ-i mübareke ve âyât-ı mübarekenin bazı meâli içinden hariç kalmak itibarıyla, ehemmiyetsiz bir paçavra dır bilinsin…                                                                                       (Kastamonu L.)

   Risaletü’n-Nur hakaik-i İslâmiyeye dair ihtiyaçlara kâfi geliyor, başka eserlere ihtiyaç bırakmıyor. Kat’î ve çok tecrübelerle anlaşılmış ki, imanı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve tahkikî yapmanın en kısa ve en kolay yolu Risaletü’n Nur’dadır. Evet, on beş sene yerine on beş haftada Risaletü’n Nur o yolu kestirir, iman-ı hakikîye isal eder…ben muhtaç olmadım. Elbette siz, yirmi derece daha ziyade muhtaç olmamak lâzım gelir. Hem madem ben sizlere kanaat ettim ve ediyorum, başkalara bakmıyorum, meşgul olmuyorum; siz dahi Risaletü’n-Nur’a kanaat etmeniz lâzımdır, belki bu zamanda elzemdir.

Hem şimdilik bazı ulemanın yeni eserlerinde meslek ve meşrep ayrı ve bid’atlara müsait gittiği için, Risaletü’n-Nur zındıkaya karşı hakaik-i imaniyeyi muhafazaya çalışması gibi, bid’ata karşı da huruf ve hatt-ı Kur’ânı muhafaza etmek bir vazifesi iken, has talebelerden birisi bilfiil huruf ve hatt-ı Kur’âniye’yi ders verdiği halde, sırrı bilinmez bir hevesle, huruf ve hatt-ı Kur’âniyeye, ilm-i din perdesinde tesirli bir surette darbe vuran bazı hocaların darbede istimal ettikleri eserleri almışlar. Haberim olmadan, dağda, şiddetli bir tarzda o has talebelere karşı bir gerginlik hissettim, sonra ikaz ettim. Elhamdülillâh ayıldılar. İnşaallah tamamen kurtuldular.                                 (Kastamonu L.)

 

Buraya kadar olan kısımda Risale-i Nurun beyan ettiği üzere “ Risalet-ün Nur’un hizmet düsturlarından zerre kadar sapma, tesanüd noktasında ki en ufak ihmal ve azami düstur olan ihlastaki hatiat Nur Cemaatinin basiret gözünü kapatabilir.Yoksa düşman ne kadar dehşetli sinsi ve kurnaz olsa cam parçalarını elmaslarada değişse haykırıyoruz ki:[”Risale-i Nurla mübareze edemezsiniz ve etmeyiniz. Onu mağlub edemezsiniz. Mübarezede millet ve vatana büyük zarar verirsiniz. Fakat şakirtlerini dağıtamazsınız.]                                        (şualar)

 

 

Dava-i Kuraniye-i Risale-i Nura Sahip Çıkacak

Vekiller Hakkında

  

 Eğer denilirse: ”Şimdi bütün talebelerin fevkinde diyerek değil, benim en yakınımda, hizmetimde olup bir derece tam tarz-ı hareketimi bilenler ve yakından görenler içinde, dört beş adamı mutlak vekil yapıyorum. Ben ölsem veya hayatta şuursuz kalsam, Nurlara karşı hizmetimin tarzını bilerek tam yapabilsinler.”                                                                                     (Emirdağ L.)

-sırrınca-

[“Bizim mutlak vekil nazarıyla baktığımız halen hayatta olan kemalata medar ağabeylerimiz vardır. Onar sizler gibi düşünmezler. Hem kısmen vebal altında görünüyorlar Bu mesele nin hallini isteriz?]

 

Pek çok vech-i var Fehmettiğimiz kadarını deriz:

 

1.Vecih: ”Hem benim şahsımın, hem Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsinin sermayesini, kendilerini Risale-i Nur’un hizmetine vakfedenlerin tayınlarına vermek, hususan nafakasını çıkara- mayanlara vermek lâzımdır.

 

Şimdiye kadar birkaç senedir tayınatları verilen Nur talebeleri, haslara malum olmuş. Ben de yanımda şimdi bulunan kardeşlerimi kendime vâris ve benim vazifemi yapmaya çalışmak lâzım. Tesanüdü de muhafaza etsinler.

                                                                                                          (Emirdağ L.2)

Bu vasiyetname benden sonra bâki kalan tayınat içinde de konulsun, tâ ki bazı insafsız insanlar “Bu Said günde beş on kuruşla yaşadığı ve kimseden para almadığı halde şimdiki mirası yüzer lira görünüyor, nerede buldu?” dememek için bu hakikati izhar etmek münasip olur.

Şimdi…… o düsturumun muhafaza edilmesini vasiyet ediyorum. (Emirdağ L.2.)

    

 Size hayatımda vefattan sonra elinize geçecek mânevî malımı ve hukukumu size vermeye ve             تَمُوتُوا اَنْ قَبْلَ مُوتُوا  sırrına binaen    ölümden evvel sizi bilfiil vâris yapmaya dair bir Nur şakirdi sordu ki: “Hikmet nedir? Sizi daha çok zaman aramızda görmek istiyoruz….

         

 Ben de dedim ki: Eğer vefattan sonra bu hakikî ve hakikatli vârislerin eline bu malım geçse, dünya malı gibi bir derece taksim olur; derecesine göre herbirisi maldan bir kısmına hakikî malik olur, umumuna mâlik olamaz. Fakat ölümden evvel vârislere verilse; emvâl-i uhrevî gibi, herbirisi umum o mala, o nur lâmbasına derecesine göre mâlik sayılır. Herbirisi küçük birer Said olur; bir nöbetçi yerine, binler nöbetçiler olur. Said’in, irsiyette yalnız binden bir hisse sahibi bir Nurcu olmaz, belki tam bir genç Said olur. (Emirdağ L.1.)

 

Hükmü teyid ediyoruz. Nur’un hamisiyiz varisiyiz. Bizmde reyimiz vardır. Hem risale-i Nur’un sahibiyiz. Kendimizi talebe biliyoruz. Bu vazifede istihdam ediliyoruz. Evet Nur’un varisi binlerdir.

“Talebeliğin hassası ve şartı şudur ki: Sözler’ (Risalet’ün Nur’u) kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini onun neşir ve hizmeti bilsin.”                                                                                       (mektubat)

 

Buna ilaveten:

   Ben burada inşaallah emanetçi olduğum Sözler’i inâyet-i Hakla ve duanız berekâtıyla lâyıklı kulaklara duyurabileceğimi ümit ediyorum. Üstadım, müsterih olunuz, bu Nurlar ayak altında kalamazlar. Onları Dellâl-ı Kur’ân’dan enzâr-ı cihana vaz eden Hâlık (Celle Celâluhu) bizim gibi kimsenin ümit ve tahayyül etmeyeceği âciz insanlarla bile neşir ve muhafaza ettirir. Bu işi ben sa’yimle, kudretimle kazandım diyen huddâm o gün görecekler ki, o mukaddes hizmet, zahiren ehliyetsiz görünen, hakikaten çok değerli diğerlerine devredilmiş olur kanaatindeyim. Bu sebeple oradaki kardeşlerimizden Risale-i Nur’la çok alâkadar olmalarını rica etmekteyim. (Hulusi-Barla L.)

     

    Risale-i Nur gerçi zahiren sizin eserinizdir, fakat nasılki Kur’an-ı Mübin Allah’ın kelâmı iken Seyyid-i Kâinat, Eşref-i Mahlukat Efendimiz nâsa tebliğe vasıta olmuştur, siz de bu asırda yine o Furkan-ı Azîm’in nurlarından bugünün karmakarışık sarhoş insanlarına emr-i Hak’la hitab ediyorsunuz. Öyle ise; O Hakîm-i Rahîm, size bu eseri yaptırtan, o Nurları ayak altında bıraktırmaz. Elbette ve elbette fânilerden belki de hiç ümid edilmediklerden sahibler, hâfızlar, ikinci üçüncü hattâ onuncu derecede mübelliğler, naşirler halk buyurur itikadındayım.

                                                                                                 (Hulusi-Barla L.)

