Mısıroğlunun YALAN söylediğini
gösteren Belge:
ABDULKADİR BADILLI
Hülasalı bir fezleke: Kadir Mısıroğlunun, Bediüzzaman hakkında hakikate, yazılı kayıtlı gerçek metinlere ve Bediüzzaman Hazretlerinin bizzat yazılı kendi ifadelerine dayanarak değil, hurefelere, uydurmasyon hayalî beyanlara istinaden yazdığı ve aleme ilan ettiği eğri terazili iddiasına karşı şu ispatlı, senedli, tahkikli yazımızdaki birkaç temel esasları fezlekeli bir şekilde başta burada sıralamak istiyorum:
1- Bediüzzaman Hazretleri II. Meşrutiyetin ilanından evvel, merhum Sultan II. Abdülhamid hakkında herhangi bir hakaretli yazıyı yazmamış, bir nutuk irad etmemiş, bir konferans vermemiştir.
2- Meşrutiyetin ilanından 1,5 ay kadar evvel sevk edildiği Emraz-ı Akliye Hastanesi Baştabibi ile yaptığı muhaveresinden ve daha sonra alındığı nezarethanede Zaptiye Nazırı ile yaptığı karşılıklı münakaşalı konuşmasından başka II. Meşrutiyetin ilanından evvel hiçbir konuşması varid olmuş değildir.
3- Bediüzzaman Hazretlerinin konferansları, nutukları, gazetelerde yayınlanan yazıları, ancak II. Meşrutiyetin ilanından sonra vaki olmuştur.
4- Üstad Bediüzzamanın II.Meşrutiyetten evvel tımarhaneye sevki; K. Mısıroğlu’nun iddiası ki, güya: “Zeynep Kamil Konağında verdiği konferansta Sultan Hamid hakkında ileri-geri konuştuktan sonra olmuş.. Ve sonra gelip Padişahla görüşmek talebinde bulunmuş, fakat ısrarlara rağmen belindeki hançerini çıkarmadığı için, bu görüşme vaki olmamıştır” diye olan hurafeli uydurmasyon sözlerin hiçbir hakikati asliyeti yoktur.
5- Bediüzzamanın tımarhaneye sevk hadisesi, mabeyndeki beceriksiz ve içlerinde mason tinetli bazı paşaların tertipleriyle olmuştur. Bu da padişahla görüşme talebinin -yine o beceriksiz paşaların engellemeleri yüzünden- inkıta’a uğraması neticesinde; maksad ve gayesini dile getiren bir dilekçeyi mabeyne- bıraktıktan sonra, Fatih Maltada bulunan Şekerci Hanındaki odasının kapısına astığı garip levha ve ilim âlemini lerzeye getiren acib ilan üzerine; vicdansız birkaç doktor ayarlanarak alınan rapor üzerine vaki olmuştur.
6- Bediüzzaman Hazretleri, merhum Sultan Abdülhamid’in ve paşalarının icraatları hakkında ve müsbete çağıran ve menfi olarak ne demiş, ne yazmış, ne konuşmuşsa, bila-istisna hepsi ve tamamı mahfuzdur, yazılıdır, kitaplaştırılmıştır. Dolayısıyla onun bu merhaledeki hayatı şunun bunun hurafeli, efsaneli, uydurmasyon lakırdılarına ihtiyacı kalmamıştır. Ayan beyandır.
7- Bediüzzaman Hazretleri II. Meşrutiyet dönemi ve 1.Cihan Harbine ve sonrasına kadar hayatında yazdığı ve söylediği hiçbir yazı ve sözlerinden pişman olmuş değildir. Çünkü adı geçen o makale ve kitaplarını 1950’den sonra da yeniden ele almış, neşrettirmiştir. Zira onların tamamı tarihi gerçeklerdir. O günlerin cereyan eden olaylarının en berrak aynaları ve müstakim kıstaslarıdır.
8- K.Mısıroğlunun, ilimden, tarihten yoksun te’villeriyle ve aşağılayıcı fasid yorumlarıyla ileri sürdüğü gibi; Sultan M.Reşad tarafından Van’da kurulması düşünülen Medrset-üz Zehra Üniversitesinin inşaasına tahsis edilen 19 bin altından bin altını resmî devlet tahsisi olduğu için, Bediüzzamanın cebine değil, Van Valiliğinin emrine verilmiştir. Ve bu bin altınla Van Artemit mevkiinde kurulmasına karar verilmiş olan Medreset-üz Zehra Üniversitesinin temeline harcanmıştır.
9- Bediüzzaman Hazretleri Van Valiliğine tevdi’ edilen bin altın lira paradan tek bir kuruşunu dahi şahsına sarf etmemiştir. Mısıroğlu o iftiralı, yakışıksız isnadı, ne için Bediüzzamana izafe ettiği bilinememektedir.
10- Bediüzzaman Hazretleri sekerat halinde iken Urfa’ya doğru yaptığı vefat rıhleti seferinde hiçbir yere uğrayıp durmadan 25 saat süren Isparta–Urfa yolculuğu şöyle cereyan etmiş ve gerçekleşmiştir:
18 Mart 1960 Cuma günü Ramazan-ı şerifin’de 20. gününde Isparta’dan Emirdağ’ına gitmiştir. Burada Hazret-i Üstad çok hasta, o akşam orada kalıyor, sabahleyin Emirdağlı talebeleriyle vedalaşıyor (19.Mart 1960 cumartesi) ve Isparta’ya hareket ediyor. O akşam Ramazanın 21. gecesi, Isparta’da geçireceği son gecesi. O gece defalarca: “Hazırlanın yarın Urfa’ya gideceğiz” diyor. Sabahleyin (20 Mart 1960 Pazar günü) sabah 09’da Isparta’dan, Urfa’ya hareket ediliyor. Hiçbir yerde durmaksızın 21 Mart 1960 pazartesi günü saat 10.00 da (Ramazan-ı Şerifin 23. günü) Urfa’ya ulaşılıyor. Buna göre, Ankara’ya uğradı, Sultan Abdülhamid’in kız torunundan dedesi namına helallık diledi gibi bir hareketin aslı-faslı olmadığı ortada.
