FİTNEDEN TAYAKKUZ DERSİ
Çok kere nazara verilen dersler ve tekrar edilen ikazlar, cemiyette ortaya çıkan meselelere göre olması, umumi bir kaidedir.
Nurculuk cereyanı, âhirzamanın en dehşetli fitnesi olan süfyaniyetin tahribatını tamir etmek hareketi olduğu, Risale-i Nur müvacehesinde müsellemdir. Hakiki Nurcular, Beynelmilel bu gizli ifsad cereyanına karşı lâkayd kalamaz. Risale-i Nurdan, giderek artan gaflet ve sefaheti önleyecek ders ve ikazları nazara vermeleri lâzımdır.
Şimdi bu mevzu ile alâkalı olarak Risale-i Nurdan tesbit edilen birkaç parça nakledilecek. Şöyle ki:
“وَلاَ تَرْكَنُوا اِلَى الَّذِينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّار(11:113) âyet-i kerimesi fermanıyla: Zulme değil yalnız âlet olanı ve tarafdar olanı, belki edna bir meyledenleri dahi, dehşetle ve şiddetle tehdid ediyor.” M:361
Bu beyanda zalimlere tarafdar olmayı değil, hafif yollu meyletmeyi dahi yasaklayan bu kur’anî hükmün beyanına uygun olarak Hz. Üstad diyor ki:
“Ben ve benim gibi dünyadan küsmüş ve yalnız kabrine çalışanlar; elbette bin üçyüzelli senede, ecdadımızın mesleğinde ve Kur’anımızın daire-i terbiyesinde ve her zamanda üçyüzelli milyon mü’minlerin takdis ettiği düsturlarının müsaade ettiği tarzda hayat-ı bâkiyesine çalışmayı terkedip; gizli düşmanlarımızın icbarıyla ve desiseleriyle fâni ve kısacık hayat-ı dünyeviyesi için, sefihane bir medeniyetin ahlâksızcasına belki bir nevi bolşevizmde olduğu gibi vahşiyane kanunlara, düsturlara tarafdar olup onları meslek kabul etmekliğimiz hiç mümkün müdür?” Ş:394
“İşte bu hakikata binaendir ki; Ayasofya’yı puthane ve Meşihat’ı kızların lisesi yapan bir kumandanın keyfî kanun namındaki emirlerine fikren ve ilmen tarafdar değiliz ve şahsımız itibariyle amel etmiyoruz.” Ş:394
Bu beyanlar sarihtir ve te’vil kaldırmaz.
Ahirzaman fitnesini teşkil eden bu zamanın yaygınlaşmış bid’alarının anarşiyi netice verecek derecede dehşetli olacağını bilen Bediüzzaman Hz. Bu bid’aların yedi kebaire girmesinin lüzumunu görüp bu ekber-ül kebairi mektubunda şöyle kaydeder:
“Kebair çoktur, fakat ekber-ül kebair ve mubikat-ı seb’a tabir edilen günahlar yedidir: "Katl, zina, şarab, ukuk-u valideyn (yani kat’-ı sıla-yı rahm), kumar, yalancı şehadetlik, dine zarar verecek bid’alara tarafdar olmak"tır.” B:335
Yani bu asırdaki bid’alara tarafdarlık, yedi günah-ı kebairden olduğunu Hz. Üstad ciddiyetle nazara verir ve verilmelidir. Bu felâket giderek çok şiddetlendiğinden, bunların ders ve neşirleri hakiki Nurcunun ele alacağı ehemmiyeli belki zaruri bir meseledir. Çünki gizli ve sinsi cereyan, milletimizin içinde yaşadığı Türkiye gemisini batırmaya çalışıyor. Bu durumları gören Bediüzzaman Hz. Seneler öncesi yaptığı ikazlarından birisinde ehl-i siyasete şöyle diyor:
“…..eğer şimdi, eski zaman gibi kahramancasına Kur'an'a ve hakaik-i imana sahib çıkmazsanız ve sizler gibi ehl-i hamiyet, eskide yanlış bir surette ve din zararına medeniyetin propagandası yerinde doğrudan doğruya hakaik-i Kur'aniye ve imaniyeyi tervice çalışmazsanız, size kat'iyyen haber veriyorum ve kat'î hüccetlerle isbat ederim ki; âlem-i İslâmın muhabbet ve uhuvveti yerine, dehşetli bir nefret ve kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk milletine bir adavet ve şimdi âlem-i İslâmı mahva çalışan küfr-ü mutlak altındaki anarşiliğe mağlub olup, âlem-i İslâmın kal'ası ve şanlı ordusu olan bu Türk milletinin parça parça olmasına ve şark-ı şimalîden çıkan dehşetli ejderhanın istila etmesine sebebiyet verecek.” E:218
“Eğer beşer çabuk aklını başına alıp adalet-i İlahiye namına ve hakaik-i İslâmiye dairesinde mahkemeler açmazsa, maddî ve manevî kıyametler başlarına kopacak, anarşilere, ye'cüc ve me'cüclere teslim-i silâh edecekler diye kalbe ihtar edildi.” H:79
Avam sınıfının aldanıp ve aldatılıp zulme alet edilmesi sebebiyle gelen musibet-i âmme:
“Bu asırdaki ehl-i İslâm’ın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli canileri de âlîcenabane afvetmesi; ve bir tek haseneyi, binler seyyiatı işleyen ve binler manevî ve maddî hukuk-u ibadı mahveden adamdan görse, ona bir nevi tarafdar çıkmasıdır…..