 

 2.VecihRisale-i Nur uyarıyor; Perde altındaki düşmanımız münafıklar, şimdiye kadar yaptıkları gibi, adliyeyi ve siyaset ve idareyi zahirî dinsizliğe âlet edip, bize hücumları akîm kaldığı; ve Risale-i Nur’un fütuhatına menfaati olan eski plânlarını bırakıp daha münafıkane ve şeytanı da hayrette bırakacak bir plân çevirdiklerine dair buralarda emareleri göründü.

   O plânların en mühim bir esası, has, sebatkâr kardeşlerimizi soğutmak, fütur vermek, mümkünse Risale-i Nur’dan vazgeçirmektir. Bu noktada o kadar acip yalanları ve desiseleri istimal ediyorlar ki, Isparta ve havalisi, Gül ve Nur fabrikasının kahraman şakirtleri gibi, çelik ve demir gibi bir sebat ve sadakat ve metanet lâzım ki dayanabilsin. Bazı da dost suretinde hulûl edip, korkutmak mümkünse, habbeyi kubbe edip evham veriyorlar… Hattâ bazı genç talebelere, hevesatlarını tahrik için, bazı genç kızları musallat ediyorlar…

Böyle heriflere dersiniz:

“Biz, Risale-i Nur’un şakirtleriyiz. Said de, bizim gibi bir şakirttir. Risale-i Nur’un menbaı, madeni, esası da Kur’ân’dır. Yirmi senedir emsalsiz tetkikat ve takibatla beraber, kıymetini ve galebesini en muannid düşmana da ispat etmiştir.Onun tercümanı ve bir hizmetkârı olan Said ne halde olursa olsun, hattâ Said de-el’iyâzü billâh-Risale-i Nur’un aleyhine dönse, bizim sadakatimiz ve alâkımızı inşaallah sarsmayacak” deyip, o kapıyı kaparsınız. Fakat, mümkün olduğu kadar Risale-i Nur’la meşgul olmak, elinden gelirse yazmak, ve mübalâğalı propagandalara hiç ehemmiyet vermemek, ve eskisi gibi tam ihtiyat etmek gerektir.”                                                                                 (Emirdağ L.1)

 

3.Vecih: Ben sizlere bütün kanaatimle itimad edip istirahat-i kalble kabre girmek ve Nurların selâmetini size bırakmak bekliyordum ve hiçbir şey sizi birbirinden ayırmayacak biliyordum. Şimdi dehşetli bir plânla, Nurun erkânlarını birbirinden soğutmak için resmen bir iş’ar var. Madem sizler lüzum olsa birbirinize hayatınızı, kuvvet-i sadakatiniz ve Nurlara şiddetli alâkanızın muktezası olarak feda edersiniz. Elbette gayet cüz’î ve geçici ve ehemmiyetsiz hissiyatınızı feda etmeye mükellefsiniz. Yoksa, kat’iyen bizlere bu sırada büyük zararlar olacağı gibi, Nur dairesinden ayrılmak ihtimali var diye titriyorum. Üç günden beri hiç görmediğim bir sıkıntı beni tekrar sarsıyordu. Şimdi kat’iyen bildim ki, göze bir saç düşmek gibi az bir nazlanmak, sizin gibilerin mâbeyninde hayat-ı Nuriyemize bir bomba olur. Hattâ size bunu da haber vereyim: Geçen fırtına ile bizi alâkadar göstermeye çok çalışılmış. Şimdi, mâbeyninizde az bir yabanilik atmaya çabalıyorlar. Ben sizin hatırınız için her birinizden on derece ziyade zahmet çektiğim halde, sizden hiç birinizin kusuruna bakmamaya karar verdim. Siz dahi, haklı ve haksız olsa benlik yapmamak, üstadımız olan şakirtlerin şahs-ı mânevîsi namına istiyorum. Eğer o acîp yerde beraber bulunmaktan gizli parmaklar karışıyorlar, biriniz Tahirî’nin koğuşuna gidiniz.                        

                                                                                              (şualar.14.şua sh.504)

 

 Ben şiddetli bir işaret ve mânevî bir ihtarla sizin üçünüzden, Risale-i Nur’un hatırı ve bu bayramın hürmeti ve eski hukukumuzun hakkı için çok rica ederim ki, dehşetli yeni bir yaramızın tedavisine çalışınız. Çünkü, gizli düşmanlarımız iki plânı takip edip, biri beni ihanetlerle çürütmek, ikincisi mâbeynimize bir soğukluk vermektir. tenkit ve itiraz ve gücenmekle bizi birbirimizden ayırmaktır. Ben size ilân ederim ki,… bin kusuru olsa ben onun aleyhinde bulunmaktan korkarım. Çünkü şimdi onun aleyhinde bulunmak, doğrudan doğruya Risale-i Nur aleyhinde ve benim aleyhimde ve bizi perişan edenlerin lehinde bir azîm hıyanettir ki, benim sobamın parçalanması gibi acîp, sebepsiz bir hadise başıma geldi. Ve bana yapılan bu son işkence dahi bu mânâsız ve çok zararlı tesanütsüzlüğünüzden geldiğine kanaatim var. Dehşetli bir parmak buraya, hususan altıncıya karışıyor. Beni bu bayramımda ağlatmayınız, çabuk kalben tam barışınız.                                                          (şualar.14.şua sh.517)

 

Risale-i Nur Nihayet derecede -tesanüd- hakikatine dikkat çekiyor:

Gerçi has kardeşlerim herbirisi mükemmel bir Said hükmünde Nura sahiptirler. Fakat ihlâstan sonra en büyük kuvvetimiz tesanüdde bulunduğundan; ve meşreplerin ihtilâfıyla, hapiste olduğu gibi, bir derece tesanüd kuvveti sarsılmasıyla hizmet-i Nuriyeye büyük bir zarar gelmesi ihtimaline binaen; bu biçare ihtiyar hasta hayatım,… tesanüd tam muhkemleşinceye kadar o hayatımı muhafazaya bir mecburiyet hissediyorum…Risale-i Nur’a galebe edemiyorlar. Fakat hayat-ı içtimaiyede çok tecrübelerle mahiyeti bilinmeyen, benim vârislerim genç Said’lerin bir kısmını, Nurun zararına iftiralarla çürütebilirler diye…                                                                                    (Emirdağ L.2.sh:14)

 

. . . Hakikî fedakâr Zübeyir, en lüzumlu ve hizmete şiddet-i ihtiyacım zamanında buraya imdadıma geldi. Yoksa Ispar- ta’dan o sistemde birisini isteyecektim.                    

                                                                                                (Emirdağ L.2.sh:15)

  

Evet, şimdi Siracü’n-Nur* başındaki münâcâtı okudum. Ülfet ve âdet ve yeknesaklık perdeleri altında çok harika hakikatler gizleniyor gördüm.  

                                                                                               (Emirdağ.L.2.sh:121)

 

*Mezkur sistem Risale-i Nur 1 saat önce yazılmış gibi okumak v mevcud hadiseleri o şekilde yorumlamakla ülfet ve adet ve yeknesaklık perdesini yırtar. (naşirler)

 

 

 4.Vecih:” Bu gizli din düşmanları ve münafıklar çoktandır anladılar ki, Nur talebelerinin kefenleri boyunlarındadır. Onları Risale-i Nur’dan ve Üstadlarından ayırmak kabil değildir. Bunun için şeytanî plânlarını, desiselerini değiştirdiler. Bir zayıf damarlarından veya sâfiyetlerinden istifade ederiz fikriyle aldatmak yolunu tuttular. O münafıklar veya o münafıkların adamları veya adamlarına aldanmış olanlar dost suretine girerek, bazan da talebe şekline girerek derler ve dedirtirler ki: “Bu da İslâmiyete hizmettir; bu da onlarla mücadeledir. Şu malûmatı elde edersen, Risale-i Nur’a daha iyi hizmet edersin. Bu da büyük eserdir” gibi birtakım kandırışlarla, sırf o Nur talebesinin Nurlarla olan meşguliyet ve hizmetini yavaş yavaş azaltmakla ve başka şeylere nazarını çevirip, nihayet Risale-i Nur’a çalışmaya vakit bırakmamak gibi tuzaklara düşürmeye çalışıyorlar. Veyahut da maaş, servet, mevki, şöhret gibi şeylerle aldatmaya veya korkutmakla hizmetten vazgeçirmeye gayret ediyorlar.