Şu on adet maddeli fezlekelerin ispatları yazımızın içinde gelecektir inşallah.
1- Kadir Mısıroğlu -bilindiği üzere- yazdığı kitapların da bir Osmanlı milliyetçisi, özellikle merhum Sultan Hamidci gözükmektedir. Onun bu vasıf ve hali bir noktadan takdire şayandır. “Bir mazlum Padişah Sultan II. Abdülhamid” isimli bir kitabı çıkmış. Bu kitap tahmin ediyorum Sultan Abdülhamid Hazretlerinin şahsiyet ve icraatının haklılığını anlatmaktadır. Kitabın mantık, sağlam sened ve dürüst bilgilerin terazi ve süzgecinden geçirilip geçirilmediğini ben şahsen bakmadığım için bilmiyorum. Fakat bu kitabın baş taraflarında 22 ve 23. sayfalarının haşiyelerinde dercedilmiş olan son derece fahiş hatalı ve gerçekle asla alâkası olmayan -iki şahıstan aktarıldığını söylediği- iki yalanlı rivayet var. Bu iki yalan rivayet Bediüzzaman Hazretlerinin şahsiyet ve fikriyatıyla alâkadar olup aşağılayıcı niteliktedir.
Biz bu rivayet ve rivayetçilerin tahliline geçmeden evvel, şu gerçeği yada getirmek isteriz ki; Merhum Sultan II. Abdülhamid Han Hazretleri Osmanlı ülkesinin şefkatli ve dindar padişahı olduğu gibi; İslam âleminin de dini halifesi ve bayrağı idi. İslam âlemi Osmanlı padişahlarına hep bu nazarla bakmışlardır. Lakin bununla beraber, Sultan Abdülhamid ve icraat kabinesi 12 paşaların hiçbir hataları, siyasî ve idarî hiçbir yanlışları yoktu, tamamen masum ve bigünah idiler denilmez ve denilmemelidir. Eğer kendisinin ve icraatcı paşalarının mutlak masumiyetleri iddia ve müdafaa edilirse, bir kuru taassuptan başka olmaz. Tarihin müspet ve menfiliklerini birlikte nazara alan ve mütalaa edenler bilirler ki; Merhum Sultan Abdülhamidin son 10 yılı icraatında vukua gelmiş hadiseler ve ekserisi mason olan paşalarının elleriyle işlenen cinayetler ve birçok fikir ve düşünce adamlarının onların elleriyle menfalara sürülmeleri ve bir kısmı da Avrupa ve diğer memleketlere firar edip kaçmaları olmuştur. İşte bu gibi icraata karşı çıkıp itiraz edenlerin tümünün haksız ve hiçten bir itiraz değildi herhalde.
Evet, Merhum -cennet mekân- Sultan Abdülhamid Han Hazretleri, mübarek şahsiyeti itibariyle şefkatli, merhametli ve hayırhah bir padişah idi. ....Sultan Abdülhamidin de icraat kabinesi 12 paşalarının elleriyle bazı hatalar meydana geldi. Neticede Sultan Abdülhamid Han da II. Meşrutiyeti uygun buldu ve kabul etti. İsteseydi kabul etmeyebilirdi. Yani karşı koyarak elindeki kuvvetle muhaliflerini kanlı bir şekilde bastırabilirdi. Fakat o şefkatli padişah onu yapmadı. Kan dökülmeden kabul etti. Buna göre, II. Meşrutiyetin ilanından evvel, hürriyet ve meşrutiyeti isteme yolunda Sultan Hamidin icraatını eleştirenlerin çoğu taşrada idiler. Bu eleştiricilerin içinde pek mühim şahsiyetler ve büyük fikir adamları da bulunuyordu. Ama İstanbul’da ve Anadolu’da, aleyhte konferans ve miting gibi şeylerin yapılması kesinlikle mümkün değildi. Konferanslar, mitingler ve gazete yazıları ancak 24 Temmuz 1908 de II. Meşrutiyetin ilanından sonra içerde de baş gösterdi. Her ne ise…
Kadir Mısıroğlu, adı geçen kitabında bu iki şahsın -ki, bu şahıslar hayatta değiller ve bu sözde ve delilsiz nakil ve rivayetlerini- hiçbir yerde kaydetmemişler ve anlatmamışlardır. İşte Mısıroğlu güya bunları esas alarak; Bediüzzamanın Meşrutiyet dönemindeki hayatıyla ilgili pek çok şahsiyetlerin ifadelerini ve o günlerde kaydedilmiş yazılı belge ve beyanlarını bir çırpıda hiçe saymak girişiminde bulunarak, aslı-faslı olmayan bir şeyler karalamıştır. Bu makamda bir hadis-i şerif hatırıma geldi mealen; “Kişinin günaha girmesine yol açmasına her işittiğini alıp nakletmesi ona yeterlidir.”
Mısıroğlunun yazdıklarını dayandırdığı kişilerden birisi Prof. Dr. Osman Turan; ikincisi Celaleddin Ökten hocadır. Bu iki şahsın ki, (eğer gerçekten anlatmışlarsa) Mısıroğluna anlattıklarının aslı-faslı olmadığını belgelerle ispatını yapacağım.
Önce Celalettin Ökten:
K. Mısıroğlunun, bu zattan bizzat dinledim diye kaydettiği ve kendisinden başka şahidi olmayan ifadesinin özeti iki-üç bölümlüdür.
Birinci Bölümü: “II. Meşrutiyetin arefesinde İstanbul’a gelen Said Nursî merhum, o zaman Dar-ül Fünuna tahsis edilmiş olan Zeynep Kamil Konağında bir konferans vermiş. Bu konferansta Sultan II. Abdülhamidin hakkında ileri geri sözler söylemiş. Güya demiş ki: “Sultan tek başına koca bir sarayı işgal ediyor, çıksın oradan, orayı ben mektep yapacağım…” demiş.