Bu suretle ekall-i kalil olan ehl-i dalalet ve tuğyan; safdil tarafdar ile ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatasına terettüb eden musibet-i âmmenin devamına ve idamesine belki teşdidine kader-i İlahiyeye fetva verirler; biz buna müstehakız derler.” K:25
“Ve binler müslümanların hayat-ı ebediyelerini mahveden ve yüzer ehl-i imanın sû’-i akibetine ve müdhiş günahlara sevkeden adamlara şefkatkârane tarafdar olmak ve merhametkârane cezadan kurtulmalarına dua etmek, elbette o mazlum ehl-i imana dehşetli bir merhametsizlik ve şeni’ bir gadirdir.” K:75
Yani, avamın aldatılıp zulme alet edilmemesi için, tebliğ dairesinde bulunan Nurcu, eğer kitaba sâdık bir dava adamı ise, sinsi şer cereyanına karşı, Nurun böyle ikazlariyle ikazatta bulunmaları lâzımdır. Tâ ki avam, sinsi cereyanı tanıyıp ona aldanıp alet edilemesin.
İşte hakiki Nurculara örnek olacak bu tarz ikazları Hz. Üstad neşrederek dikkat çekmiştir. Nazara verdiği bu ikazlardan birinde şöyle diyor:
“Reisicumhur'a gönderilen istidanın zeylidir ki, mecbur oldum yazmağa.
Bana hücum eden garazkârların en esaslı sebebi; Mustafa Kemal'in dostluğu ve tarafgirliği vesilesiyle beni eziyorlar. Ben de o garazkârlara derim ki: Ölmüş gitmiş ve dünyadan ve hükûmetten alâkası kesilmiş bir adam hakkında otuz sene evvel bir hadîs-i şerifin ihbarıyla, Kur'ana zararlı öyle bir adam çıkacak dediğimi ve sonra Mustafa Kemal o adam olduğunu zaman gösterdi.
Ben de beşyüz seneden beri kahramanlığıyla ve hakperestliğiyle dünyaya meydan okuyan kahraman bir ordunun şerefini ve zaferini, hilaf-ı hakikat olarak M. Kemal'e vermediğim için, garazkâr dostları beni yirmi senedir bahanelerle tazib ediyorlar.
Evet -mahkemede isbat ettiğim gibi- "Şerefler, müsbet hayırlar, maddî-manevî ganîmetler orduya, cemaata verilir, tevzi' edilir; kusurlar, menfî icraatlar başa, reise verilir" diye bir kaide-i hakikatla, kahraman ordunun ve bilfiil asker ve asker başında çalışan cesur zabitlerin zaferleri ve şerefleri Mustafa Kemal'e verilmez. Belki kusurlar, hatalar yalnız ona verilir diye beni onu sevmemekle ittiham edenleri, kahraman orduyu sevmemekle ve şereflerini kırmakla ittiham edip onlara hain-i millet nazarıyla bakıyorum. Bu hakikatı mahkemede isbat ettiğim gibi, onun muannid dostlarına da isbat etmeye hazırım. Ben bu mübarek milletin bahadır ordusunun milyonlar efradı ve zabitlerini severim. Hürmetlerini, haysiyetlerini elimden geldiği kadar muhafaza ediyorum. Benim karşımdaki garazkâr muarızlarım, bir tek adamı sevmek yolunda, milyonlar efrada manen ihanet, belki adavet ediyorlar.
Evet çok emarelerle bildik ki; bana hücum edenleri tahrik eden, Mustafa Kemal'e itirazımdır ve ona dost olmadığımdır. Başka sebebler bahanedir…..
Bu gelen üç madde, beni onun dostluğundan vazgeçirdi. Yirmi sene inzivada azab çektim, dünyalarına karışmadım.