 Risale-i Nur, dikkatle okuyan kimseye öyle bir fikrî, ruhî, kalbî intibah ve uyanıklık veriyor ki, bütün böyle aldatmalar, bizi Risale-i Nur’a şiddetle sevk ve teşvik ve o dessas münafıkların maksatlarının tam aksine olarak bir tesir ve bir netice hâsıl ediyor. Fesübhanallah! Hattâ öyle Nur talebeleri meydana gelmektedir ki, asıl halis niyet ve kudsî gayeden sonra, bir sebep olarak da, münafıkların mezkûr plânlarının inadına, rağmına dünyayı terk edip kendini Risale-i Nur’a vakfediyor ve Üstadımızın dediği gibi diyorlar: “Zaman, İslâmiyet fedaisi olmak zamanıdır.” Elhamdülillahi hâzâ min fazlî Rabbî.

                                                                                          (tarihçe-i hayat sh:676)

 

*Niyetimiz mevcud süfyan lara karşı ihvanlarımızı uyarmaktır. Ve biliyoruz ki Risale-i Nur’un mutlak vekili durumundaki büyükerimizin istidraci harikalarla donatılmış kuvvete karşı pek çok hikmete binaen zahirde mağlup olma ihtimali var. Tesanüd ünde zayıflaması ile ehl-i Nur cemaati muvakkat bir aldanmışlık içerisinde. Lakin ömrünü Risale-i Nur hizmetine adamış Fedakar rükünlere karşı şahıs noktasında itiraz hatadır.Biz onlara karşı hizmetlerini tekmil noktasında muavenet edebiliriz.Muhabbete nihayet derecede muhtacız.(Fedailer)

 

 Sakın Sakın has rükünlerin gösterdikleri faaliyeti bu musibete bir sebep görüp onlardan gücenmek ise,Risale-i Nur’dan çekilmek ve hakaik-i imaniyeyi öğrenmeden pişman olmaktır. Bu ise, maddî musibetten daha büyük bir mânevî musibettir. Ben kasemle temin ederim ki, sizin herbirinizden yirmi otuz derece ziyade bu musibette hissedar olduğum halde, niyet-i hâlise ile faaliyet göstermelerinden, ihtiyatsızlığı yüzünden gelen bu musibet on defa daha fazla olsa da yine onlardan gücenmem. Hem geçmiş şeylere itiraz etmek mânâsızdır. Çünkü tamiri kabil değil. (Şualar 13.şua)

   

 “Millet uyanmış; mugalâta ve cerbeze ile iğfal olunsa da devam etmeyecektir. Hakikat telâkki olunan hayalin ömrü kısadır. Feveran eden efkâr-ı umumiye ile o aldatmalar ve mugalâtalar dağılacaktır. Ve hakikat meydana çıkacaktır, inşaallah.” (divan-ı harbi örfi)

 

5.Vecih: Yine mutlak vekiller bahsine dairdir.

Fâş etmek hatırıma gelmeyen bir sırrı, fâş etmeye mecbur oldum. Şöyle ki:

         Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsi ve o şahs-ı mânevîyi temsil eden has şakirtlerinin şahs-ı mânevîsi “Ferid” makamına mazhar oldukları için, değil hususî bir memleketin kutbu, belki ekseriyet-i mutlakayla Hicaz’da bulunan kutb-u âzamın tasarrufundan hariç olduğunu ve onun hükmü altına girmeye mecbur değil. Her zamanda bulunan iki imam gibi, onu tanımaya mecbur olmuyor. Ben, eskide, Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsini, o imamlardan birisini zannediyordum. Şimdi anlıyorum ki, Gavs-ı Âzam’da, kutbiyet ve gavsiyetle beraber, “Ferdiyet” dahi bulunduğundan, âhirzamanda, şakirtlerinin bağlandığı Risale-i Nur, o Ferdiyet makamının mazharıdır. Bu gizlenmeye lâyık olan bu sırr-ı azime binaen Mekke-i Mükerremede dahi-farz-ı muhal olarak-Risale-i Nur’un aleyhinde bir itiraz kutb-u âzamdan dahi gelse, Risale-i Nur şakirtleri sarsılmayıp, o mübarek kutb-u âzamın itirazını iltifat ve selâm suretinde telâkki edip, teveccühünü de kazanmak için, medâr-ı itiraz noktaları o büyük üstadlarına karşı izah etmek, ellerini öpmektir. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi sh:173)

 

*Mezkur hakikate hikmetli bir ifadede şudur: لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللَّهُsırrıyla, ehl-i velâyet, gaybî olan şeyleri, bildirilmezse bilmezler. En büyük bir velî dahi, hasmının hakikî halini bilmedikleri için, haksız olarak mübareze etmesini Aşere-i Mübeşşerenin mabeynindeki muharebe gösteriyor. Demek, iki veli, iki ehl-i hakikat birbirini inkâr etmekle makamlarından sukut etmezler. Meğer, bütün bütün zâhir-i şeriate muhalif ve hatâsı zahir bir içtihadla hareket edilmiş ola. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi sh:173)

 

6.Vecih: Senin birinci sualin’ki “Sahabeler nazar-ı velâyetle müfsitleri neden keşfedemediler? Tâ, Hulefâ-yı Râşidînin üçünün şahadetini netice verdi. Halbuki, küçük Sahabelere, büyük velîlerden daha büyük deniliyor.” (mektubat)

 

*Sual sahabe mesleği Risale-i Nurla ve mutlak vekillerin müfsidi görememesiyle alakadar olduğundan tahkikle okunmalıdır.

 

Birinci Makam: Dakik bir sırr-ı velâyetin beyanıyla sual halledilir. Şöyle ki:

    Sahabelerin velâyeti, velâyet-i kübrâ denilen, veraset-i nübüvvetten gelen, berzah tarikine uğramayarak, doğrudan doğruya zâhirden hakikate geçip akrebiyet-i İlâhiyenin inkişafına bakan bir velâyettir ki, o velâyet yolu, gayet kısa olduğu halde gayet yüksektir. Harikaları az, fakat meziyâtı çoktur. Keşif ve keramet onda az görünür.                                                                      (mektubat)

İkinci Makam: O hâdisâta sebebiyet veren ve fesadı çeviren birkaç Yahudiden ibaret değildir ki, onları keşfetmekle fesadın önü alınsın. Çünkü, pek çok muhtelif milletlerin İslâmiyete girmeleriyle, birbirine zıt ve muhalif çok cereyanlar ve efkâr karıştı.                                                                  (mektubat)

 

 Her iki Deccal, Yahudinin İslâm ve Hıristiyan aleyhinde şiddetli bir intikam besleyen gizli komitesinin muavenetini ve kadın hürriyetlerinin perdesi altındaki dehşetli bir diğer komitenin yardımını, hattâ İslâm Deccalı masonların komitelerini aldatıp müzaheretlerini kazandıklarından, dehşetli bir iktidar zannedilir.                                                                                                  (şualar)

 

Eğer denilse: “Hazret-i Ömer’in (r.a.) minber üstünde, bir aylık mesafede bulunan Sâriye namındaki bir kumandanına, “Yâ Sâriye, el-cebel, el-cebel!” deyip, Sâriye’ye işittirip, sevkülceyş noktasından zaferine sebebiyet veren kerâmetkârâne kumandası ne derece keskin nazarlı olduğunu gösterdiği halde, neden yanındaki katili Firuz’u o keskin nazar-ı velâyetiyle görmedi?”

 

Elcevap: Hazret-i Yâkup Aleyhisselâmın verdiği cevapla cevap veririz.Yani, Hazret-i Yâkuptan sorulmuş ki, “Niçin Mısır’dan gelen gömleğinin kokusunu işittin de, yakınında bulunan Kenan kuyusundaki Yusuf’u görmedin?” Cevaben demiş ki:

“Bizim halimiz şimşekler gibidir; bazan görünür, bazan saklanır. Bazı vakit olur ki, en yüksek mevkide oturup her tarafı görüyoruz gibi oluruz. Bazı vakitte de ayağımızın üstünü göremiyoruz.”                                                        (mektubat)

*gibi ifadelerin zamanımıza ve ilgili meseleye tahakkuku mühim sırların anahtarı oluyor. Hem Risale-i Nur:

…bu zamanın fitnesi en büyük bir fitne olduğundan müteaddit hadiseler hem çok işarat-ı Kuraniye tarihiyle haber veriyorlar. (şualar sh:332) diyerek; Allahın Adem (a.s)’ın zürriyetini yarattığı andan beri yer yüzünde Deccal’ın fitnesinden daha büyük bir fitne olmadı… (ibni mace 4077)

hadis-i şerifini hatırlatıyor.Meselenin ehemmiyetini teyid eden 3 hadisi şerifi zikrederiz.