İkinci Bölümü: “Bediüzzamanın -sözde ve Mısıroğlunun batıl yorumlarına göre- bu ve benzeri sözleri yüzünden tımarhaneye sevk edilmiş.”
Üçüncü Bölümü: Yine fasid yorumlarına göre: “Bundan sonra Mabeyne gelmiş, Padişahla görüşmek istemişse de, belindeki hançerini -ısrarlara rağmen- çıkarmadığı için görüşme vaki’ olamamıştır.”
Celalettin Ökten Hocadan sözde nakledilen rivayetin diğer bölümlerine sonra bakmak üzere, şimdi buradaki şu rivayetin kesinlikle uydurmasyon olduğunu hem Bediüzzamanın ifadeleriyle, hem de hadisenin içinde bulunarak yaşamış zatların beyanlarıyla ispatlıdır. Amma önce, Mısıroğlunun sağlam sened dediği Celalettin Ökten isimli zat, muhterem bir zât olup İmam Hatiplerin okullarının yaygınlaşmasına emeği geçenlerdendir. Kendisi 1961 yılında vefat etmiştir. Yani elli sene önce vefat etmiş. Bizim kısa bir araştırma sonucu elde ettiğimiz bilgiye göre, gerek en yakın aile çevresinden ve gerek manevi olarak kendisini en yakın tanıyanlardan hiçbir kimse, böyle bir söz duymamışlar ve nakletmemişlerdir.
Prof. Dr. Osman Turan ise, Sultan Abdülhamidin kız torunuyla evli olduğu için, Sultan Hamidcilik namına bir şeyler dese de mazurdur.
Geliyoruz ispatlı cevaba:
1- “Meşrutiyetin arefesinde İstanbul’a gelen Said-i Nursi” diye söylenmiş?..
Bir şeyin arefesi -malum olduğu üzere- hemen az evvelisi demektir. Oysaki Bediüzzaman Hazretleri İstanbul’a meşrutiyetten 6–7 ay önce gelmiştir ki Medreset-üz Zehra üniversitesini kurmak gaye ve niyetiyle doğrudan padişah II. Abdülhamidle görüşerek, bu muazzam mesele hususundaki niyetini arz etsin. Tâ ki, padişah bu hususta mutasavver üniversitenin kıymet ve yararlığını dinlesinde, onun maddi finansmanını taahhüt eylesin. İşte bu niyetle Bediüzzaman Hazretleri memleketten İstanbul seferine çıkmadan evvel, eski Van valisi, o günün Bitlis valisi olan İşkodralı Tahir Paşanın tavsiyelerini de almak üzere yanına uğramış. Paşa da Sultana hitaben Bediüzzamanın yüksek meziyetlerini anlatan bir mektup yazarak, Bediüzzamana vermiştir. Mektup 3 Teşrin-i Sani 1323 tarihlidir.([98]) Bu tarih, miladi karşılığı 16 Kasım 1907’ dir. Aynı tarihte yola çıkmışsa, herhalde, en erken Aralık ayı başında İstanbul’a ulaşmış olmalıdır. Demek ki o, meşrutiyetten 7,5 ay evvel gelmiş demektir. Yani meşrutiyetin arefesi diye bir şey söz konusu değildir.
2- “…O zaman Dar-ül Fünuna tahsis edilmiş olan Zeynep Kamil Konağında bir konferans vermiş. Bu konferansta Sultan II.Hamid hakkında ileri-geri sözler söylemiş: “Sultan tek başına koca bir sarayı işgal ediyor, çıksın oradan. Orayı ben mektep yapacağım” demiş.”
Bu ifadeler, serapa hayal mahsulü uydurmasyon şeylerdir. Çünkü evvela II. Meşrutiyetin ilanından evvel konferans, miting ve gazetede aleyhte yazı yazmak -taşralarda ve Avrupada mümkün iken-İstanbul’da kesinlikle imkân dışı idi. Bu yüzden Bediüzzamanın gaye ve hedefi haricinde olan öylesi bir konferansa, İstanbul’a gelir gelmez girişmesi asla ne vaki olmuş ne de imkân elvermiştir.
Evet, bütün tarihi bilgiler ve belgeler diyorlar ki: Bediüzzaman Hazretleri İstanbul’a gelir, gelmez iki ay müddetle Sultan Abdülhamidin paşalarından şuray-ı devlet üyesi doğu kökenli Ahmet Muhtar Paşanın evinde kalmıştır. Bu müddet zarfında gaye ve hedefi olan Sultan Abdülhamidle görüşerek İstanbul’a geliş gayesini ona arzetmek ve böylece hedefine ulaşmak çabası içinde olmuştur. Fakat ne yaptıysa, padişahın etrafını sarmış olan mabeyndeki paşaların engelini aşamadı. Paşalar -o gün ki deyimle hamal kıyafetli- haddini aşan birisinin öylesi büyük işlerle meşgul olmasını uzak gördüler. Bediüzzamanla bu mabeyin paşaların arasında şiddetli münakaşalar oldu. Bir kaç gün sonrada, Şişli’de Vanlı zengin bir adamın evinde aynı paşalarla aynı mevzu’ ile alakalı ikinci bir münakaşa oldu. Fakat netice değişmedi. Ve artık Padişahla görüşme ümidi kesildi.
Bunun üzerine Bediüzzaman İstanbul’a geliş gayesini dile getiren bir dilekçeyi Padişaha arz edilmek üzere yazdırıp Mabeyn-i Hümayuna tevdi’ eyledi. Bu dilekçenin metni bilahere bazı gazetelerde yayınladığı gibi, Asar-ı Bediiye kitabı sh.464 ‘te de kayıtlıdır.
