¬v[¬&ÅI7!ö¬w´W²&ÅI7!ö¬yÁV7!ö¬v²K¬"

­­w[¬Q«B²K«9ö¬y¬"ö«—

|«V«2ö­•«ŸÅK7!ö«—ö­œ«ŸÅM7!ö«—ö«w[¬W«7@«Q²7!ö±¬Æ«*ö¬yÁV¬7ö­f²W«E²7«!

«w[¬Q«W²%«!ö¬y¬A²E«.ö«—ö¬y¬7³!ö|«V«2ö«—ö¯fÅW«E­8ö_«9¬G±¬[«,ö

 

Ehemmiyetli bir kaide-i Kur’aniye

“Bazan Kur’an, Cenab-ı Hakk’ın fiillerini tafsil ediyor. Sonra bir fezleke ile icmal eder. Tafsiliyle kanaat verir, icmal ile hıfzettirir, bağlar.” S:418

 

HUKUK-U UMUMİ

 

(Hukuk-ı umumiye ve şahsiye arasındaki farklar)

 

 

Aramada bakılan kelimeler:

Hukuk-u amme,

hukuk-u ibad,

hukuk-u şahsiye,

hukuk-u umumi,

hukuk-u ümmet,

 

Hukukullah sayılan Hukuk-ı umumi ve hasseten bu hukukun en üst derecesi olan hukuk-ı dinî ve uhrevî, hukuk-ı şahsîden milyonlarca daha çok ehemmiyetli olduğu halde, mevcud insan ve islam dünyasının ekseriyeti maalesef ki hukuk-ı şahsiyeyi üstün tutuyor ve bu anlayışa göre hareket ediyor. Bu sebeble bu meselenin Risale-i Nurdaki beyan ve izahlardan az bir kısmını tesbit edip nazara vermeyi lüzumlu gördük.

 

Mesela: “Otuzbirinci âyetin işaretinin beyanında, @«[²9ÇG7!ö«?x«[«E²7!ö«–xÇA¬E«B²,«< bahsinde denilmiş ki: Bu asrın bir hassası şudur ki; hayat-ı dünyeviyeyi, hayat-ı bâkiyeye bilerek tercih ettiriyor. Yani kırılacak bir cam parçasını, bâki elmaslara bildiği halde tercih etmek bir düstur hükmüne geçmiş.” K:104

 

 

“Evet hayat-ı dünyeviyenin muhafazası için zaruret derecesinde olmak şartıyla, bazı umûr-u uhreviyeye muvakkaten tercih edilmesine ruhsat-ı şer'iye var. Fakat yalnız bir ihtiyaca binaen, helâkete sebebiyet vermeyen bir zarara göre tercih edilmez, ruhsat yoktur. Halbuki bu asır, o damar-ı insanîyi o derece şırınga etmiş ki; küçük bir ihtiyaç ve âdi bir zarar-ı dünyevî yüzünden elmas gibi umûr-u diniyeyi terkeder.” K:105

 

 

“...eğer insan, enaniyetine istinad edip hayat-ı dünyeviyeyi gaye-i hayal ederek derd-i maişet içinde muvakkat bazı lezzetler için çalışsa, gayet dar bir daire içinde boğulur gider. Ona verilen bütün cihazat ve âlât ve letaif, ondan şikayet ederek haşirde onun aleyhinde şehadet edeceklerdir. Ve davacı olacaklardır.” S:324

 

 

Keza, “Bazılarımızdaki dikkatsizlikten ve ecnebilerin zararlı seciyelerini almamızdan, kuvvetli ve kudsî İslâmî milliyetimizle beraber herkes "nefsî! nefsî" demekle ve milletin menfaatini düşünmemekle -menfaat-ı şahsiyesini düşünmekle- bin adam, bir adam hükmüne sukut eder.