Birincisi: ”Deccal’ın hayatını ve işlerini beğenmeyenler onu tanıyabilir.” (tirmizi fiten 56)

 

İkincisi: ”Deccalın çıkıtığını duyduğunuzda ,mümkün mertebe ona yaklaşmayın. Çünkü adam onu mümin zannederek yanına gider,beraberinde biraz kalır ,sonra ondaki şüphelerle ona tabi olup tuzağına düşer.” (hadis no:811.risale-i Nurun kudsi kaynakları)

 

Üçüncüsü: ”Kim ki ona (Deccala yani cereyanına) iman edip tabi olur ve onu tasdik ederse artık onun geçmiş hiçbir Salih ameli ona menfaat vermeyecektir…Ve her kim onu tekzib edip yalanlarsa onun geçmiş günahlarının hiç birisinden muaheze edilmeyecektir.” (no:807.Risale-i Nurun kudsi kaynakları)

*Ahkamda rey sahibi değiliz. Ayet ve hadislerden ahkam istinbat edecekte değiliz. Lakin Risale-i Nur rey sahibidir. İbret,teşvik ve ikaz için deriz: “Hem gaflet içinde fenalara uymamak ve lâkaytlıkta nefsin dizginini bırakmamak için, nifakın başına geçecek müthiş şahıslardan her asır çekinmeli ve korkmalı.” (sözler 24.söz)

 

7.Vecih: Malum cereyana bilmeyerek destek verenler veli dahi olsalar içtihad ediyorlar. Lakin içtihadları hatadır.

Hem; ictihad eden hakkı bulsa iki sevap var bulmazsa bir nevi ibadet olan içtihad sevabı olarak bir sevab alır hatasından mazundur.” (mektubat)

Hem; ”Ben senin içtihadında hata var diyenlere ve isbat edenlere teşekkür edip ruh-u canımla minnettar olurum.” (sikke-i tasdik-i gaybi)

 

İfadeleriyle ; Cenab-ı Hak, Settârü’l-Uyûbdur; hasenat seyyiata mukabil gelse, affeder. İman hizmetinde yüz binler insanın imanını tahkikî yapmak hasenesine karşı benim gibi bir biçarenin hüsn-ü niyetle, kuvvetli emarelerle inayet-i İlâhiyeden tasavvur ettiği bir müjde-i Kur’âniyenin tefehhümünde bir yanlış, belki yüz yanlış varsa da o hasenata karşı gelemez, setr-i uyûb perdesini yırtamaz… (sikke-i tasdik-i gaybi)

Hükmüyle mutlak vekiller dahi mazur sayılırla.

 

8.VecihHem vekillerin süfyaniye tarafından teshir edilmesi tıpkı sahabe ve tabiin zamanında ki fitneler gibi bir kısım hikmetleri maslahatları vücuda getirdi.

“Sahabe ve tabiinin başına gelen fitne dahi , çekirdekler hükmündeki muhtelif ayrı ayrı istidatları tahrik edip kamçıladı. “İslâmiyet tehlikededir, yangın var!” diye her taifeyi korkuttu, İslâmiyet’in hıfzına koşturdu.    (mektubat)

“Şarktan garba kadar ehl-i İslâm’ı heyecana getirip, Kurân’ın hazinelerinden istifade için gözlerini açtırdı.”    (mektubat)

9.Vecih: Nev-i insanın yüzde sekseni ehl-i tahkik değildir ki, hakikate nüfuz etsin ve hakikati hakikat tanıyıp kabul etsin. Belki, surete, hüsn-ü zanna binaen, makbul ve mutemed insanlardan işittikleri mesâili takliden kabul ederler. Hattâ, kuvvetli bir hakikati zayıf bir adamın elinde zayıf görür; ve kıymetsiz bir meseleyi kıymettar bir adamın elinde görse, kıymettar telâkki eder.

                                                                                                         (barla lahikası)

 

Nurcular ehl-i tahkik olmalı.Şahıslara değil hakikate bakmalı tahlil etmeli.Çünkü;

“Ve madem bu müthiş zamanda ve dehşetli düşmanlar mukabilinde ve şiddetli tazyikat karşısında ve savletli bid’a lar, dalâletler içerisinde bizler gayet az ve zayıf ve fakir ve kuvvetsiz olduğumuz halde, gayet ağır ve büyük ve umumî ve kudsî bir vazife-i imaniye ve hizmet-i Kur’ân iye omzumuza ihsan-ı İlâhî tarafından konulmuş.”                                                                     (ihlas risalesi)

        

 Kur’an’ın tilmizi ise fakir ve zaîftir. Fakr ve za’fını bilir. Fakat onun Mâlik-i Kerim’i ona iddihar ettiği servet ile müstağnidir. Seyyidinin nihayetsiz kudretine   istinad ettiği için kavîdir.

                                                                                              (Nurun İlk kapısı:87)

        

Hakikat-ı çoklukta değil Risale-i Nurda aramalıyız. O bir kısım şakirdlerden olmaya çalışmalıyız.

Eğer denilse:Kıyametin çok yakın olduğuna işaret edersiniz halbuki Risale-i Nur’un zaferi gelecek;bu müşkülümüzün hallini de isteriz.Resullah (a.s.m) haber vermiş müjde vermiş.

“”Mânevî fütuhat yapmak ve zulümatı dağıtmak zaman ve zemin hemen hemen gelmesi” diye fıkrasına, bütün ruh u canımızla rahmet-i İlâhi yeden niyaz ediyoruz, temenni ediyoruz. Fakat biz Risale-i Nur şakirtleri ise, vazifemiz hizmettir; vazife-i İlâhiye ye karışmamak ve hizmetimizi onun vazifesine bina etmekle bir nevi tecrübe yapmamak olmakla beraber, kemiyete değil, keyfiyete bakmak, hem çoktan beri sukut-u ahlâka ve hayat-ı dünyeviye yi her cihetle hayat-ı uhreviye ye tercih ettirmeye sevk eden dehşetli esbap altında Risale-i Nur’un şimdiye kadar fütuhatı ve zındıkların ve dalâletlerin savletlerini kırması ve yüz binler biçarelerin imanlarını kurtarması ve her biri yüze ve bine mukabil yüzer ve binler hakikî mü’min talebeleri yetiştirmesi, Muhbir-i Sâdıkın ihbarını aynen tasdik etmiş ve vukuatla ispat etmiş ve ediyor, İnşaallah daha edecek.”             

                                                                                                       (Kastamonu L.)

[*Davamızın ehemmiyeti açısından bazı mühim ikazlar barındırdığı için Risale-i Nur dan kimi parçaları süfyanla mücadelenin hükmü noktasında ehl-i Nur cemaatine şevk ve ihtar olması adına zikrediyoruz.]

 

buna dikkat ediniz ki, canavar bir hayvana karşı kendini zayıf göstermek, onu hücuma teşcî ettiği gibi, canavar vicdanı taşıyanlara karşı dahi dalkavukluk etmekle zaaf göstermek, onları tecavüze sevk eder. Öyleyse dostlar müteyakkız davranmalı, tâ dostların lâkaytlıklarından ve gafletlerinden, Zındıka taraftarları istifade etmesinler.

وَلاَ تَرْكَنُوا اِلَى الَّذِينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ

 

   âyet-i kerimesi fermanıyla, zulme değil yalnız âlet olanı ve taraftar olanı, belki ednâ bir meyil edenleri dahi dehşetle ve şiddetle tehdit ediyor. Çünkü, rıza-yı küfür küfür olduğu gibi, zulme rıza da zulümdür.                                                                                                                      

                                                                                              (mektubat 28.mektub)

 

Dinsizlere, iman ve Risale-i Nur’a hücum eden hodfuruşlara karşı tevazu tezellüldür. İzzet-i diniye yi ve şeref-i ilmiyeyi muhafaza için kahramancasına sebat ve bir kuvve-i maneviyye-i göstermek gerek.

bu zamanda dinsizlik hesabına, benlikleri firavunlaşmış derecede ve imana ve Risale-i Nur’a hücumları zamanında onlara karşı tedafü vaziyetimizde tevazu ve mahviyet göstermek büyük bir cinayet ve hıyanettir. Ve o tevazu, tezellül hükmünde bir ahlâk-ı rezile olur.                                                       (Emirdağ L.)