İşte yazdığımız bütün bu tarihi bilgiler hem Bediüzzamanın kendi ifadeleriyle hem diğer tarihçilerin beyanlarıyla sabittir. İsterseniz buyurun Latince baskılı Asar-ı Bediiyedeki Üstadın ifadeleri için bakınız: 402.431.464.486 Ve Mufassal Tarihçe-i Hayatta Üstadın ifadesi; 1. cilt, sh.179
Diğer bilgiler için, Mufassal Tarihçe-i Hayat A.Kadir Badıllı 2. Baskı; 1. cilt, sh 170,171,172,177,178,180 ve dahası..
Ve yine Celalettin Öktene isnad ettiği -sözde- rivayetini bir nass kabul edip şahsi kin ve garazıyla yoğurarak nakleden K.Mısıroğlu adındaki şahıs adı geçen uydurmasyon naklin üçüncü bölümünü şöyle kaydetmiş:
3- “…Sultan tek başına koca bir sarayı işgal ediyor, Çıksın oradan. Orayı ben mektep yapacağım.. Bu ve benzeri sözleri yüzünden tımarhaneye sevkedilmiş…”
Cevap: Bediüzzaman Hazretlerinin üslüp ve tarzıyla uzaktan yakından alâkası görülmeyen bu batıl ve şahsi kinlerle alude lakırdıların hakikat zemininde hiçbir değeri ve gerçekle hiçbir ilgisi olmadığı az üstte ispatı yapılmış olmasıyla beraber, tımarhaneye gönderilmesinin şekil ve sebepleri üzerinde az duralım.
Ama önce, Bediüzzaman Hazretlerinin merhum Sultan II.Hamidin hakkında, hele onun zat-ı şahsiyeti hakkında hiçbir zaman ne ileri, ne de geri konuşmuştur. Hele II. Meşrutiyetin ilanından önce hiçbir şey konuşmamıştır. Bediüzzamanın bütün nutukları, konferansları ve makaleleri ancak II. Meşrutiyetin ilanından sonra olmuştur. Ve bütün bunlar tarihli, rakamlıdır. Ve hepsi de zabtetdilmiş, kaydedilmişlerdir. 7 adet konferanslardaki nutukları ve 21 adet yazı ve makaleleri Asar-ı Bediiye kitabında neşredilmiştir. Bu nutuk ve makalelerin ve Divan-ı Harb-i Örfi ve Said-i Kürdî eserinin hiç birisinde merhum Sultan II. Abdülhamid Hanın zat-ı şahsiyetine karşı (diğer bazı zatların hücumları tarzında) hakaret içeren hiçbir nokta yoktur. Ama nasihatları vardır, irşadkâr çıkış yolları göstermeleri vardır. Öbür yanda mabeyn paşalarının elleriyle yapılmış olan hatalı, eğri icraatlarını tenkit etme de vardır. Hz. Üstad az üstte nitelik ve sayılarını verdiğimiz mezkür nutuk ve makalelerinde hiçbir tanesi için pişmanlık duyma diye bir şey söz konusu değildir ve öyle bir şey olmamıştır. Çünkü bunların tamamını 1950 den sonra, ufak- tefek bazı rötüşlerle yeniden neşrettirmişlerdir.
Buna göre, Bediüzzamanın müsbet-menfi bütün dedikleri mezkür nutuk ve makalelerin içindedir. Bunların dışında olan –kimden olursa olsun– aykırı nakil ve rivayetler laf u güzaftan ibaret olup hiçbir değer taşımamaktadır ve itibarsızdırlar.
İşte haricî laf u güzafların aykırı çirkin örneğini gözler önüne sermek üzere, rivayeti ele alıyoruz.. Bakınız, rivayet diyor ki: -sözde- Bediüzzaman demiş: “…Sultan tek başına bir sarayı işğal ediyor. Çıksın oradan .Orayı ben mektep yapacağım…” Acaba Hz. Bediüzzaman bunu böyle mi demiş? Aslı nasıldır.?. Ne zaman demiştir?..
Hemen kaydedelim ki, Hz. Üstadın padişaha karşı gazetede yayınlanan nasihati, II. Meşrutiyetin ilanından epey zaman sonra, padişah henüz tahtından inmemişken, 23 Mart 1909’da gazetelerde yayınlanan “Dağ meyvesi acı da olsa deva’dır” makalesinin “Hilafete dair bir rü’yadır” bölümünde yer almıştır. Ve asıl metni de şöyledir:
“Alem-ı menamda padişahı gördüm. Dedim: “Zekat-ül ömrü Ömer-i sani([99]) mesleğinde sarfet! Tâ ki meşrutiyet riyasetine lazım ve biatın manası olan teveccüh-ü umumiyeyi kazanasın.
Padişah dedi: Ben onun yolunda gideyim, sizde ol zaman ehlini taklid edebiliyor musunuz?.. Birde sizde onlardaki kuvvet-i İslamiyet ve safvet ve ahlak!..
Ben dedim: Bizdeki tenbih-i efkar-ı umumi ve tekmil-i mebadi ve vesait ve ihata-i medeniyet, o noktaların yerini tutmakla ; hem o noktaları istihsal, hem de netice-i matlup olan terakkiyi intaç ede biliyoruz. Düvel-i ecnebiyenin adaleti bunu ispat eder.