¬p²AÅO7@¬"öÊ]¬9«G«8ö­yÅ9«ž¬ö¬–@«,²9¬ž²!ö«w¬8ö«j²[«V«4ö­y­,²S«9ö­y­BÅW¬;ö«–@«6ö²w«8

Yani: Kimin himmeti yalnız nefsi ise, o insan değil.” H:59

 

 

 

Evet, “ Menfaat-ı şahsiyesine hasr-ı nazar eden, insanlıktan çıkar, masum olmayan câni bir hayvan olur. Birşey elinden gelmese, hakikî özrü olsa o müstesna!.” H:60

 

İşte nümune olarak nazara verilen az bir kısım olan bu beyanlar, dünyevî menfaatı saadet-i ebediyeye bilerek tercih eden ekser müslümanların mevcud durumlarını nazara verip ikaz eder.

 

Şahsî hukukta müsamaha ve afv etmek fazilet ve umumî hukukta ise hiyanet olduğu şöyle ifade ediliyor:

 

“Ferd mütekellim-i vahde olsa, müsamahası ve fedakârlığı amel-i sâlihtir; mütekellim-i maalgayr olsa, hıyanettir, amel-i talihtir. Bir şahıs, kendi namına hazm-ı nefs eder, tefahur edemez; millet namına tefahur eder, hazm-ı nefs edemez.” M:477

 

 

Yukarıda geçen hıyanet dahi şöyle tarif edilir:

 

Ragıb der ki, hıyanet ve nifak birdir. Ancak “hıyanet”, ahd ü emanet itibariyle söylenir, “nifak” da din itibariyle söylenir. Sonra da bunlar tedahül ederler. Şu halde hıyanet, gizlice ahdi bozarak hakka muhalefet etmektir ki, bunun nakizi emanettir.” (Elmalılı Tefsiri, sh: 5l30)

 

 

Mektubat eserinde şu ikaz var:

“Haricî düşmanların zuhur ve tehacümünde dahilî adavetleri unutmak ve bırakmak olan bir maslahat-ı içtimaiyeyi en bedevi kavimler dahi takdir edip yaptıkları halde, şu cemaat-ı İslâmiyeye hizmet dava edenlere ne olmuş ki; bir­biri arkasında tehacüm vaziyetini alan hadsiz düşmanlar varken, cüz’i adavetleri unutmayıp, düşmanların hücumuna zemin hazır ediyorlar. Şu hal bir sukuttur, bir vahşettir. Hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye bir hiyanettir.” M.269         

Demek hukuk-ı umumiyeye muhalefet, mesuliyeti çok büyük olan bir haksızlık ve cinayet olduğu sarahatla nazara verildi.

 

 

Keza Nur hizmetinde ihlası kırmak, umumi hukuka Tecavüz Etmek Mahiyetinde olduğu da şöyle izah edilir:

“…Gayet ağır ve büyük ve umumî ve kudsî bir vazife-i imaniye ve hizmet-i Kur'aniye omuzumuza ihsan-ı İlahî tarafından konulmuş; elbette herkesten ziyade bütün kuvvetimizle ihlası kazanmaya mecbur ve mükellefiz ve ihlasın sırrını kendimizde yerleştirmek için gayet derecede muhtacız. Yoksa hem şimdiye kadar kazandığımız hizmet-i kudsiye kısmen zayi' olur, devam etmez; hem şiddetli mes'ul oluruz. ®Ÿ[¬V«5ö@®X«W«$ö|¬#@«<³@¬"ö!:­h«B²L«#ö«ž«:   âyetindeki şiddetli tehdidkârane nehy-i İlahîye mazhar olup, saadet-i ebediye zararına manasız, lüzumsuz, zararlı kederli, hodfüruşane, sakil, riyakârane bazı hissiyat-ı süfliye ve menafi'-i cüz'iyenin hatırı için ihlası kırmakla; hem bu hizmetteki umum kardeşlerimizin hukukuna tecavüz, hem hizmet-i Kur'aniyenin hizmetine taarruz, hem hakaik-i imaniyenin kudsiyetine hürmetsizlik etmiş oluruz.” L:159

 

Yani cemaat içinde görünüp, bazı düsturlara aykırı ve aleni ve hatta gereklidir manasına gelen bir anlayışla ve hizmet adına hareket etmek, umumi hukuk olan hizmetin ve hakiki Nurcuların hukukuna tecavüz olacağı, bu beyan ile sarahaten ihtar ediliyor. Demek şahsî hata bir kişiye zarar verirken, umumi hukuk dairesindeki hata miyonların hukukuna dokunuyor.