Birinci Madde: Bir hadîs-i şerifin, âhirzamanda an'anat-ı İslâmiyenin zararına çalışacak diye haber verdiği adam, bu olduğunu ef'aliyle göstermesidir. Ben otuzaltı sene evvel[1]o hadîsi tefsir etmiştim. Aynen bu adama manası çıkmış. Mahkemedeki müdafaatımın "Üçüncü Esas"ında izahı var.” E:284
Ahirzamana bakan hadisler hakkında izahını yapan Bediüzzaman Hz. şu izahı veriyor:
“Süfyan ve Mehdi hakkındaki hadîslerin ifade ettikleri mana budur ki: Âhirzamanda dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulacak:
Birisi: Nifak perdesi altında, risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) inkâr edecek Süfyan namında müdhiş bir şahıs, [2] ehl-i nifakın başına geçecek, şeriat-ı İslâmiyenin tahribine çalışacaktır. ona karşı Âl-i Beyt-i Nebevînin silsile-i nuranîsine bağlanan, ehl-i velayet ve ehl-i kemalin başına geçecek Âl-i Beytten Muhammed Mehdi isminde bir zât-ı nuranî,[3]o Süfyan’ın şahs-ı manevîsi olan cereyan-ı münafıkaneyi öldürüp dağıtacaktır.” M:56
“Evet evvelâ: Başta لاَ اِكْرَاهَ فِى الدِّينِ قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْد (2:256) cümlesi, makam-ı cifrî ve ebcedî ile bin üçyüz elli (1350) [4] tarihine parmak basar ve mana-yı işarî ile der: Gerçi o tarihte, dini dünyadan tefrik ile dinde ikraha ve icbara ve mücahede-i diniyeye ve din için silâhla cihada muarız olan hürriyet-i vicdan, hükûmetlerde bir kanun-u esasî, bir düstur-u siyasî oluyor ve hükûmet lâik cumhuriyete döner. Fakat ona mukabil manevî bir cihad-ı dinî, iman-ı tahkikî kılıncıyla olacak. Çünki dindeki rüşd ü irşad ve hak ve hakikatı gözlere gösterecek derecede kuvvetli bürhanları izhar edip tebyin ve tebeyyün eden bir nur Kur’an’dan çıkacak diye haber verip, bir lem’a-i i’caz gösterir.” Ş:271
Bu kısımda, din düşmanlarının sinsi veya aşikâr olarak dini tahrib etmelerine karşı devlet, dini koruma vazifesini terk eden rejime dönünce, sivil sahada, dini düşmanlarından koruyacak bir hareketin bulunmasının lüzumu bildiriliyor. Nitekim bir âyette şöyle buyrulur:
وَلْتَكُنمِّنكُمْأُمَّةٌيَدْعُونَإِلَىالْخَيْرِوَيَأْمُرُونَبِالْمَعْرُوفِوَيَنْهَوْنَعَنِ
الْمُنكَرِوَأُوْلَئِكَهُمُالْمُفْلِحُونَMeal-i Şerifi: “Hem sizden müteşekkil, önde gider, hayra davet eder, maruf ile emir ve münkerden nehyeyler bir ümmet (bir cemaat) olsun. İşte onlardır o felahı bulacaklar...”
Hayra davet, emr-i bilmaruf ve nehy-i anilmünker, alel-umum müslümanlara farz-ı kifayedir. Bu yapılmayınca hiç bir müslüman mes’uliyetten kendini kurtaramaz.