O dedi nasıl yapacağım?…
Dedim: İstibdad kalb-i memalik olan İstanbul’da kan bırakmadığından hüsn-ü niyeti göster.. Pür-şefkat ile meşrutiyeti kansız kabul ettiğin gibi, menfur olmuş yıldızı mahbub-u kulub etmek için, eski zebaniler yerine (Padişah adına zulüm ve istaibdad yapan yıldızdaki paşalar muraddır. -A. Kadir Badıllı-) melaike-i rahmet gibi muhakkikin-i ulemayı doldurmak ve yıldızı Dar-ül fünun gibi yapmak ve ulum-u islamiyeyi ihya etmek ve meşihat-ı islamiyeyi ve hilafeti mevki-i hakikisine isad etmekle, yıldızı Süreyya kadar i’la et ! Ta ki hanedan-ı Osmanî ol burc-u hilafette pertav- nisar-ı adalet olabilsin… Mademki imamsın …] (Mufassal Tarihçe 1, cilt sh. 218)
İşte Bediüzzamanın dedikleri bunlar. Asıl metni de bu…
Bediüzzaman Hazretleri, merhum Sultan Abdülhamidin bir kısım paşaları eliyle icra edilen istibdadı şiddetle tenkit ettiği gibi, Onun padişahlık ve halifeliğinin korunması, devamı için elinden ne gelmiş, dili ne kadar dönmüşse söylemiştir. İşte örnekleri:
1. Örnek: 24 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyetin ilanının üçüncü gününde İstanbul’da tertiplenen nümayiş mitinginde nutuk şeklinde okuduğu ve bir hafta sonra da Selanik’te aynısı irad edilen “Hürriyete Hitap” nutkunda, zulüm ve istibdadı tenkid, hürriyet ve meşrutiyeti istihsan edici beyanlarından sonra, aynı hitabenin sonunda: “Yaşasın yaraları tedavi etmek fikrinde olan Halife-i peygamber!…” diyerek Sultan Abdülhamidi tezkiye ve vikaye eyler. (Bu nutuk bilahere Misbah gazetesi 19 Eylül 1324 ve 26 Eylül 1324 de (Yani Ekim 1908 de) neşredildi. İki sene sonra da, kütüphane-i içtihad sahibi Ahmed Ramiz tarafından bu nutukla beraber Üstadın sair nutukları bir kitap şeklinde ve “Nutuk” ismi altında yayınlandı. Yoksa Mısıroğlunun dediği gibi, aynı günlerde bastırılıp halka dağıtılmış değildir.
2. Örnek: Adı geçen nutuklardan altıncısında: “Mahasıl efendimiz (Yani Padişah Abdülhamid Han) o kadar haşmetli ağalık kürkünü milletine bağışladı. Siz de (Yani doğudaki aşiret ağaları) o eski ve köhnelenmiş ağalık abasını bir hulle-i adalete tebdilediniz!” demek suretiyle, Sultan Abdülhamidin büyük meziyetini dile getirmiştir.
3. Örnek: 31 Mart hadisesinden sonra, İstanbulda üç noktada kurulan Divan-ı Harb-i Örfi Mahkemelerinin bir nolusunda, Bediüzzamanın merdane müdafaalarının cinayetler bölümünün “yarı cinayet” diye nitelendirdiği kısımda şöyle demektedir. “… Daire-i İslamın merkezi ve rabıtası olan nokta-i hilafeti elinden kaçırmamak fikriyle ve sultan-ı sabık([100]) kabul-u nasihata istihkak kesbetmiş zannıyla; ve “aslah tarik musalahadır” mülahazasıyla; şimdiki en çok ağraz ve infialata mebde’ ve tohum olan suret-ı garazı daha ahsen suretle düşündüğümden, sultan-ı sabıka ceride lisanıyla söyledim ki: “Münhasıf yıldızı Dar-ül fünun et, tâ Süreyya kadar i’la olsun.. Ve oraya seyyahlar ve eski zebaniler yerine, melaike-i rahmet yerleştir, tâ cennet gibi olsun.. Ve yıldızdaki milletin servetini, milletin baş hastalığı olan cehaleti için millete iade et ve milletin mürüvvet ve muhabbetine itimad et!.. Zira senin idarene millet mütekeffildir. Bu ömürden sonra ahireti düşünmek lazım.Dünya seni terk etmeden sen dünyayı terk et. Zekat-ül ömrü, Ömer-i Sani yolunda sarfeyle!..
…Ben ki bir gedayım padişaha nasihat ettim. Demek yarı cinayet ettim.” (Asar-ı Bediiye sh. 415)
İşte şeksiz belgelerle görüldüğü üzere, Bediüzzzaman Hazretlerinin asıl metin ifadelerinde merhum Sultan Abdülhamid Han hakkında, (uydurmasyon rivayetin ve onun nakilinin iddiaları gibi) hiç bir şahsi hakaret ve aşağılama yoktur. Bilakis onun halifelik ünvanını mukaddes sayarak hıfz ve devamını istemiştir. Nitekim Üstadın Divan-ı Harb-i Örfi müdafaatının bir başka bölümünde 31 Mart olayının çıkmasının sebeplerinden birisinin:“Sultan-ı mazlumu sükut-u müsammemden kurtarmaktı.” Yani: Padişah Abdülhamidi sağırca susturmaktan kurtarmaktı. (Asar-ı Bediiye sh.418)
Aynı müdafaatının başka bir yerinde : “…İstibdatlar sultan-ı mahlu’a isnad edildiği halde, onun zaptiye nazırı ile bana verdiği maaş ve ihsan denilen rüşvet ve hakk-ı sükutu kabul etmedim. Aklım feda ettim, hürriyetimi terk etmedim. O şefkatli sultana boyun eğmedim …” (Asar-ı Bediiye sh.414)
İşte bu yazılı metinlerdeki ifade ve beyanların ışığında ve Bediüzzamanın kardeşi Molla Abdülmecidin kendi eliyle hatıra defterinde yazdığına ve yeğeni Abdurrahmanın yazdığı tarihçeye istinaden, katiyetle hükümederiz ki; meşrutiyetten evvel ve sonraki 1. Devre İstanbul hayat merhalesi şöyle cereyan etmiştir: ( çok kısaca)
1907 Aralık başlarında, Van’da kurmak istediği Medreset-üz Zehra Üniversitesini kurma ve te’sis masraflarını ve maddi finansmanını Padişahtan talep etme tasavvuruyla İstanbul’a geldi. Her şeyden evvel Padişahla görüşme yollarını aradı. 2.5 ay kadar onunla meşgul oldu. Ne ettiyse mabeyndeki bazı mason paşaların engelini aşamadı. Nihayet, İstanbul’a geliş sebeplerini ve gayesinin mahiyet ve hedefini anlatan bir dilekçe yazdırarak mabeyne bıraktı. Sonra, Fatih semtinde bulunan Şekerci Hanında bir oda bularak, odanın kapısına son derece acaib ve garip olan şöyle bir levha astı: “Burada her suale cevap verilir, her müşkil hallaedilir. Ama hiç kimseye sual sorulmaz.” Bu fevkalade acib ve garip ilan üzerine iki ayda mütemadiyen her sınıf ilim erbabından grup-grup insanlar geldiler, sualler tevcih eylediler. Herkesin suallerinin tam ve doğru olarak verilip, memnun ve mutmain ayrılıyorlardı. Tabii haliyle, bu hadise yıldırım hızıyla İstanbul’a yayıldı. Bu vaziyet hiç şüphesiz ki Bediüzzamanı kale almıyan mabeyn paşalarına büyük tedirginlik verdi.. Bediüzzamandan kurtulmak yollarını aradılar. Sonunda, böyle her şeyi bilen bir kişi deli olmalıdır diyerek, Ermeni ve Rum ağırlıklı birkaç doktordan sahte bir rapor hazırlatılmasını sağladılar. O rapora dayanarak Bediüzzamanı Toptaşı Akıl Hastanesine sevk ettiler. Ama “yalancının, sahtekarın mumu yatsıya kadar yanar” darb-ı meseli tarzında, oyunları tutmadı, Yalan ve sahtekarlıkları meydana çıktı.. Çünkü birkaç gün sonra hastanenin Baştabibi bizzat Bediüzzamanı konuşturarak muayene etti. Ve sonunda şöyle bir rapor yazıp mabeyin paşalarına gönderdi. Dedi ki: “Eğer Bediüzzamanda zerre kadar cünunluk varsa, dünyada hiçbir akıllı insan yoktur.”