 

 

Hz. Üstad diyor ki:   “Meşveret-i şer'iyeden aldığım ders budur: Şu zamanda bir adamın bir günahı, bir kalmıyor. Bazan büyür, sirayet eder, yüz olur. Birtek hasene bazan bir kalmıyor. Belki bazan binler dereceye terakki ediyor. Bunun sırr-ı hikmeti şudur:

Hürriyet-i şer'iye ile meşveret-i meşrua, hakikî milliyetimizin hâkimiyetini gösterdi. Hakikî milliyetimizin esası, ruhu ise İslâmiyet'tir. Ve hilafet-i Osmaniye ve Türk Ordusunun o milliyete bayraktarlığı itibariyle, o İslâmiyet milliyetinin sadefi ve kal'ası hükmünde Arab ve Türk hakikî iki kardeş, o kal'a-i kudsiyenin nöbettarlarıdırlar.

İşte bu kudsî milliyetin rabıtasıyla, umum ehl-i İslâm bir tek aşiret hükmüne geçiyor. Aşiretin efradı gibi İslâm taifeleri de, birbirine uhuvvet-i İslâmiye ile mürtebit ve alâkadar olur. Birbirine manen, lüzum olsa maddeten yardım eder. Güya bütün İslâm taifeleri bir silsile-i nuraniye ile birbirine bağlıdır. Nasılki bir aşiretin bir ferdi bir cinayet işlese, o aşiretin bütün efradı, o aşiretin düşmanı olan başka aşiretin nazarında müttehem olur. Güya herbir ferd o cinayeti işlemiş gibi, o düşman aşiret onlara düşman olur. O tek cinayet, binler cinayet hükmüne geçer. Eğer o aşiretin bir ferdi o aşiretin mahiyetine temas eden medar-ı iftihar bir iyilik yapsa, o aşiretin bütün efradı onunla iftihar eder. Güya herbir adam, aşirette o iyiliği yapmış gibi iftihar eder.

İşte bu mezkûr hakikat içindir ki, bu zamanda, hususan kırk-elli sene sonra seyyie, fenalık işleyenin üstünde kalmaz. Belki milyonlar nüfus-u İslâmiyenin hukuklarına tecavüz olur. Kırk-elli sene sonra çok misalleri görülecek.” H:55

Yani bu anlatılan yanlış hareketler olacak. Evet bu beyan bir nevi ihbar-ı gaybidir.

 

 

Umumi musibetlerin gelmesi de, bu nevi umumi hukuka tecavüzlerin sebeb olduğunu söyleyen Hz. Üstada sorulan bir sual:

Bazı eşhasın hatasından gelen bu musibet bir derece memlekette umumî şekle girmesinin sebebi nedir?

Elcevab: Umumî musibet, ekseriyetin hatasından ileri gelmesi cihetiyle ekser nâsın o zalim eşhasın harekâtına fiilen veya iltizamen veya iltihaken taraftar olmasıyla manen iştirak eder, musibet-i âmmeye sebebiyet verir.” S:172

 

Yukarıda geçn fiilen tabiri, mevcud ahirzaman fitnesinin bid’alarını, şuursuzca taklid edip yaşanmasını; iltizamen, şuursuzca değil, lüzumlu görüp yaşanmasını; iltihaken ise, bid’a cereyanına katılarak desteklenmesini ifade eder. 