Alel-umum müslümanların vazifeleri, içlerinden bunu yapacak bir ümmet-i mahsusa teşkil etmek ve onlara muavenet ve ittiba ederek o vasıta ile bu vazifeyi ifa ettirmektir.” (Elmalılı Tefsiri sh.1154)
Dine hizmet yolunda önde giden bu cemaat, asrın gayr-ı İslâmî alışkanlıklarının tesirinde kalmamalı ve levm-i lâimin tenkid ve kem nazarından çekinip aşağılık duygusuna kapılmamalıdır. Kur’an (3:102) âyetinin izahında şöyle deniliyor:
“Allah yolunda hakkıyla ve gücünün yettiği kadar mücahede etmek ve bu babda hiç kimsenin levminden korkmamak, hatta anası babası kendi aleyhinde bile olsa, Allah için adl ü hakkaniyetten ayrılmamaktır ki bu, hak, vücub ve sübut mânasındadır ve (64:16) âyeti bunun beyanıdır.” (Aynı eser sh.1155)
İşte Bediüzzaman Hz. Mütecaviz cereyana karşı mahkemede şöyle haykırıyor:
“Yüzer milyon başların feda oldukları bir kudsî hakikata, başımız dahi feda olsun. Dünyayı başımıza ateş yapsanız, hakikat-ı Kur’aniyeye feda olan başlar, zendekaya teslim-i silâh etmeyecek ve vazife-i kudsiyesinden vazgeçmeyecekler inşâallah! [5] ” L:262
Yine Hz. Üstad hapishanede iken yazdığı mektubunda diyor:
اَلْخَيْرُ فِى مَا اخْتَارَهُ اللّٰهُsırrıyla, bu mes’elemizin te’hiri hayırdır. Çünki bütün mekteblerde ve dairelerde ve halkta, o ölmüş dehşetli adamın muhabbeti telkin ediliyor. Bu hal ise, âlem-i İslâma ve istikbale pek elîm ve acı bir tesiri olacaktı. Şimdi ihtiyarımızın haricinde onun mahiyeti ne olduğunu, en başta ve en ziyade alâkadar ve en son ondan vazgeçecek adamların ellerine kat’î hüccetler gösteren ve isbat eden Risale-i Nur geçmesi, kemal-i merak ve dikkatle okunması öyle bir hâdisedir ki; bizler gibi binler adam hapse girse, hattâ i’dam olsalar, Din-i İslâm cihetiyle yine ucuzdur. Hiç olmazsa küfr-ü mutlaktan ve irtidaddan en mütemerridleri bir derece kurtarır, meşkuk bir küfre çıkarır, mağrurane ve cür’etkârane tecavüzlerini ta’dil eder. Mahkemede son söz olarak yüzlerine söylediğim bu cümle: “Milyonlar kahraman başlar feda oldukları bir kudsî hakikata, başımız dahi feda olsun” ile, bizim nihayete kadar sebat edeceğimizi dava etmişiz. Bu davadan vazgeçilmez. İçinizde vazgeçecek yok ümid ediyorum.[6]” Ş:338
İşte bazı resmî makamları ele geçirip veya hulûl ederek dehşetli tecavüzlerin yapıldığı o zamanlarda aldatılanlara değil, sinsice aldatanlara karşı söylediği şiddetli hitabları, Hz. Üstadın manevî vazifedarlık makamını gösterir. Hakiki Nurcu, Üstadının böyle merdane hadiselerini unutmamalı ve unutturmamalıdır. Nitekim Hz. Üstad bir ayetin hakikatını nazara verirken diyor ki:
اِلَى النُّورِ وَذَكِّرْهُمْ بِاَيَّامِ اللّٰهِ cümlesinde makam-ı cifrîsi, şeddeliler birer sayılmak cihetinde bin üçyüz ellibir (1351) ederek Risale-i Nur’un şimdilik beyanına iznim olmayan ehemmiyetli vazifesinin ve bu evamir-i Kur’aniyeyi imtisalinin tarihine tam tamına tevafuk-u cifrî ve muvafakat-ı maneviye karinesiyle ve kıssadan hisse almak münasebat-ı mefhumiye remzi ile Risale-i Nur’a îmaen bakar. Daha yazılacak çok gaybî işaretler var, fakat izin verilmedi şimdilik kaldı.” Ş:726
Mezkür âyette geçen: اِلَى النُّورِ وَذَكِّرْهُمْ بِاَيَّامِ اللّٰهِ: âyeti, bu dehşetli tecavüzlerin unutulmaması için tekraren zikredilmesini emreder. Ayette geçen وَذَكِّرْهُم:Tekraren onlara, millete anlat emridir. بِاَيَّامِ اللّٰهise, ehl-i dalaletin tecavüzleriyle çekilen felaket ve helaketli günler manasında tefsir edilir. Yani mütecaviz zalimlerin zulmü unutulmazsa, avam taifesi onların ifsadkâr telkinlerine kulak vermezler.
Hz. Üstadın, İngilizlerin İstanbulu işgal ettikleri devrede o azgın cebbarlara karşı yaptığı mukabelesi hakkında diyor:
“Ey kardeşlerim! İngiliz gibi cebbar bir hükûmetin istilâ ettiği bir zamanda, bu tarzda matbaa lisanıyla onlara mukabele etmek, tehlike yüzde yüz iken, hıfz-ı Kur'anî bana kâfi geldiği halde; size de, yüzde bir ihtimal ile, ehemmiyetsiz zalimlerin elinden gelen zararlara karşı, elbette yüz derece daha kâfidir.” M:417
İşte Hz. Üstadın bu tevekkül ve Allah’a iltica ve istinad etmek olan ve imtihan sırrı ve canlı filimlerin çekildiği unutulmamalı. Ehl-i dünyaya tabasbuskârlık yaparak ve mecbur olmadan çektirilen filimler, zillet tabloları olur. Bu tablolar, Risale-i Nurun izzetine zarar verecek şekilde, yani Nur mesleği namına ve aleni yapılsa, mesuliyeti de büyük olur.