 

 

 

İHTAR

 

 Ehl-i dalalet, Kur’an-ı Hakîm’den alıp neşrettiğimiz hakaik-i imaniye ve Kur’aniyeye karşı müdafaa ve mukabele elinden gelmediği için, münafıkane ve desisekârane iğfal ve hile dâmını (tuzağını) istimal ediyor. Dostlarımı hubb-u câh, tama’ ve havf ile aldatmak ve beni bazı isnadat ile çürütmek istiyorlar. Biz, kudsî hizmetimizde daima müsbet hareket ediyoruz. Fakat maatteessüf herbir emr-i hayırda bulunan manileri def’etmek vazifesi, bizi bazan menfî harekete sevkediyor.                                                                                  (Hucumatı Sitte)

 

Köpektir zevk alan seyyâd-ı bî-insâfa hizmetten. Evet, bazıları yılanlık ediyor, bazıları köpeklik ediyor.                                                     (mektubat 28.mektup)

 

  Ey kardeşlerim! İngiliz gibi cebbar bir hükümetin istilâ ettiği bir zamanda, bu tarzda matbaa lisanıyla onlara mukabele etmek, tehlike yüzde yüz iken hıfz-ı Kur’ânî bana kâfi geldiği halde, size de yüzde bir ihtimalle ehemmiyetsiz zalimlerin elinden gelen zararlara karşı, elbette yüz derece daha kâfidir.          

                                                                                             (mektubat 29.mektup)

 

İslâmiyet düşmanları, bir taraftan tamamıyla yalan propagandalarına ve taarruzlarına devam ederken, diğer taraftan da Nur talebelerinin Üstadları ve Risale-i Nur hakkında istidatları nisbetinde, istifade ve istifâzelerinden doğan minnet ve şükranlarını ifade eden takdirkâr yazı ve sözlerden mürekkep, bir nevi müdafaalarını perdeler arkasından men etmeye çalışıyorlar. Bunun için, sâfdil gördükleri dostların dostlarına veya dostlara samimî görünerek “İfrata gidiyorsunuz” gibi, bir takım şeyler söylettiriyorlar. İşte, böyle sinsi, böyle dessas, böyle entrikalı, çeşitli iftiralarla bizi korkutmaya, yıldırmaya ve susturmaya çalışıyorlar.

   Evet, acaba hiç akıl kârı mıdır ki, din düşmanları, iftira ve yalanlardan ibaret yaygaralarını yapsınlar da, bizler hakikatı izhar tarzıyla müdâfaa etmekte susalım? Acaba hiç mümkün müdür ki, İslâmiyet düşmanlığıyla, Üstad Bediüzzaman hakkında zâlimâne ve cebbarâ ne haksızlıkları irtikâb eden, o insafsız propagandacılar, yalanlarını savururken, biz, Üstad ve Risale-i Nur’un hakkaniyetini ilân ederek o acip yalanlarını akîm bırakmaya çalışmayalım? Acaba eblehlik ve sâf-derunluk olmaz mı ki; Kur’ân ve imânın hunhar ve müstebid zâlim düşmanları, Kur’ân ve İslâmiyet’i ve dini, Risale-i Nur’la küfr-ü mutlaka karşı müdafaa ve muhafaza hizmetini yapan Bediüzzaman aleyhtarlığında, mütemadiyen uydurmalarla seslerini yükseltsinler de, biz hak ve hakikati beyan ve ilân etmekte sükût edelim, susalım veya “biraz susun” gibi bir şeyle, paravanalar, perdeler arkasında icra-i faaliyet yapan o gizli dinsizlere bir nevi yardım etmiş veya desteklemiş olalım? Asla ve kellâ, kat’a ve asla susmayacağız! Ve hem susturamayacaklardır. Durmayacağız ve hem durduramayacaklardır. Bu can, bu kafesten çıkıncaya kadar, bu ruh, bu cesetten ayrılıncaya kadar, bu nefes, bu bedenden gidinceye kadar…            (sözler )

    

Cahil dost, düşman kadar zarar verebilir. Öyle ise şimdiye kadar yalnız düşmanın tarafına bakıp eldeki elmas kılınçla onların tefritlerini kırardım; fakat şimdi mecburum: Öyle dostların terbiyeleri için, onların avamperestane ve ifratkârane olan hayalâtlarına, o kılıncı bir derece iliştireceğim. Eğer çendan böyle şahsî şeylerin böyle mebahisatta zikirleri lâzım değildir. Fakat şahsiyette kalmadı. Medreselerin hayatlarına taalluk eder bir mes’ele-i umumî hükmüne geçti. O zahirperestler emin olsunlar ki, sa’yleri beyhudedir. Şimdiye kadar böyle avamperestane safsatalar ile bizi cahil bıraktılar. Bundan sonra bizi cahil bırakmakla cehlimizden istifade etmek istiyorlar. Olmaz ve olamaz; medreseler hayatlanacaktır vesselâm…

                                                                                                                                                                                                                                                  (Muh:50)

    “Yaşasın şeriat-ı gara!..Yaşasın adalet-i ilahi!..Yaşasın ittihad-ı milli!..Gebersin ağraz-ı şahsiye ve fikri intikam!….Yaşasın akıl ve tedbir-i mücessem dindar cemiyet-i ahrar ve Nur Talebeleri! (divan-ı harb-i örfi)

Said Nursi (r.a)

                                                                                                                 

 

2.MEBHAS

DEVLET-İ ALİ’DE SÜFYANIN DOĞUŞU

Zira bu büyük insan, büyük ve munsif Fransız şairi Lâ Martin’in dediği gibi: “Yemek için yaşamıyor, belki yaşamak için yiyor.”

                                                                                                           (Asa-ı Musa)

İfadesiyle tarihi gerçekleri ve Osmanlı yurdundaki süfyaniyenin ilk belirişini ana mehaz olarak Lâ Martin’in eserlerini göz önüne alarak incelemeye çalışacağız.10 şubat 1258 de bağdata girip Abbasi halifesini ve İslam mirasını yok edip yağmalayan Risale-i nurda adı geçen hülagu-cengiz fitnesinin bir benzeri Osmanlı yurdunda görülmüştür.

Tarih içinde derinliği ve yansımaları olan bin başlı ejderha misali olan süfyaniyenin her zaman şubeleri ve müşehhas şahısları vardır. Zamanımızın komiteleri şebekeleri bu tarihi hadiseleri gizli planlarını babadan oğla geçen kudsi bir emanet gibi görmüş ve sahip çıkmıştır.bu makamda şaşırtıcı hakikatler belirdiğinde maksudumuz daha iyi anlaşılacaktır.

Lâ Martin, sultan Abdül Mecide yazdığı mektupta da şöyle diyordu: ”Osmanlılara karşı içimdeki muhabbetin ne kadar derin olduğunu bilmenizi isterim.Kitaplarımda her vesile ile bunu yazmışımdır.”

Lâ Martin’in “histoire la turguie” adlı eseri ilk kez 1859 yılında Pariste yayınlanmıştır. O tarihte 2 cilt olarak çıkan bu eser ülkemize ancak (1977) yılında yedi kitap olarak neşredildi. Lâ Martin Osmanlı yurdunda Batı’ya uzanan açılımının beklide komünizmin ilk çıkışının karinelerini siyasi kişiliğiyle sezmiş ve önemli malumatlar ve ehli tahkike bazı hakikatlere rahat ulaşa bilmesi için cay-ı hayret ip uçları vermiştir.

 

OSMANLI SARAYINA GİREN KÖTÜ GELENEKLER

Fetih ve zaferlerle gözü doyan yıldırım Beyazıt uzun zamandır yaşadığı barbarların ve Rumlar ın geleneklerinden etkilenmiş olarak Edirne’ye döndü. Sırp kralının kızı olan eşi,ona şarabın tadını ve sarhoşluğun alçaltıcı zevkini öğretmişti. Macar ve Kıbrıs şarabları Yıldırım’a Hz.Muhammed (s.a.v)’ın buyruklarını unutturtmuştu.