 

 

Evet, “.... Bu asırdaki ehl-i İslâm'ın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli canileri de âlîcenabane afvetmesi; ve bir tek haseneyi, binler seyyiatı işleyen ve binler manevî ve maddî hukuk-u ibadı mahveden adamdan görse, ona bir nevi tarafdar çıkmasıdır. Bu suretle ekall-i kalil olan ehl-i dalalet ve tuğyan; safdil tarafdar ile ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatasına terettüb eden musibet-i âmmenin devamına ve idamesine belki teşdidine kader-i İlahiyeye fetva verirler; biz buna müstehakız derler. Evet elması bildiği (âhiret ve iman gibi) halde, yalnız zaruret-i kat'iyye suretinde şişeyi (dünya ve mal gibi) ona tercih etmek ruhsat-ı şer'iye var. Yoksa küçük bir ihtiyaçla veya heves ile veya tama' ve hafif bir korku ile tercih edilse; eblehane bir cehalet ve hasarettir, tokada müstehak eder. Hem âlîcenabane afvetmek ise, yalnız kendine karşı cinayetini afvedebilir. Kendi hakkından vazgeçse hakkı var; yoksa başkalarının hukukunu çiğneyen canilere afuvkârane bakmağa hakkı yoktur, zulme şerik olur.K:25

 

 Bu parağrafta geçen, biz buna müstehakız derler.” İfadesinden anlaşılıyor ki, ehl-i tuğyan tarafından aldatılanlar, hukuk-ı umumiyeyi çiğneyenlere alet olmaları sebebiyle nifak cereyanının cinayetine ortak oluyorlar ve mazur değidirler. Hukuk-ı umumiyenin en büyüğü olan hukuk-i diniyenin aleyhinde yapılan ve yaptırılan tecavüzün mesuliyet derecesi eş kabul etmez cinayettir. Ciddi manada dikkat gerek.

 

 

Bediüzzaman Hz. Meseleye şöyle dikkat çekip diyor ki:

­*@ÅX7!ö­v­UÅ,«W«B«4ö!x­W«V«1ö«w<¬HÅ7!ö]«7¬!ö!x­X«6²h«#ö«ž«:ö âyet-i kerimesi fermanıyla: Zulme değil yalnız âlet olanı ve tarafdar olanı, belki edna bir meyledenleri dahi, dehşetle ve şiddetle tehdid ediyor. Çünki rıza-yı küfür, küfür olduğu gibi; zulme rıza da zulümdür.” M:361

 

 

Bediüzzaman Hazretleri mevcud Âlem-i İslama ve bilhassa dinî hizmet dairesine hitaben diyor ki:

“O düşman daireler ehl-i dalalet ve ilhaddan tut, tâ ehl-i küfrün âlemine, tâ dünyanın ehval ve mesaibine kadar birbiri içinde size karşı zararlı bir vaziyet alan, birbiri arkasında size hiddet ve hırs ile bakan, belki yetmiş nevi düşmanlar var. Bütün bunlara karşı kuvvetli silâhın ve siperin ve kal'an: Uhuvvet-i İslâmiyedir. Bu kal'a-i İslâmiyeyi, küçük adavetlerle ve bahanelerle sarsmak; ne kadar hilaf-ı vicdan ve ne kadar hilaf-ı maslahat-ı İslâmiye olduğunu bil, ayıl!..”M:269

Bu gelen ayet-i kerime, gelmiş ve gelecek fir’avunluk ve deccaliyet gibi cereyanlara atfen diyor ki:

_®Q«[¬- _«Z«V²;Ï~ «u«Q«%«— ¬Œ²‡Ïž² z¬4 Ÿ¸«2 «–²x«2²h¬4 Å–Ë~

Çünkü Firavun, o yerlerde gerçekten azmış, halkını parça parça etmişti. (Kur’an, 28:4)