Yine Hz. Üstad diyor:“Şimdi ise firenk usûlünün ve medeniyet namı altında bid’atkârane ve şeriatşikenane cereyanlara tarafdar olduğu halde; Allah’a, âhirete, Peygamber’e imanı da taşıyor ve kendini de mü’min biliyor. Madem hak ve hakikat olan şeriat-ı Ahmediyenin kavaninini iltizam etmiyor ve hakikî tarafgirlik etmiyor, gayr-ı müslim bir mü’min oluyor. İmansız İslâmiyet sebeb-i necat olmadığı gibi, bilerek İslâmiyetsiz iman dahi dayanamıyor, belki necat veremiyor, denilebilir.” B:349
Bu kısımda, şeriatın zahir hükümlerine ters düşen ve aleni olarak yapılan hareketler ve ileri sürülen şahsî anlayışlar, dinî tehlikeye sebeb olduğu bildiriliyor.
Nurcuların en alt derecesini ifade eden “Dostun hassası ve şartı budur ki: Kat’iyyen, Sözler’e ve envâr-ı Kur’aniyeye dair olan hizmetimize ciddî tarafdar olsun; ve haksızlığa ve bid’alara ve dalalete kalben tarafdar olmasın, kendine de istifadeye çalışsın” M:344
Bu beyandan, bid’alara ve dalalete kalben tarafdar olanların, daire-i Nur’a giremiyecekleri anlaşılıyor.
Evet, hadis-i şerifte, münkerin, yani dine zarar veren bid’a gibi kötülüklerin fiilen veya kalen (yani söz, yazı, nasihat ve tebliğ gibi vasıtalarla) izalesine çalışmak, eğer bunlara muktedir değilse, o münkeri kalben kerih görmek gerektiği; eğer bu dahi olmazsa, kişinin imandan hissesi kalmamış olacağı bildiriliyor. (Sahih-i Müslim) 50. hadis)
Bütün bu ve daha pek çok bulunan sarih beyanların neticesi olarak, samimi ve sâdık bir Nurcu, ahirzamanın şer cereyanlarına karşı olup tarafdar olamaz, en azından kalben nefret eder ve uzak durmaya çalışır. Aksi takdirde kişinin nurculuğu sözde ve isimde kalır. Bu katî beyanlar, kişinin şahsî anlayışları olmayıp kitaptan geldiği için, te’vil yoluyla tasarruf kaldırmaz.
Merhum Zübeyir Gündüzalp Ağabey, bu ifadesiyle, daima müdafaa edip tebliğde bulunduğu ve Hz. Üstadın meydana getirdiği hakiki Nurcu anlayışını şöyle nazara veriyor:
“Dalâlet cereyanlarının karşısında ehl-i îman fedakârlarından büyük bir şahs-ı mânevî meydana çıkararak, muhkem bir sedd-i Kur'anî ve îmanî tesis edip mü'minlerin nokta-i istinadı olmasıdır. İnandığı kudsî dâvaya gösterdiği azim ve sebatla, mü'minlerin kalblerini ihtizaza vererek, ruhlarda İslâmî aşk ve heyecanı uyandırmasıdır.” T:23
“Evet, Said Nursî Risale-i Nurla dinsizliğe ve İslâmiyet aleyhindeki cereyanlara karşı giriştiği Kur'an ve Îman hizmetinde çok yardımcılara, hükûmet ve milletçe teşvik ve müzaherete muhtaç iken, bil'akis çeşitli iftira, tezvir ve ithamlarla hapse sürülmek, eserlerini imha etmek, halkı kendinden soğutmak için aleyhinde türlü isnadlar yapılmıştır. Elbette hak bildiği mesleğini; Kur'anın şerefine ve Hazret-i Peygamberin Nübüvvetinin teâlisine ait hizmetini aleyhdeki iftiralardan müberra kılmak için hakikatı söyleyecek, müdafaada bulunacak.” T:26
Evet bu mübareze, hikmet-i Rabbaniyenin koyduğu ve tekâmül vesilesi olan bir fıtrat kanunudur. Başta peygamberler A.S. ve bilhassa Peygamberimiz A.S.M. ve sahabeleri bu mübareze kanununu bilfiil yaşamışlar ve kemalâtın çok üstün derecesine varmışlardır. (Bu hakikat, 13. Lem’anın 9. İşaretinde izah edilir.)
