Takva

 

Takva hakkında bir tefsir şu bilgiyi veriyor: “Takva, lügatte vikaye’dendir. Aslı vakya’dır. Şeriatta iki manada kullanılır. Birisi geniş olan manasıdır ki, sonunda âhirete muzırr olanlardan sakınıp korunmak demektir.En yükseği de bütün mevcudiyetiyle Hakk’a tebettüldür. Bütün manasıyla Allah’ın vikayesine duhuldür ki, (3:102) يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ حَقَّ تُقَاتِهِ وَلاَ تَمُوتُنَّ إِلاَّ وَأَنتُم مُّسْلِمُونَkavlinde murad olan hakiki takva budur.

“Vicdanın anasır-ı erbaası ve ruhun dört havassı olan irade, zihin, his,latife-i Rabbaniye, herbirinin bir gayat-ül gayatı var: İradenin ibadetullahtır. Zihnin marifetullahtır. Hissin muhabbetullahtır. 

Latifeninmüşahedetullahtır. 

Takva denilen ibadet-i kâmile, dördünü tazammun eder.Şeriat şunları hem tenmiye, hem tehzib, hem bu gayat-ül gayata sevkeder.H:136

 

Yani şeri’ata imtisal edilmezse, tenmiye, tehzib ve en büyük gayeye varılamaz olduğu anlatılıyor.

 

 

Birde şeri’de mütearef olan hass manası vardır ki, mutlak olarak takva denildiği ve karine bulunmadığı zaman murad bu olur: Nefsi ukubete müstehıkk kılacak gerek fiil ve gerek terk herhangi bir günahtan korumaktır.

(53:32)الَّذِينَ يَجْتَنِبُونَ كَبَائِرَ الْإِثْمِ وَالْفَوَاحِشَ إِلَّا اللَّمَمَ إِنَّ رَبَّكَ وَاسِعُ الْمَغْفِرَةِ هُوَ

mucebince, bunda kebairden içtinab bil’ittifak lâzımdır. Sagairden içtinab hakkında söz edilmiştir.” (Elmalılı Tefsirinden telhisen alındı. 4479)

 

 

“İslâmiyetin dairesine selef-i sâlihîn gibi takva-yı kâmile kapısıyla ve zaruriyat-ı diniyenin imtisali tarîkıyla dâhil olanlarda meyl-üt tevessü’ ve irade-i içtihad bulunsa; o kemaldir ve tekemmüldür. Yoksa zaruriyatı terk eden

ve hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye tercih eden ve felsefe-i maddiye ile âlûde olanlardan olan o meyl-üt tevsi’ ve irade-i içtihad, vücud-u İslâmiyeyi tahrib ve boynundaki şer’î zincirini çıkarmağa vesiledir.”S:482

Bu kısımda, müctehidin sadece kesbî ilim değil,aynı zamanda takva-yı kâmile sahibi olması da şart ve lazımdır diye beyan ediliyor.

 

 

“Ey ehl-i iman! Bu müdhiş düşmanlarınıza karşı zırhınız: Kur’an tezgâhında yapılan takvadır. Ve siperiniz, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Sünnet-i Seniyesidir. Ve silâhınız, istiaze ve istiğfar ve hıfz-ı İlahiyeye ilticadır.” L:72

 

“Meselâ: Hâdisat-ı zamaniye bahanesiyle Vehhabîlik ve Melâmîliğinbir nev’ine zemin ihzar etmek tarzında, bazı ruhsat-ı şer’iyeyi perde yapıp eserler yazılmış. Risale-i Nur gerçi umuma teşmil suretiyle değil; fakat her halde hakikat-ı İslâmiyenin içinde cereyan edip gelen esas-ı velayet ve esas-ı takva ve esas-ı azimet ve esasat-ı Sünnet-i Seniye gibi ince fakatehemmiyetli esasları muhafaza etmek, bir vazife-i asliyesidir. Sevk-i zaruretle, hâdisatın fetvalarıyla onlar terkedilmez.” K:78

 

“Aziz, sıddık kardeşlerim!

            Latif ve manidar ve beşaretli iki hâdiseyi beyan ediyorum:

            Birincisi: Me’yusane bir hatıradan müjdeli bir ihtar:

            Bugünlerde hatırıma geldi ki: Hayat-ı içtimaiyeye giren hangi şeye temas etse, ekseriyetle günahlara maruz kalıyor. Her cihette günahlar serbestçe insanı sarıyorlar. Bu kadar günahlara karşı insanın hususî ibadet vetakvası nasıl mukabele edebilir? diye me’yusane düşündüm.