Peygamber, ümmetinin düşünce üstünlüğünü sağlamak için fermantasyona uğramış içkileri yasaklamıştı. Persler’den ve Medler’den aldıkları bir takım aşağılık geleneklerle bozulmuş olan Rumlar bu gelenekleri Osmanlı sarayına da sokmakta gecikmediler. Saraylar yalnız savaş ganimeti olan güzel kızlarla değil aynı zamanda bir bölümü hadim edilen , ötekileri ise doğaya ters düşen cinsel ilişkiler için kullanılan güzel oğlan çocukları ile doluyordu…İçkili olduğu zamanlar hariç tutulursa asker sınıfının adaleti mükemmel disiplini de çok sertti. Sadrazam Ali Paşa, padişah’ın bütün aşırılıklarında yanında bulunmasına rağmen daima soğuk kanlılığını korur ve Yıldırım Beyazıt’ın yanlış kararlarını düzeltirdi. Yaşı ilerledikçe Yıldırımın kötü huyları yok oluyor, din tutkusu daha ağır basmaya başlıyordu. Savaşlar Halife’nin elçisi sayılan imamların manevi güçlerinden pek fazla bir şey kaybettirmemişti. Sultan halkına hükmederken Kuran’da ona hükmediyordu. Şeyhül İslamlar sultanlara öğüt verme ve onları uyarma konusunda özgürlük ve yetki sahibi idiler. Bir din adamı sarayda yaptığı eleştirilerle bir Fatih’i uyandırıp kınaya biliyordu. O dönemler de Bursa yörelerinde ki bir tekkede yaşayan bilgili ve saygın yaşlı bir şeyh vardı. Buhari adında ki bu şeyh, Mısırda ki İslam halifesi tarafından gönderilmişti. Şeyhin görevi Yıldırım Beyazıtın çıkacağı her seferde Sultan’a kılıç kuşatmaktı… Şeyh sonunda Sultanın vicdanını etkilemeyi başardı. Bu ihtiyar din bilgininin biliminden de yararlanan Yıldırım kendi sürdüğü yaşam ile kuran da ön görülen arasındaki farkı sezince yaptıklarından pişmanlık duydu. Buhari bir gün yıldırım Beyazıta şöyle dedi:

“Ya HZ. Muhammed (a.s) Allahın sahte bir elçisi dir yada sen peygamberimizin sahte bir ümmetisin.”

Bu sözler sultan Beyazıt ın kendine gelmesine yetti. Bundan böyle günahlarının kefaretini ödemek için çalışacağını and içti. Sarayı iç oğlanlardan temizledi. Tokay ve Kıbrıs  şarapları ile dolu olan fıçıları boşalttırdı.. Güzelce hisarı yaptırdı. Şeyh Buhari sert uyarıları ile bir an aşırı zevkleri bırakan Yıldırım Beyazıt sürekli olarak zevk ve bolluk içinde yaşadığından yinede günlerini gecelerini eğlence ile geçirmekten alamadı. Ta ki Fırat kıyılarından gelen bir habercinin kulağına fısıldadığı Timur’un adını duyana kadar, Avrupa ve Asya’da hiçbir varlık imparatorluğuna ve yaşamına kasd edecek gibi gözükmüyordu. Bu adı duyduğunda yerinden sıçrayan Beyazıt çok geç kalmıştı. Korkunç Tufan’ın önüne geçmek için en ufak bir önlem almamıştı. (cilt-1)

Mezkur ifadeler Ankara savaşı ile ilgili önemli bilgilerdir. Timur çok kuvvetli bir orduya bir o kadarda acımasızlığa sahipti.Çeşitli kroniklere göre (1402) Ankara savaşında 450 bin ila 1milyon kişinin çarpıştığı söylenir. Ve Osmanlı devleti yenilmiştir. Dört şehzade tarafından  bölüştürülen Osmanlı ülkesinde kimi beylikler yeniden oluştu ve fetret devri başladı.

…Uzun süren saltanat mücadeleleri sonrası çelebi Mehmet devletin düzenini sağlamayı başarmıştı. Anadolu’nun birliği için mücadele ediyordu. Harap olmuş memleketin şehirlerinde insanlar bu korkunç felaketin acılarını taşırken Süfyan Timur dan daha büyük bir tehlike olarak içeriden belirdi.

SAHTE PEYGAMBER

Ardı ardına gelen bu felaketler sırasında henüz tam anlamıyla bastırılamamış olan iç savaş yüzünden Anadolu’da bulunan 1.Mehmet (çelebi) zaman zaman  politikasının birer parçası olan kuvveti oyalamayı ve yiğitliği ortaya koyuyordu.Din adamları ve ordusu arasında doğan çok tehlikeli bir baş kaldırma hareketleri ve Anadolu daki tehlikeleri ve Anadolu’da ki karışıklıkları unutturdu.Musa çelebi nin ölümünden sonra ordunun büyük kadısı olan fıkıh ve savaş işlerinden sorumlu bulunan Şeyh Bedrettin… (cilt-1)

Şeyh Bedrettin Kimdir: (1359-1420)

Şeyh Bedrettin Türkiye Selçuklu sultanı Alaaddin keykubat’ın soyundan gelmiştir. Bedreddinin ceddi olan Abdülaziz Osman- lılar’ın Rumeli’nin fethine başladıkları zaman onlarla birlikte savaşa katılmış ve dime kota savaşında şehid olmuştu. Abdülaziz’in oğlu İsrail (simavna kadısı babasıdır.) dimekota kalesi Rum hakiminin kızıyla evlenmiş bu evlenmeden şeyh Bedrettin mahmud dünyaya gelmiştir. Doğduğu yer Edirne yakınında karaağaç dimekota arasında (Yunanistan) samona kalesidir. Bu nedenle o simavna kadısı İsrail’in oğlu adıyla tanınmış, fakat Kütahya’nın Simav ilçesine bağlanarak Bedrettin simavi (simavnalı) adıyla anılmaya başlamıştır.

Öğrenimi:  Bursa ya gitti. Kadı zade-i Rumi adıyla anılan ünlü matematikçi ve astrolog Musa ile birlikte onun babası Bursa kadısı koca mahmud dan daha sonrada Konya da allame Feyzullah tan ders aldı.daha sonra Suriye ye gitti. Buradaki alimleri küçümseyerek kahire ye gidip oradaki alimlerden ders aldı.kahire çağdaşı ünlü alim Cürcanlı Seyit Şerif (k.s) ve ünlü tabib Aydınlı Hacı Paşa ile birlikte mübarek şah mantıki den ilahiyat felsefe ve mantık dersleri alarak eğitimini tamamladı.ayrıca kahire de inziva hayatı yaşayan Şeyh Seyid Hüseyin den tasavvuf öğrendi.Şeyhin buyruğuyla tebrize giderek Timur’un huzurunda alimler ve feylesoflar arasında derin bilgilerini ve zekavetini ispatladı. Halep ve tirede bulundu. Bu arada da kazvin’e giden Bedreddin bu şehirde kuvvetli bir Batıni inancına*  sahip olarak kahire ye döndü.

*Bâtıniyye: Kurânın apaçık mânâlarına itibar etmeyip gizli mânalar bulduklarına inanan sapık bir anlayış. Bâtıniyyûn: Kurânın açık mânâlarını bir yana bırakıp gizli mânalar bulduklarına inanarak sapıtan kimseler.