Yine aynı mevzua bakan manada Hz. Üstad diyor:“31 Mart Hâdisesinde Divan-ı Harb-i Örfî'de dedim ki:
Ben talebeyim, onun için her şeyi mizan-ı Şeriatla müvazene ediyorum. Ben milliyetimizi, yalnız İslâmiyet biliyorum. Onun için her şeyi de İslâmiyet nokta-i nazarından muhakeme ediyorum.
Ben hapishane denilen âlem-i berzahın kapısında dururken ve darağacı denilen istasyonda âhirete giden şimendiferi beklerken, cem'iyet-i beşeriyenin gaddarane hallerini tenkid ederek; değil yalnız sizlere, belki bu zamandaki nev-i benî-beşere irad ettiğim bir nutuktur.[7] Onun içinيَوْمَ تُبْلَى السَّرَائِرُ sırrınca kabr-i kalbden hakaik çıplak çıktı.[8]Nâmahrem olan kimseler nazar etmesin. Âhirete kemal-i iştiyak ile müheyyayım, bu asılanlarla beraber gitmeye hazırım. Nasılki bir bedevi garaibperest, İstanbul'un acaib ve mehasinini işitmiş, fakat görmemiş; nasıl kemal-i hâhişle görmeyi arzu eder! Ben de ma'rez-i acaib ve garaib olan âlem-i âhireti o hâhişle görmek istiyorum. Şimdi de öyleyim. Beni oraya nefyetmek, bana ceza değil; sizin elinizden gelirse, beni vicdanen tazib ediniz! Ve illâ başka suretle azab, azab değil, benim için bir şandır!
Bu hükûmet zaman-ı istibdadda akla husumet ederdi. Şimdi de hayata adavet ediyor. Eğer hükûmet böyle olursa; yaşasın cünun, yaşasın mevt!.. Zalimler için de yaşasın Cehennem!..[9] Ben zâten bir zemin istiyordum ki, efkârımı onda beyan edeyim. Şimdi bu Divan-ı Harb-i Örfî iyi bir zemin oldu.” D:9
“Mert olan cinayete tenezzül etmez. Şayet isnad olunsa cezadan korkmaz. Hem de haksız yere i'dam olunsam, iki şehid sevabını kazanırım. Şayet hapiste kalsam, böyle hürriyeti lafızdan ibaret bulunan gaddar bir hükûmetin en rahat mevkii hapishane olsa gerektir. Mazlumiyetle ölmek, zalimiyetle yaşamaktan daha hayırlıdır.” T:62
“Millet uyanmış, mugalata ve cerbeze ile iğfal olunsa da devam etmeyecektir. Hakikat telakki olunan hayalin ömrü kısadır. Feveran eden efkâr-ı umumiye ile, o aldatmalar ve mugalatalar dağılacaktır ve hakikat meydana çıkacaktır inşâallah...” D:44
Bütün insanlık için, hasseten Nurcular için, bilhassa haslar dairesi için nümune-i iktida olan Hz. Üstadın, 15 dinî şahsiyetleri idam eden dehşetli mahkemede söylediği bu beyanları cidden nazara almak gerek.
Bugünkü kadar bozuk olmayan yarım asır önceki mevcud cemiyetin durumunu tasvir eden ve her zamana bakan beyanatında Hz. Bediüzzaman şöyle diyor:
“Eğer medeniyet böyle haysiyet kırıcı tecavüzlere ve nifak verici iftiralara ve insafsızcasına intikam fikirlerine ve şeytancasına mugalatalara ve diyanette lâübalicesine hareketlere müsaid bir zemin ise; herkes şahid olsun ki, o saadet-saray-ı medeniyet tesmiye olunan böyle mahall-i ağraza bedel, vilayat-ı şarkıyenin hürriyet-i mutlakanın meydanı olan yüksek dağlarındaki bedeviyet ve vahşet çadırlarını tercih ediyorum.” D:46
Yani böyle bozuk cemiyetin tesirinde kalmamak için mecburiyet olmadan cemiyetle iç içe bulunmayıp uzak durulmasına ve ancak cemiyette bozulmamış az kimselerle münasebet kurulabileceğine işaret ediliyor.