            Hayat-ı içtimaiyedeki Risale-i Nur talebelerinin vaziyetlerini tahattur ettim. Risale-i Nur şakirdleri hakkında necatlarına ve ehl-i saadet olduklarına dair kuvvetli işaret-i Kur’aniyeyi ve beşaret-i Aleviyeyi ve Gavsiyeyi düşündüm. Kalben dedim ki: “Herbiri bin yerden gelen günahlara karşı bir dil ile nasıl mukabele eder, galebe eder, necat bulur?” diye mütehayyir kaldım. Bu tahayyürüme mukabil ihtar edildi ki:

            Risale-i Nur’un hakikî ve sadık şakirdlerinin mabeynlerindeki düstur-u esasiye olan iştirak-i a’mal-i uhreviye kanunuyla ve samimî ve hâlis tesanüd sırrıyla herbir hâlis, hakikî şakird bir dil ile değil, belki kardeşleri adedince diller ile ibadet edip istiğfar ederek bin taraftan hücum eden günahlara, binler dil ile mukabele eder. Bazı melaikenin kırkbin dil ile zikrettikleri gibi; hâlis,hakikî, müttaki bir şakird dahi, kırkbin kardeşinin dilleriyle ibadet eder, necata müstehak ve inşâallah ehl-i saadet olur. Risale-i Nur dairesinde sadakat ve hizmet ve takva ve içtinab-ı kebair derecesiyle o ulvî ve küllî ubudiyete sahib olur. Elbette bu büyük kazancı kaçırmamak için takvada, ihlasta,sadakatta çalışmak gerektir.” K:96

 

            “İşte bu dehşetli musibette, ehl-i diyanet dahi büyük bir vartayadüşüyorlar ve kısmen anlamıyorlar.

            Ezcümle: Ben gördüm ki; ehl-i diyanet belki de ehl-i takva bir kısım zâtlar, bizimle gayet ciddî alâkadarlık peyda ettiler. O bir-iki zâtta gördüm ki;diyaneti ister ve yapmasını sever, tâ ki hayat-ı dünyeviyesinde muvaffak olabilsin, işi rastgelsin. Hattâ tarîkatı keşf ü keramet için ister. Demek âhiret arzusunu ve dinî vezaifin uhrevî meyvelerini, dünya hayatına bir dirsek, bir basamak gibi yapıyor. Bilmiyor ki, saadet-i uhreviye gibi saadet-i dünyeviyeye dahi medar olan hakaik-i diniyenin fevaid-i dünyeviyesi, yalnız müreccih (tercih edici) ve teşvik edici derecesinde olabilir. Eğer illet derecesine çıksa ve o amel-i hayrın yapmasına sebeb o faide olsa, o ameli ibtal eder; lâakall ihlası kırılır, sevabı kaçar.

            Bu hasta ve gaddar ve bedbaht asrın bela ve vebasından ve zulüm ve zulmetinden en mücerreb bir kurtarıcı, Risale-i Nur’un mizanları ve müvazeneleriyle, neşrettiği nur olduğunu kırkbin şahid vardır. Demek Risale-i Nur’un dairesine yakın bulunanlar, içine girmezse, tehlike ihtimali kavîdir.

 

            Evet يَسْتَحِبُّونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا عَلَى اْلآخِرَةِ(14:3) işaretiyle bu asır, hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye, ehl-i İslâm’a da bilerek severek tercih ettirdi. Hem bin üçyüz otuzdört (1334) [1] tarihinden başlayıp, öyle bir rejim ehl-i İslâm içine de sokuldu. Evet عَلَى اْلآخِرَةِcifir ve ebced hesabıyla 1333 veya dört ederek, aynı vakitte eski Harb-i Umumî’de İslâmiyet düşmanları galebe çalmakla, muahede şartlarını, [2] dünyayı dine tercih rejimi mebdeine tevafuk ediyor. İki-üç sene sonra bilfiil neticeleri görüldü.” K:109

 

 

(Bu mektub gayet ehemmiyetlidir)

            Aziz, sıddık kardeşlerim!

            Bugünlerde Kur’an-ı Hakîm’in nazarında imandan sonra en ziyade esas tutulan takva ve amel-i sâlih esaslarını düşündüm. Takva, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek; ve amel-i sâlih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def’-i şer, celb-i nef’a racih olmakla beraber; bu tahribat ve sefahet ve cazibedar hevesat zamanında bu takva olan def’-i mefasid ve terk-i kebair üss-ül esas olup, büyük bir rüchaniyet kesbetmiş.[3]

            Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takva bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur. Böyle kebair-i azîme içinde amel-i sâlihin ihlasla muvaffakıyeti pek azdır. Hem az bir amel-i sâlih, bu ağır şerait içinde çok hükmündedir.

            Hem takva içinde bir nevi amel-i sâlih var. Çünki bir haramın terki vâcibdir. Bir vâcibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var. Takva, böyle zamanlarda, binler günahın tehacümünde bir tek içtinab, az bir amelle, yüzer günah terkinde, yüzer vâcib işlenmiş oluyor. Bu ehemmiyetli nokta niyetiyle, takva nâmıyla ve günahtan kaçınmak kasdıyla, menfî ibadetten gelen ehemmiyetli a’mal-i sâlihadır.