Baştabibin bu raporu üzerine mabeyine telaşa düştü. Hemen çar-çabuk Bediüzzazmanı oradan alıp, getirip nezarethaneye koydular. Burada Hazret-i Üstadın ne kadar kaldığı kesin olarak belli olmamakla beraber, bir ay kadar kaldığı tahmin edilmektedir. Nezarethanede iken, Zaptiye Nazırı Şefik Paşayı Üstada gönderdiler.
Şefik Paşa: “Padişah sana selam söylemiş. Şu 30 altunu ihsan-ı şahane olarak, her ayda da 10 altun maaş bağlamış. İleride bu maaşı yirmi-otuz altun yapacakmış”şeklinde Bediüzzamana teklif getirmiş.
Bediüzzaman ise: “Ben maaş dilencisi değilim. 1000 lira da olsa kabul edemem”diyerek teklifi red etmiştir.
Hz. Üstadın gerek tımarhane Baştabibiyle yaptığı muhaverenin, gerekse nezarethanede iken, yanına gelen şefik paşa ile karşılıklı konuşmalarının onun kendi ifadesi ile olan uzun metinleri, “İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi” eserinde o zamanlar yayınlanmış olduğu gibi, şimdi ise, Latince baskılı Asar-i Bediiye kitabı 426-432 sahifelerinde mevcuttur.
Demek ki; Mısıroğlunun iddialarında: “Sultan tek başına koca bir sarayı işgal ediyor, çıksın oradan, orayı ben mektep yapacağım.” Bu ve benzeri sözleri yüzünden tımarhaneye sevk edilmiş…” ve yine iddiacının zımnen buğuzlu yorumuna göre: “Tımarhaneden çıktıktan sonra gelmiş, padişahla görüşmek istemiş.. fakat belindeki hançerini çıkarmaktan vazgeçmediği için, bu görüşme gerçekleşememiştir.” İlh… gibi, miş, muşların kaç paralık değerde olduğu herhalde anlaşılmıştır.
Evet, Bediüzzaman Hazretlerinin o günleri, Tımarhane, nezarethane derken, İkinci Meşrutiyet ilanı gelip çatmış, Bediüzzamanda artık serbest… Hazret-i Üstadın, meşrutiyet ilanından sonraki hayatı, ileride burada yazılmayan uydurmasyon iddiaların cevabında gerekirse yazılacaktır. Aslında Müfassal Tarihçe-i Hayat eserimizde, onun bu döneme ait hayatı tafsilen ve belgelerle yazılmıştır, görülebilir.
Bu şahsın şu gelen saygısız, anlayışsız, bilgisiz ve terbiye dışı, ama iftiralı ve kazf-ı muhsanatlı sözlerini de kaydedip bir-iki cümle ile cevabını yazdıktan sonra, Celaleddin Ökten’e isnad edilen iddialarının son bölümüne geleceğiz.
İşte bakınız, bütün tarihçiler, o günlerde Bediüzzamanı yakından tanıyan ve gören insanlar, onun küçük kardeşi Molla Abdülmecid Efendi ve onun o devreye ait hayatını yazan yeğeniAbdurrahman-ı Nursi, Eşref Edip Fergan gibi zatların müttefikan, Tımarhane baştabibinin yazdığı raporunun sureti hakkında, az üstte kaydettiğimiz gibi veriyorlar. Kadir Mısıroğlunun kaydettikleri ise; “Doktorlar, aklında bir noksan olmadığını ve sırf görgüsüzlüğü sebebiyle yakışıksız sözler sarf ettiğini söyleyerek onu serbest bırakmışlardır”şeklindedir. Biz şu uydurmacalı te’viller düzen, sinsi düşmanlık güden bu şahıslara ne diyelim?.. Onların ayarına inip, sokak insanları tarzında hakaretamiz sözlerle mi mukabele edelim?.. bilemiyorum.
Ama şunu söylemek durumundayız ki; zahiren dost, zımnen adavet saklıyan bu adamların gayesi, Sultan Abdülhamidi tezkiye ve sena etmek değil, Bediüzzaman gibi bir allame-i cihanı bir maneviyat sultanını bir müçtehid-i azamı aşağılamak, nazardan düşürmektir. Fakat acaba bunlardaki bu sinsi his, nereden kaynaklanıyor? Bediüzzaman Hazretlerinin bir zamanlar taşıdığı “Kürdî” ünvanından mı?.. Evet buna bir derece işaret eden bir hadise var, ama şimdi söylemiyeceğim.