Yani nifak cereyanının İslam dairesindeki en büyük plânı, müslümanları boğuşturup parçalamakla kuvvetsiz bırakıp, böylece onları kolay ele geçirmek ve yutmaktır. Bilhassa dinî cemaatlerin birliğini koruyan bazı şahısları, şer’î hükümleri nazara almadan ve şahsî ve âdî bahanelerle çürütüp nazardan düşürmek ve böylece cemaatı dağıtmak plânları karşısında çok müteyakkız olmak gerektiğine dikkat çeken ikazlar, Risalelerde defalarca bildirilir. Bediüzzaman Hz. Kendi şahsından bizleri ikaz için söylediği bu manadaki ikazlardan bazıları şöyledir:

 

“Eğer beni çürütmek ve efkâr-ı âmmeden düşürtmek, iskat ettirmekten muradları, tercümanlık ettiğim hakaik-i imaniye ve Kur'aniyeye ait ise beyhudedir. Zira Kur'an yıldızlarına perde çekilmez. Gözünü kapayan yalnız kendi görmez, başkasına gece yapamaz.” M:65

 

 

Benim şahsımı çürütmek fikriyle, bir kısım resmî memurlar, hiç kimsenin inanmayacağı isnadlarda bulundular. Pek acib iftiraları işaaya çalıştılar.” L:258

 

 

“Benim ve Nurların gizli düşmanlarımız, benim istemediğim halde hakkımdaki teveccüh-ü âmmeyi kırmak ile Nur'un fütuhatına sed çekilir diye, bazı safdil resmî memurları kandırıp, şahsımı millet nazarında çürütmek fikriyle, ihanetkârane böyle muameleye sevketmişler. Buna karşı inayet-i İlahiye, Nurların iman hizmetine mukabil, bir ikram olarak, o bir tek adamın ihanetine bedel, bu yüz adama bak! Hizmetinizi takdir ile şefkatkârane acıyarak alâkadarane sizi istikbal ve teşyi' ediyorlar. L:261

 

 

“O zındıklar, Risale-i Nur'u ve şakirdlerini tarîkata ve bilhassa Nakşî Tarîkatına kıyas edip, o ehl-i tarîkatı mağlub ettikleri plânlar ile bizleri çürütmek ve dağıtmak fikriyle bu hücumu yaptılar.

Evvelâ: Ürkütmek ve korkutmak ve o mesleğin sû'-i istimalatını göstermek.

Ve sâniyen: O mesleğin erkânlarının ve müntesibîninin kusuratlarını teşhir etmek.” Ş:302  

 

 

Hukuk-ı ibadın tahakkuku için, hukukullahın takib edilmesinin şart olduğunu anlatan Bediüzzaman Hz. Şu hususu nazara veriyor:

“İslâmiyet'in ikinci bir kanun-u esasîsi şu hadîs-i şeriftir:

²v­Z­8¬(@«'ö¬•²x«T²7!ö­G±¬[«, hakikatıyla, memuriyet bir hizmetkârlıktır; bir hâkimiyet ve benlik için tahakküm âleti değil. Bu zamanda terbiye-i İslâmiyenin noksaniyetiyle ve ubudiyetin za'fiyetiyle benlik, enaniyet kuvvet bulmuş. Memuriyeti hizmetkârlıktan çıkarıp, bir hâkimiyet ve müstebidane bir mertebe tarzına getirdiğinden; abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi, adalet adalet olmaz, esasıyla da bozulur ve hukuk-u ibad da zîr ü zeber olur. Hukuk-u ibad, hukukullah hükmüne geçemiyor ki, hak olabilsin; belki nefsanî haksızlıklara vesile olur.” Em:173

 

Şeair-i İslâmiye, hukuk-u umumiyenin en önemlilerinden olduğuna dikkat çeken Bediüzzaman Hz. Şu izahatı veriyor:

 “Nasıl "hukuk-u şahsiye" ve bir nevi hukukullah sayılan "hukuk-u umumiye" namıyla iki nevi hukuk var; öyle de: Mesail-i şer'iyede bir kısım mesail, eşhasa taalluk eder; bir kısım, umuma, umumiyet itibariyle taalluk eder ki; onlara "Şeair-i İslâmiye" tabir edilir. Bu şeairin umuma taalluku cihetiyle umum onda hissedardır. Umumun rızası olmazsa onlara ilişmek, umumun hukukuna tecavüzdür. O şeairin en cüz'îsi (sünnet kabilinden bir mes'elesi) en büyük bir mes'ele hükmünde nazar-ı ehemmiyettedir. Doğrudan doğruya umum âlem-i İslâma taalluk ettiği gibi; Asr-ı Saadetten şimdiye kadar bütün eazım-ı İslâmın bağlandığı o nuranî zincirleri koparmaya, tahrib ve tahrif etmeye çalışanlar ve yardım edenler düşünsünler ki, ne kadar dehşetli bir hataya düşüyorlar. Ve zerre miktar şuurları varsa, titresinler!..” M:396

Mezkür nokta-i nazar ile şimdiki umumi anlayış ve yaşayışa bakılınca, mevcud durumun vehameti nazara çarpar.

Bediüzzaman Hz. Diyor ki:   “...madem ö!x­X«8³~ö«w<¬HÅ7!ö@«ZÇ<«!ö@«<ö   gibi hitablarda her asır gibi, bu asırdaki ehl-i iman, Asr-ı Saadetteki mü'minler gibi dâhildir.Ve madem İslâmiyet noktasında bu asır, gayet ehemmiyetli ve dehşetlidir. Kur'an ve Hadîs ihbar-ı gaybî ile, ehl-i imanı onun fitnesinden sakınmak için şiddetle haber vermiş.” K:186

 

 

Hukuk-ı umumiye olan şeairin, yani İslamî adetlerin ciddiyetiyle yaşandığı İslam cemiyetinin ehemmiyeti hakkında yine Bediüzzaman Hz. diyor:

 

“Sünnet-i Seniyenin içinde en mühimmi, İslâmiyet alâmetleri olan ve şeaire de taalluk eden Sünnetlerdir. Şeair, âdeta hukuk-u umumiye nev'inden cem'iyete ait bir ubudiyettir. Birisinin yapmasıyla o cem'iyet umumen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de umum cemaat mes'ul olur. Bu nevi şeaire riya giremez ve ilân edilir. Nafile nev'inden de olsa, şahsî farzlardan daha ehemmiyetlidir.” L:54

 

 

Her türlü neşriyatla yapılan şeair aleyhindeki telkinlerin ve dolayısiyle bid’alara teşvik edici yaşayış ve hareketlerin  hukuk-ı umumiyeye tecavüz olduğuna dikkat çeken Bediüzzaman Hz. Şu hitabede bulunuyor:

 

 

“İ'lem ey hitabet-i umumiye sıfatı ile gazete lisanıyla konferans veren muharrir! Sen, kendi nefsini aşağı göstermeye ve nedamet ederek kusurlarını ilân etmeye hakkın var. Fakat şeair-i İslâmiyeye zıd ve muhalif olan herzeler ile İslâmiyeti lekelendirmeğe kat'iyyen hakkın yoktur.

Seni kim tevkil etmiştir? Fetvayı nereden alıyorsun? Hangi hakka binaen milletin namına, ümmetin hesabına İslâmiyet hakkında hezeyanları savurarak dalaletini neşr ve ilân ediyorsun? Milleti, ümmeti kendin gibi dâll zannetme. Dalaletini kime satıyorsun? Burası İslâmiyet memleketidir, Yahudi memleketi değildir. Cumhur-u mü'minînin kabul etmediği bir şeyin gazete ile ilânı, milleti dalalete davettir, hukuk-u ümmete tecavüzdür. Bir adamın hukukuna tecavüze cevaz-ı kanunî olmadığı halde, koca bir milletin belki âlem-i İslâmın hukukuna hangi cesarete binaen tecavüz ediyorsun? Ağzını kapat!..” Ms:89