Ankarada kurulan ilk meclis devresinde Ankaraya davet edilmesi üzerine giden Bediüzzaman Hazretlerinin Mustafa Kemal ile anlaşamaması hadisesi:
“Bir gün divan-ı riyasette, elli altmış meb'us içinde, karşılıklı fikir teatisinde, M. Kemal Paşa:
– Sizin gibi kahraman bir hoca bize lâzımdır; sizi, yüksek fikirlerinizden istifade etmek için buraya çağırdık. Geldiniz, en evvel namaza dair şeyleri yazdınız, aramıza ihtilâf verdiniz, der. Bu söz üzerine; Bediüzzaman, birkaç makul cevabı verdikten sonra, şiddetle ve hiddetle iki parmağını ileri uzatarak:
– Paşa.. paşa! İslâmiyette, imandan sonra en yüksek hakikat namazdır. Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduddur, der. Fakat paşa tarziye verir, ilişemez.” T:143
“Âlem-i İslâmı alâkadar eden ve bin üçyüz yıllık ümmetin, dehşetli tehlikesinden istiaze ettiği (Allaha sığındığı) bir zamanın ve fitneyi ateşlendireceklerin kimler olduğunu anlamış bulunuyordu. Bir gün riyaset odasında, M. Kemal Paşa ile iki saat kadar konuştular. İslâm ve Türk düşmanlarının arasında nam kazanmak emeliyle, Şeair-i İslâmiyeyi tahrip etmenin, bu millet ve vatan ve Âlem-i İslâm hakkında büyük zarar tevlid edeceğini; eğer bir inkılâb yapmak icab ediyorsa, doğrudan doğruya İslâmiyete müteveccihen Kur'anın kudsî kanun-u esasîsi noktasından yapmak lâzım geldiği mealinde ihtarlarda bulunur.” T:145
“M. Kemal Paşa itiraz ile, içindeki niyet ve hâlet-i ruhiyesini ifade ile, Bediüzzaman'ı kendine çekmek ve nüfuzundan istifade etmek ister. Ve Bediüzzaman'a; meb'usluk, hem Darülhikmetteki eski vazifesini, hem Şarkda Şeyh Sünûsi'nin yerine vaiz-i umumî, hem bir köşk tahsisi gibi teklifler yapar.
Bediüzzaman, rivayetlerde gelen eşhas-ı âhirzamana ait haberlerin mühim bir kısmını ve hürriyetten evvel [10] İstanbul'da te'vilini söylediği Hadîslerin ihbar ettiği âhirzamanın dehşetli şahıslarının Âlem-i İslâm ve insaniyette zuhur ettiğini görür. Ve yine, gelen rivayetlerden, onlara karşı çıkacak ve mukabele edecek olan hizbül-Kur'an hakkında, "O zamana yetiştiğiniz zaman, siyaset cânibiyle onlara galebe edilmez; ancak manevî kılınç hükmünde i'caz-ı Kur'anın nurlariyle mukabele edilebilir." tavsiyesine müraatla, Ankarada teşrik-i mesai edemiyeceği için, kendisine tevdi edilmek istenen meb'usluk, Dar-ül-Hikmet-il-İslâmiye gibi Diyanetteki azalığı, hem Vilâyât-ı Şarkiye vaiz-i umumiliği tekliflerini kabul etmez.” T:147
Yani gizli cereyanın tahribatına, cereyanın dahilinden değil hâricinden tamire çalışmak tarzı, efkâr-ı amme nazarında müessir ve şaibesiz olur. Yukarıda bildirilen rivayetle beraber diğer bazı rivayetler ve Risale-i Nurda bu meseleye bakan beyanlar, aynı hükmü te’yid ediyorlar.
Nitekim Hz. Üstadın bu hükme bakan şu beyanı var:
“Büyük memurlardan birkaç zât benden sordular ki: "Mustafa Kemal sana üçyüz lira maaş verip, Kürdistan'a ve vilayat-ı şarkıyeye, Şeyh Sünusî yerine vaiz-i umumî yapmak teklifini neden kabul etmedin? Eğer kabul etseydin ihtilâl yüzünden kesilen yüzbin adamın hayatlarını kurtarmaya sebeb olurdun!" dediler.
Ben de onlara cevaben dedim ki: Yirmişer-otuzar senelik hayat-ı dünyeviyeyi o adamlar için kurtarmadığıma bedel, yüzbinler vatandaşa, herbirisine milyonlar sene uhrevî hayatı kazandırmaya vesile olan Risale-i Nur, o zayiatın yerine binler derece iş görmüş. Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye âlet olamayan ve tabi olmayan ve sırr-ı ihlası taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi.” T:418
Yani Risale-i Nur ve hizmet cemaatı, ideolojik cereyanlara dahil olmayacağı beyan ediliyor. Çünkü cereyan kendi maksadına alet eder. Alet edemezse, tecavüz eder.