Necip Fazıl Kısakürek merhum bir zamanlar “Büyük Doğu”sunda Hz. Üstadın hayatını tefrika ediyordu. Sonra bunu kitaplaştırdı. 31 Mart Divan-ı Harb-i Örfi mahkemesinden beraat aldığı kısmına geldiğinde; bütün tarihçilere ve Hz.Üsatadın bizzat kendi ifadesine ki:“Mahkemeden berat edip çıktığında, mahkeme hey’etine teşekkür etmiyerek, İstanbul Üniversitesinden Sultan Ahmede kadar bağıra bağıra “ zalimler için yaşasın Cehennem!” dedi kaydı yerine, Necip Fazıl bunu kasden “Sultan Ahmede kadar kendi kendine mırıldandı” tarzında vermişti. Necib Fazıl merhum kendi şeyhinin taht-ı tesirinde idi. Onun şeyhi bir zamanlar Bediüzzamana itirazları olmuştu çünki… Necip Fazılın böyle küçümseyici davranışları ara sıra devam etmişti. Şimdilik hele bu kadar yeter…
Gelelim K.Mısıroğlunun son ve dördüncü bölüm iddiasına. Yine merhum Ökten Hoca’ya isnaden demiş ki:
“Daha sonra Sultan Reşatla görüşen Said-i Nursi, ondan (Sultan Reşattan) Van’da te’sis etmek istediği medrese için yardım almış ve hayatının sonuna kadar bu para ile yaşamıştır. Vefatında, bu altınlardan arta kalanlar, benim Eskişehir Askeri ceza evinden hapishane arkadaşım olan Hüsrev Altınbaşakta kalmış. O da bunları bozdurarak bu günkü “Hayrat vakfı”nı kurmuştur.”
Tahmin ediyorum, bu fasid iftiralı yorum, tek başına Mısıroğluna aittir. Hakikaten bu çok kabih, fevkalade çirkin iftiralı yorumu yapan şahıs cehennemi boylaması lazım.
Evet, o Hazret-i Bediüzzaman ki hayatında hiçbir sadakayı, hiçbir hediyeyi ve mukabelesiz hiçbir ihsanı kabul edip almamış. Hatta amcasının çorbasını bile içmemiş iken; Medreset-üz Zehra Üniversitesi için Sultan Muhammed Reşadın resmi devlet tahsisi olarak 19000 altun lirayı –ki bu para Kosova’da kurulması mutasavver bir üniversitenin tesisi için tahsis edilmiş iken 1912 deki Balkan harbinde Kosova istila edilince- Van’da kurulması düşünülen resmi bir üniversiteye yönlendirmişti. 1913 yazında bu paradan 1000 altun o üniversitenin temellerinin atılması masrafları için Van Valiliğinin emrine verilmişti.
İşte bu uygulama resmi bir muamele olduğundan, dünyanın bildiği ve herkesin işittiği bu çok açık pek bedihi hadiseyi Mısıroğlu tecahül-ü arifaneden gelerek, çirkin iftirasına alet ittihaz etmiştir. Yani; Hazret-i Bediuzzaman gitsin, Medreset-üz Zehra Üniversitesi hususunda Sultan Reşadı ikna etsin, Sultan Reşad da cihan çapındaki büyük hizmeti takdirle karşılasın ve 19000 altını bütçeden ayırsın ve onun ilk ayağı olarak 1000 altınını Van valiliğine göndersin, sonra Bediüzzaman da gidip bu parayı alsın ve üzerine oturup hayatının sonuna kadar onunla geçinsin. Eliyazubillah!.. Düşman dahi bu iftirayı yapamaz.
Ey Mısıroğlu! Sen bu hususlarda ya tamamen cahil bihabersin, ya da sinsi bir kasıtla perde altında Bediuzzamanın aziz şahsiyetini, şerif zatını iftiralarla çürütmek istemektesin. Amma çok yanılıyorsun, güneşi balçıkla sıvayamazsın Bediuzzaman ve Nur mesleğinin hüşyar, ilimdar nöbetdarı çoktur. Bilesin ki sen kendi hezeyanlı iftiralarını kimseye yutturamazsın. Bunu böyle bil.
Geliniz hadisenin gerçek aslının cereyan şeklini bizzat Bediuzzamanın ifadelerinden dinleyelim: Arabi Hutbe-i Şamiyenin zeyli olan “Teşhis-ül İllet” isimli eserin başında şöyle kaydetmektedir:
“Hürriyetin başında Sultan Reşad’ın Rumeliye seyahatı münasebetiyle Vilayat-i Şarkiye namına bende refakat ettim. Şimendiferimizde iki mektepli mütefennin arkadaşla bir muhasebe oldu. Benden sual ettiler ki: “Hamiyet-i diniye mi, yoksa hamiyet-i milliye mi daha kuvvetli, daha lazım?”
Hz.Üstad trendeki o iki muallim ile yaptığı karşılıklı konuşmayı bilahere kaleme almış ve bir risale yaparak, “Teşhis-ül İllet” ismiyle o günlerde hem Arapça hem Türkçesi ile bastırmıştır. Bu mühim risale Hutbe-i Şamiye eseri arkasında yayınlandığı gibi, Türkçe ve Arapçası Osmanlıca Asar-ı Bediiye kitabında da yer almaktadır.