            Risale-i Nur şakirdlerinin bu zamanda en mühim vazifeleri, tahribata ve günahlara karşı takvayı esas tutup davranmak gerektir. Madem her dakikada,şimdiki tarz-ı hayat-ı içtimaiyede yüz günah insana karşı geliyor; elbette takva ile ve niyet-i içtinab ile yüz amel-i sâlih işlemiş hükmündedir. Malûmdur ki; bir adamın bir günde harab ettiği bir sarayı, yirmi adam yirmi günde yapamaz ve bir adamın tahribatına karşı yirmi adam çalışmak lâzım gelirken; şimdi binler tahribatçıya mukabil, Risale-i Nur gibi bir tamircinin bu derece mukavemeti ve tesiratı pek hârikadır. Eğer bu iki mütekabil kuvvetler bir seviyede olsaydı, onun tamirinde mu’cizevari muvaffakıyet ve fütuhat görülecekti.

            Ezcümle: Hayat-ı içtimaiyeyi idare eden en mühim esas olan hürmet ve merhamet gayet sarsılmış. Bazı yerlerde gayet elîm ve bîçare ihtiyarlar ve peder ve vâlideler hakkında dehşetli neticeler veriyor. Cenab-ı Hakk’a şükür ki; Risale-i Nur bu müdhiş tahribata karşı, girdiği yerlerde mukavemet ediyor, tamir ediyor. Sedd-i Zülkarneyn’in tahribiyle, Ye’cüc ve Me’cüclerin dünyayı fesada vermesi gibi; şeriat-ı Muhammediye (A.S.M.) olan sedd-i Kur’anînin tezelzülüyle de Ye’cüc ve Me’cüc’den daha müdhiş olarak ahlâkta ve hayatta zulmetli bir anarşilik ve zulümlü bir dinsizlik fesada ve ifsadabaşlıyor.

            Risale-i Nur’un şakirdleri, böyle bir hâdisede manevî mücahedeleri, inşâallah zaman-ı Sahabedeki gibi az amelle, pek çok büyük sevab ve a’mal-i sâlihaya medar olur.

Said Nursî” K:148

 

“Sonra o zalim, dünyaca büyük makamlarda bulunan bedbahtlar dediler: “Sen yirmi senedir birtek defa takkemizi başına koymadın, eski ve yenimahkemelerin huzurunda başını açmadın,[4] eski kıyafetin ile bulundun. Halbuki onyedi milyon bu kıyafete girdi.” Ben de dedim: Onyedi milyon değil, belki yedi milyon da değil, belki rızasıyla ve kalben kabulüyle ancak yedi bin Avrupaperest sarhoşların kıyafetlerine ruhsat-ı şer’iye ve cebr-i kanunîcihetiyle girmektense; azimet-i şer’iye ve takva cihetiyle, yedi milyar zâtların kıyafetlerine girmeyi tercih ederim.” E:12

Yani kanunî cebr olunca ruhsat var. Fakat hakiki Nurcu nümune-i iktida olarak görünmesi cesaret-i diniyeyi takviye eder. Buna ictimaî psikoloji de denir.

 

İ’lem Eyyühel-Aziz! Ey nefis! Eğer takva ve amel-i sâlih ile Hâlıkını razı etti isen, halkın rızasını tahsile lüzum yoktur; o kâfidir. Eğer halk da Allah’ın hesabına rıza ve muhabbet gösterirlerse, iyidir. Şayet onlarınki dünya hesabına olursa kıymeti yoktur. Çünki onlar da senin gibi âciz kullardır. Maahaza ikinci şıkkı takib etmekte şirk-i hafî olduğu gibi, tahsili de mümkün değildir. Evet bir maslahat için sultana müracaat eden adam, sultanı irza etmiş ise, o iş görülür. Etmemiş ise halkın iltimasıyla çok zahmet olur. Maamafih yine sultanın izni lâzımdır. İzni de rızasına mütevakkıftır.” Ms:185

 

تَتَّقُونَ: Takva, tabakat-ı mezkûrenin ibadetlerine terettüb ettiğinden, takvanın bütün kısımlarına, mertebelerine de şamildir. Meselâ: Şirkten takva,kebairden masivaullahtan kalbini hıfzetmekle takva, ikabdan ictinab etmekle takva, gazabdan tahaffuz etmekle takva. Demek تَتَّقُونَkelimesi bu gibi mertebeleri tazammun eder. Ve keza ibadetin ancak ihlâs ile ibadet olduğuna ve ibadetin mahzan vesîle olmayıp maksûd-u bizzât olduğuna ve ibadetin sevab ve ikab için yapılmaması lüzumuna işarettir.” İ:99

 

 

 


[1]Rumi: 1918

[2] 22 Kasım 1922

[3] Istılahat-ı fıkhiyenin kavaid-i külliyenin 29.maddesidir. Keza İ.İ’cazda gayet ehemmiyetli şu kayıd var:

      “Biri menfaatleri celb, diğeri mazarratları def’etmek üzere terbiyenin iki esası vardır.” İ:19

[4] Müfsid medeniyeti bu tarz adetleri ile milleti ona alıştırmak alametlerindendir. Bu sebeble Hz. Üstad bunu nazara veriyor. Fakat böyle meselelere dikkat çekecek müteyakkız kişiler gerek…