“Evet; dinsizliğin hükümferma olduğu o dehşetli devirde, ehl-i din, terzil edilmeye çalışılıyordu. Hattâ Kur'anı dahi tamamen kaldırmak ve Rusyadaki gibi dinî akideleri tamamen imha etmek düşünülmüş; fakat millet-i İslâmiyece bir aksülameli netice verebilmesi ihtimali ileri sürülünce bundan vazgeçilmiş, yalnız şu karar alınmışdı: "Mekteblerde yaptıracağımız yeni öğretim usulleriyle yetişecek gençlik, Kur'anı ortadan kaldıracak ve bu suretle milletin İslâmiyetle olan alâkası kesilecek!" Bütün bu dehşet-engiz plânları çeviren o müthiş fitnenin menbaları, şimdiki dinî inkişafın muarızı ve düşmanları olan haricî dinsiz cereyanların reisleri ve adamları idi. Evet; Türk milleti içerisinde meydana getirilen o dehşetli hadisatın iç yüzünü, tafsilâtını, istikbalin hakikat-perest tarihçilerine, ve bunları, şimdi demokrat idaredeki serbestiyetle bir derece neşretmekte olan İslâm-Türk muharrirlerine havâle ediyoruz.”T:158
“Ey beni bu belaya sevkedip, bu hadiseyi icad eden mülhid zâlimler!. Madem ve her halde mânen ve maddeten beni idam etmeye niyet etmiştiniz, neden umum mazlumların ve biçarelerin hukuklarını muhafaza eden adliyenin çok ehemmiyetli haysiyetini rahnedar edecek entrikalarla, dolablarla, adliyenin eliyle yürüdünüz? Doğrudan doğruya karşımda merdane çıkıp, "Senin vücudunu bu dünyada istemiyoruz" demeli idiniz.” T:256
“Bana karşı ehl-i dünyanın verdikleri sıkıntı, siyaset için değil; çünki onlar da bilirler ki, siyasete karışmıyorum, siyasetten kaçıyorum. Belki bilerek veya bilmeyerek zendeka hesabına, benim dine merbutiyetimden beni tazib ediyorlar. Öyle ise onlara müracaat etmek, dinden pişmanlık göstermek ve meslek-i zendekayı okşamak demektir. Hem ben onlara müracaat ve dehalet ettikçe; âdil olan kader-i İlahî, beni onların zalim eliyle tazib edecektir. Çünki onlar diyanete merbutiyetimden beni sıkıyorlar. Kader ise, benim diyanette ve ihlasta noksaniyetim var; arasıra ehl-i dünyaya riyakârlıklarımdan için beni sıkıyor. Öyle ise, şimdilik şu sıkıntıdan kurtuluşum yok. Eğer ehl-i dünyaya müracaat etsem, kader der: "Ey riyakâr! Bu müracaatın cezasını çek!" Eğer müracaat etmezsem, ehl-i dünya der: "Bizi tanımıyorsun, sıkıntıda kal!” T:277
Yani daha iyi hizmet ederim zanniyle şer cereyanının içine girmek, mezkür beyanlara ve Nurdaki ikazlara ters düşer.
[1]Takriben 1907 lerde
[2] İslamlar içinde çıkan deccale süfyan denildiği şöyle ifade ediliyor:
“Rivayetler, Deccal’ın dehşetli fitnesi İslâmlarda olacağını gösterir ki, bütün ümmet istiaze etmiş.
لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّٰهBunun bir tevili şudur ki: İslâmların Deccal’ı ayrıdır.” Ş:585
[3] Nasılki az yukarıda (süfyan namında) denildiği halde, bu nam süfyanın asıl adı değildir. Öylede (Muhammed Mehdi) dahi mehdinin asıl adı değildir. Çünkü ileride gözle görülecek alâmet-i kıyamet bedihi olamaz, yani gelecekte olacağını haber veren rivayetlerin müteşabih olması kaide-i umumiyedir. Aksi halde imtihan sırrına dokunur. Mesela:
“Güneş’in mağribden çıkmasıbedahet derecesinde herkesi tasdike mecbur ettiğinden, tövbe kapısı kapanır; daha tövbe ve iman makbul olmaz.” Ş:579
[4]1934
[5]Yani sâdık Nurcu, bu anlayışa sahib olması gerek.
[6]Evet, Nurcu, bu merdliği fiilen gösteremese de fikren ve hissen bu anlayışta olması gerek.
[7] Evet, mehdiyet makamı Kur’an namına bütün nev’-i beşere hitab eder.
[8]Yani kıyamet günü bütün gizli sırlar açığa çıkacağı gibi, şimdi de kalbimdeki bütün manalar açığa çıkıyor. Çekinmeden hepsini merdane söylüyorum.
[9]Onbeş kadar şahsiyetlerin idam edilip muhakeme salonundan görünürken, mahkeme heyetine söylediği mezkür müdafaa, Bediüzzaman Hazretlerinin asrın yegane imamı olduğunu gösteren delillerden biridir.
[10]Yani 1907 lerde