Bedrettin kahire de memluklu sultan melik zahir berkuk un hürmet ve takdirine mazhar oldu. Ahlatlı Hüseyin’in de tavsiyesiyle sultanın oğlu ferec in hocalığına atandı. Mısır’da kaldığı günlerde İslam hukuku fıkıh konusundaki eserlerini kaleme aldı. Seyyid Hüseyin’in ölümü üzerine yerine geçti. Ana doluya nüfuzlu bir şeyh olarak geri döndü. (1397) Anadolu da Karaman Germiyan ve Aydın ellerinde tire ve diğer Alevilerin oturduğu yerlerde faaliyet gösterdi. Zamanla Şeyh Bedrettinin fikirleri gayr-i Müslim halk arasında da yayılmaya başladı. Tarih sahnesinde ki bu sinsi süfyanın mühim bir gücü Yahudilerdi. Böylece Rumeli’ye yerleşti. Osmanlının fetret devrinden yararlanıyordu. Onun büyük bir alim erdemli ve kudretli bir kimse olduğu her tarafa yayılıyordu. Öte yandan hoca efendinin gizli entrikalarından habersiz olan ve kardeşleriyle devletin birliği için savaşan çelebi Mehmet onu kazasker atamış böylece bilmeyerek onun kudretinin yayılmasına sebep olmuş,oda bundan istifadeyi fırsat bilmişti.ancak çelebi Mehmet kardeşi Musa Çelebiyi bertaraf edip hükümdar olunca (1413) mevcud tehlikenin farkına vardı. Şeyh Bedreddin’i kaz askerlik den azlederek ilim ve irfanına ve yeniçeri arasındaki nüfuzuna dikkat ederek iki oğlu ve kızıyla birlikte İznik’te zorunlu ikamete mecbur etmiş ve de 1000 akçe maaş bağlamıştır.

La martine nin eserinde devam ediyor

1.Mehmed tarafından İznik’e  sürmüştü.halbuki Şey Bedrettin Türkler arasında din hukuku ve bilim konularında çok değerli bir kişi olarak tanınıyordu. Şeyh Bedrettin ise yeteneklerinin körlemesi için yapılan bu hakaretin öcünü almayı tasarladı. Egemen olamadıkları şeyleri bozan insanların karakterini taşıyordu. Şeyh Bedrettin’in isyan ateşini büyütmek amacıyla üzerine üflenecek bir kıvılcım arıyordu. Bir rastlantı ona bu olanağı verdi.

Börklüce Mustafa (Dede Sultan): İzmir körfezinin Sakız Adasına bakan ucunda Karaburun da kendisine gökten ilham geldiğini iddea eden bir kişi ortaya çıkmıştı. Köy köy kasaba kasaba dolaşıyordu.sözde kendisine vahiy yoluyla gelen düşünceleri toplumsal kuramlarla birleştiriyor ve bunları her yerde anlatıp halkın cahilliğinden yararlanıyordu. Halka umut dolu şaşırtıcı şeyler anlatıyordu. Bu adı Mustafa idi.

Urla yarım adasında türeyen bu adam Şeyh Bedrettin’in müridi ve halifesidir. Batı ana doluda daha çok İzmir körfezinde  bulunan bir mezhebin (dinin) kurucularındandır. Belirli ve yeterli eğitimi olmadığı halde zekası ve sezgisi ve örgütçülüğü ve istidraci halleriyle tanınmıştır. Şeyhi Bedrettin’in İznik’e sürülmesinden sonra yeni ilkeler geliştirdi.ve tarikatını şeyhinin adına genişletmeye çalıştı.en önemli adamı Torlak Kemal dir.

Torlak Kemal: Simavnalı Şeyh Bedrettin’in müridi aslen Yahudi dir. Manisa ve çevresinde mesken tuttu. Kızılbaşlar arasında şeyhinin fikirlerini yaymaya çalıştı.kısa zamanda bir çok taraftarlar edindi. Börklüce Mustafa’nın düşünceleri de yoksulluktan yetişenlere ve yoksullara dünyadaki mutlu insanların adaletsizliği üstünlüğüne ve koşulların ortaya çıkardığı eşitsizliğe karşı öç almayı örgütlüyordu.bu nedenle düşünceler halk tarafından benimsendi.

Şeyh Bedrettin Börklüce Mustafa’nın faaliyetlere giriştiğini haber alınca hacca gitmek bahanesiyle çocuklarını İznik’te bırakıp Kastamonu Sinop ve oradan da bir gemiye binip kefe yoluyla Eflak voyvadasının yanına gitti. Rumeli de isyan hazırlıklarına başladı. Eflak tan Osmanlı topraklarına geçerek Silistire Obruca ve Deliorman taraflarında yoğun propagandalar yaparak çevresine pek çok yandaş topladı. Ve ayaklanma alanı olarak alevi nüfusun çoğunlukta olduğu deli ormanda isyan bayrağını çekti. Şeyh Bedrettin fikirleriyle zihinlerde imparatorluk kurmayı başarmıştı

 

Üç Dinde Eşit İlan Edildi.

Börklüce Mustafa’nın da düşünceleri bir anda yayılarak batı Anadolu’yu kaplayarak çadırdan obaya köyden kasabaya hızla yayıldı. Taraftarları Mustafa’ya Dede Sultan adını verdiler. Bu sahte doktirinler: özel mülkiyetin kaldırılması,doğadan ve çalışmadan elde edilecek olan bütün ürünlerin ortaklaşa paylaşılması, herkesin mallarına el konulması ve fakirler arasında paylaşılması gibi.ilkeler ile besleniyordu. (bu noktada komünizm ile paralellik taşıyor. Fikir babası denilebilir.) yalnız kadınlar doğu geleneklerine uygun bir biçimde bu karmaşık toplumun ortak unsuru olmaktan kurtulmuşlardı..

Büyük bir sahtekarlıkla dede sultanın yandaşlarınca kandırılan Yahudiler ve Hıristiyanlar bu sapık düşüncelere katılanların sayısını artırıyordu. Yahudi ve Hristiyanlarının ilgisini çekmek için üç dinin kardeşliği ve eşitliği ilan edildi. Dede Sultan Osmanlı devletini yeni dini ile etkisi altına alıyor katı düşünceleri İzmir körfezinden Manisa vadilerine ve İznik ovasına kadar yayılıyordu. Kısa zamanda 10 bin kişilik  ordu sayısız yobaz topladı.

Çok geçmeden börklüce Mustafa 10 binden fazla isyancı ile kara burunda harekete geçti.ve isyan giderek gelişiyordu. Kalabalık bir kuvvetle gelen isyancılara karşı İzmir sancak beyi yenilgiye uğradı şehid edildi.bunu tanrısal bir emir gibi gören yandaşları artık daha da kuvvetlenmişlerdi.bunun üzerine Saruhan sancak beyi Ali Bey isyanı bastırmak üzere onların üzerine sevk edildi. O dahi yenilgiye uğradı. Hayatını zor kurtararak Manisa’ya kaçtı. Durum giderek ciddileşiyordu. Çelebi Mehmet Gatih’in babası 2.Murat’ı Sadrazam Beyazıt Paşa ile birlikte süfyaniyyenin üzerine yolladı. 2 Murat henüz 12 yaşında idi.yapılan şiddetli çarpışmadan sonra Mustafa ve diğer asi kuvvetler teslim oldular.bunlar Hıristiyan Yahudi Kızılbaşlar ve Rum isyancılardan oluşuyorlardı. Osmanlı kuvvetleri çok zayiat vermişlerdi.

Yakalananlardan bazıları Müslüman olmaları halinde canlarının bağışlanacağı önerisini kabul etmediler.zincire vurulan ve kolları kesilen Dede Sultan Efes kentine götürüldü. Çarmıha gerilerek bütün bölgede gezdirildi.Yandaşları onu inkar etmeleri halinde canları bağışlanacağı önerisini de kabul etmediler. Hepsi başlarını kılıçlara uzatarak: Dede Sultan ruhlarımızı krallığına kabul et diye bağırdılar. Dede sultanın 100 bin yandaşının gözleri önünde ölmesi bile onun ölümsüzlüğe kavuştuğu söylentisini önleyemedi. Tekrar dirildiği Sisam adası ormanlarında saklandığı söylentileri adalara ve ülkeye yayıldı.şehzade Murat’ın Manisa dan ayrılmasından sonra 3 bin derviş dedenin cesedini mezardan çıkardı. Şehzade murat hemen geri döndü. 3 bin derviş çınar ormanlarına asılarak idam edildiler. (cilt 1)

Torlak Kemal ise Manisa yakınlarında 3-5 bin kişi toplamış  olan kemal Karaburun da ölen Mustafa’nın akibetine uğradı. Beyazıt Paşa tarafından o ve yandaşları asılarak idam edildiler.

Simavlı Bedrettin ise: İsyan yaptığı ve isyanın ve bu sapık fikirlerin kaynağı olduğundan Şehzade Murat ve Beyazit Paşa onu ele geçirdi.onun ölümü için din adamlarının fetva vermesi gerekiyordu. Çünkü o sapık zihniyet ölmeliydi. Padişahın karşısında bir alim heyeti tarafından sorguya çekilen Şeyh Bedrettin suçlu olduğunu kabul ettiği söylenir. Heratlı Mevlana Haydar’ın düzenlediği bir fetva ile malı haram kanı helal sayılarak Serez pazarında bir dükkanın önünde asıldı. (1420)

Böylece bile bile elmasları cam parçalarına değişen dünya için ahiretini satan bedbahtlara iyi bir örnek olur.

Simavnalı Şeyh Bedrettin’in Bazı Fikirleri:

1- Tanrının özüyle (zat) yaratılanlar (mahlukat) birdir. Panteist düşünce akımı.ileri çağlarda kominizm ve darvinizm de bu fikri kullanmıştır.

2- Evren alem yaratılmamıştır. Kadimdir. Bir cihetle dehriyyun  düşüncesi. Diğer bir cihetle de kominist, davrinist, metaryalist fikirlerde görülen evrene ezeliyyet verme hurafesi.

3- İlahi irade yanlış yorumlanan bir kavramdır. Çünkü gerçek tanrı iradesi bir varlığın özünde olanı tanrının istemesinden başka bir şey değildir. Tanrının iradesi varlığın özünde oluş gücüyle sınırlıdır. Bir varlığın özünde olmayanı Tanrı da istemez. İstese de yaratamaz. Bir cihetle mutezileden etkilen- diği görülüyor.

4- Varlık alemi bir tanedir. Dünya ahiret iki ayrı varlık değildir. Haşir yoktur. Diriliş yoktur. Dünyanın dışında başka bir alem yoktur. Cennet ve cehennemde bir kavram olmaktan öteye geçemez. Her ikisi de insanın mutluluğu ve mutsuzluğu ile ilgili kavramlardır. Düya da mutlu olan cennette mutsuz olan cehennemde yaşıyor demektir. Esas olan bu dünya da mutluluktur. (Karl Marx dan 400 sene evvel)

5- Kuran’da gelen bütün kavramlar örnektir.gerçek amaç doğruyu ayrı ayrı niteliklerde anlatmaktır.bütün dünya insanların ortaklaşa yararlanması içindir. Yer yüzünde toprak parçalarıyla ayrılan senin benim  diye ayrılan toprak parçaları yoktur. (kominizm)

6- Gerçek olan insandır. İnsan doğar büyür ve ölür. Ruh ve beden ayrı değillerdir. Bütün manevi varlıklar insan düşüncesinin özünden doğmuştur. Melekler yoktur.

Görülüyor ki birkaç ufak nüans haricinde tipik materyalist fikirlere sahip olan bu süfyanı ne yazı ki şeyh diye anılmış taraftar toplamıştır. Edirne de bir zaviyesi Bursa da bir mescidi olması da düşündürücüdür.

Eserlerin den bazıları: Cami-ül Fusuleyn, teshil, meserret-ül kulup, varidat, letarfi-ül işarat en ünlü eserleridir.

Eserin yazarı la martine iddiası oldukça dikkat çeker. Osmanlı ülkesinden bu sapkın hareketin batıyada bulaşıp sıçrayıp çeşitli kanlı olaylara sebep verdiğini söyleyerek gizli komitelere dikkat çeker.

Örneğin:Almanya da reformdan sonra anabaplistlerin ayaklanması ,İngiltere cronwell  ihtilalinden sonra ,fransada (1789)ihtilali,,(1848) yılında babeuf un ve öteki radikal sosyalistlerin kışkırtmaları ile kanlı ayaklanmalar ortaya çıktı…

La martine nin eserlerinde Dede Sultan ve Şeyh Bedrettin’in yandaşlarının Şehzade Mustafa’nın isyanına yardım ettiklerine ve 40 bin kişilik ordunun Selanik ve çevresine yerleştiği de yazılı. Şehzade isyancı Mustafa Selanik’i geçici başkent olarak seçiyor. Ama Selanik ovasında kuvvetleri yok edilir. Kendisi de ömür boyu limmi adasında hapis tutulur.

Tarihin akışı içerisindeki olaylara Risale-i Nur un feyiziyle baktığımızda daha şaşırtıcı hakikatlerle karşılaştık. Osmanlının en zayıf anında ona karşı sinsi ve derinden planlarla saldıran süfyaniyynin (Simevnalı Şeyh Bedrettin’in)  kemikleri 1924 yılında sınırlarımız dışından Yunanistan’dan Ülkemiz’e getiriliyor. Aynı tarih de bir başa mühim hadise gerçekleşiyor. 3 mart 1924 de Abdül Mecid ülkeyi terk ediyor. Aynı tarih de halifelik kaldırılıyor. Acaba isyancı börklüce Mustafa ve Torlak Kemalin de kemikleri bulunsaydı onlarda ülkeye getirilecek miydi.

Evet gizli komite iş başındadır. Osmanlıdan intikamını almakta zaferini kutlamakta bizlere de farkında olmadan kutlattırmaktadır. O malum zihniyet gizli sebeplerin ana mekanında şüphesiz Selanik’dir. Ayrıca İzmir önemli bir hareket sahalarıdır.

23 aralık 1930 daki Menmen olayı ve Şehid Kubilay  hadisesi İzmir‘de dir.İzmir iktisat kongresi hatırlanmalıdır

17 haziran 1926 da Mustafa Kemal’e suikast hadisesi İzmir de cereyan eder.sonuçta 19 kişi idam edilmiştir.

 

Nur dairesine hulul eden zamane Süfyanının da adını duyurması ve Yahudiler tarafından desteklenmesi de elbette İzmir de olmuştur. Börklüce Mustafa (Dede Sultanın) Osmanlı aleyhinde çalıştığı yerdir İzmir.

Şeyh Bedrettin’in ve onun takipçileri Osmanlıdan intikamlarını Selanik dönmeleri kanalıyla 1924 de aldılar. Ve o Süfyanın kemiklerini bir zafer anıtı şeklinde memleketimize getirdiler.

Peki şimdi Simavnalı Şeyh Bedrettin Mahmud’un mezarı kemikleri nerededir.?

El cevap: Sultan Mahmut türbesi haziresinde dir. Defin tarihi ise tarihte yine önemli bir döneme rastlar. 1961 yani ihtilal zamanına. 1961 yani cuntacıların  zamanına.Menderes  ve arkadaşları 2 şer kere dar ağacına çekilip köhne yerlere defin edilip milletin bir fatihası onlardan esirgenirken malum komite yine zaferini ilan ediyor. Bedrettin’in kemikleri Osmanlı mirasına defnediliyor.

Evet onlar unutmuyorlar intikam alıyorlar. Şuursuz gençliğimiz ise hadiselerden habersiz tarihinden bihaber ecdadından habersiz.

Çelebi Mehmet’in fevkalade dirayeti o zaman  bu fitnenin önünü almayı başardı. Ve medh-ü senayı  kuran ile övülen necib Türk milleti bu elim hadiseden sonra sırlı 33 sene sonra İstanbul’u feth etti. Resullah(a.s)ın gaybi haberini ve mucizat-ı nebeviyyeyi tasdik edip isbatladı.

Bu eseri de aklı ölmemiş, kalbi sönmemiş, nur talebelerine  bir ikaz, bir hatırlatma, bir hüccet olarak yazdık ki düşmanları onları unutmadığı kadar onlarda düşmanlarına karşı müteyakkız  olsun. Medresetül  Zehra’nın zamane süfyanı  ile alakalı olarak verdiği karar Risale-i Nur ile infaz edilmiştir.

El baki hüvel baki nur fedaileri. (mart 2005)

Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur Külliyatı

Tefekkür Name

Kaynakça:Osmanlı tarihi (sabah gazetesi armağanı)

Histoire la turgua alphonde de la martin

Türkiye tarihi Pr.Dr.Yaşar Yücel Pr.Dr. Ali Sevim

Meydan laurase ansiklopedisi

Karacan ansiklopedisi

Türdav Osmanlıca Türkçe açıklamalı büyük lügat

İslam da mezhepler ve inanç yolları ansiklopedisi Güneş yayınları

hazırlayan : Risale-i Nur Talebeleri

 

 

 http://resailinnur.tr.gg