Şimdi asıl mevzumuzu anlatan ifadesine geçiyoruz. Ama önce hadisenin geliş seyrini kaydedelim, şöyleki; 28 Nisan 1911’de Şam’da Emeviye camiinde irad eylediği Hutbeden sonra (Hutbe-i Şamiye) Şam’dan İstanbul’a dönmüş ve Sultan Reşadın tahta oturuşunun 2. yılı dönümü münesabetiyle yapılan merasime Bediuzzaman da katılmıştır. Daha sonra Sultan Reşadın Rumeliye yaptığı seyahate Bediuzzamanı da yanına almıştır. Bu seyahat 6 Haziran 1911’de Barbaros zırhlı gemisiyle İstanbul’dan Selanik’e kadar gittikten, sonra trenle Kosova’ya doğru devam edilmiş ve 11 Haziranda Kosova’nın vilayet merkezi olan Üskübe ulaşılmıştır… Şimdi asıl mevzu olan hususa geçiyoruz:
Hz. Üstad bilahere bu meseleyi (Medreset-üz Zehra meselesini) DP. hükümetinede anlatmak ve onları bu çok büyük hizmete sevk ve teşvik etmek üzere 20 Ağustos 1951’de DP. Bakanlar Kuruluna ve hususiyle Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleriye yazdığı şu mektubu yazdırmıştır:
“Heyeti Vekileye ve Tevfik İleriye arz ediyoruz ki;
Şark Üniversitesi hakkında çok kıymettar hizmetinizi Üstadımıza söyledik. O da dedi ki:“Ben hasta olmasa idim, bende o mesele için vilayet-i şarkiyeye gidecektim. Ben bütün ruh-u canımla Maarif Vekilini tebrik ediyorum.
Hem 55 seneden beri Medresetüz-Zehra Şark Üniversitesinin tesisine çalışmak ve o üniversiteyi biri Van’da, biri Diyarbekir’de, biri Bitlis’te üç tane, hiç olmazsa bir tane Van’da tesis etmek için Hürriyetten evvel İstanbul’a geldim. Hürriyet çıktı o mesele geri kaldı. Sonra ittihatçılar zamanında Sultan Reşadın Rumeliye seyahatı münasebetiyle Kosovaya gittim.
O vakit Kosavada büyük bir Darül –fününün tesisine teşebbüs edilmişti. Ben orada hem ittahatçılara ve hem Sultan Reşada dedim ki: “Şark böyle bir Darul-Fununa daha ziyade muhtaçtır. Alem-i İslamın merkezi hükmündedir…”
O vakit bana vaad ettiler. Sonra Balkan harbi çıktı. O medrese yeri istila edildi. Bende dedim ki: “Öyle ise, o yirmi bin altın lirayı Şark Darul Funununa veriniz. Kabul ettiler…bende Van’a gittim ve bin lira ile Van gölü kenarında Artemitte temelini attıktan sonra, harb-ı umumi çıktı, tekrar geri kaldı…”
Mektubun devamında; Rus esaretinden firar edip İstanbul’a döndüğünü İstanbul’da İngilizlerle ve menfi propagandalarıyla mücadelesinden sonra Ankara’dan defalarca çağırıldığını ve sonra Ankara’ya geldiğini ve tekrar milli mecliste Medreset-üz Zehra meselesini gündeme taşıdığını ve meclisçe kabul edilip 150000 banknot tahsisat ayrıldığını vs. dile getirilmektedir. Bu mektubun tamamını görmek isteyenler Mufassal Marihçe-i Hayat eserimiz 2.baskı; 3.cilt sh.1992-1994’de baksınlar.
İşte ey Mısıroğlu! Hadisenin aslı ve mahiyeti budur, hakikati da bundan ibarettir. Eğer senin fasit zu’muna göre, Bediuzzaman Hazretleri dünya meftunu, para düşkünü olmuş olsaydı merhum Sultan Abdülhamid Hanın ihsan parasını ve maaşını kabul edip alırdı. Hem yine eğer öyle olsaydı M.Kemal’in 300 banknot maaş, mebusluk, köşk gibi cazip teklifleri kabul eder dururdu. Hz.Bediuzzaman, Hazret-i Peygamberin (A.S.M.) varisidir ve onun sünnet-i saniyesi yolundadır; hiçbir zaman dünyaya ve paraya meyletmiş değildir… ve o yüzden dinini bazıları gibi dünyaya satmamıştır. Demek ki, sen ya cehlinden ya da sinsi garazından ona fahiş iftirada bulunuyorsun. Hz. Bediuzzaman Van Medrest-üz Zehrası için Sultan M. Reşaddan alınmış bin altın liradan tek kuruşunu dahi yememiştir. O bin altın liranın tamamını ve hepsini Van Valiliğinin nezareti altında Medreset-üz Zehranın temellerine harcanmıştır...
Peki Hz. Üstadın vefatından sonra Hüsrev Ağabeye intikal eden bu paranın kaynağı nereden? derseniz, dinleyin anlatayım. Ama bu paranın mazisi ve meselesinin tam anlaşılması için Hz. Üstadın geçmiş hayatının bu tarafa doğru gelen seyrini tarih teleskopu ile temaşa etmek gerekmektedir.
Evet, Hz. Bediüzzaman babası ve ağabeysinden aldığı harçlıktan gayrı hiç kimseden sadaka, hediye, zekat ve ihsan almamıştır. Peki o halde nasıl yaşamıştır?!..
CEVAP: 5-6 senelik talebelik hayatında babasının ve ağabeysinin cebine koydukları küçük bazı harçlıklarla geçinmiştir. Sonra 1898 de Van Valisi ya da askerî paşası Hasan Paşanın davetiyle Van’a gitmiş. Ve hemen mahalli basit bir medrese açtırmış, daha sonra büyük bir medreseyi, Horhor Medresesini Van kalesi altında küşad eylemiştir. Evkaf dairesinden 5-10 talebenin tayinatını (geçim masraflarını) alarak Vanda 15 sene kadar tedrisatla meşgul olmuştur. Bu 15 sene içinde, iki defa İstanbul’a gidip ikişer sene kalmaları da dahildir. Van’da evkaftan aldığı paralardan arta kalanlarla bazı şahsi masraflarınıda yapmıştır.. zaten o küçüklüğünden beri elbise, yemek ve yatmak gibi şeyleri gayet basittir. İstanbul da gece kaldığı yerler ya bir cami hücresidir, ya da köhne ve ucuz bir han odasıdır.
Sonra 1. Cihan Harbinde(1914 Ekiminde)önce fırka müftüsü sıfatıyla; 1915 Nisanından sonra da, gönüllü milis alay komutanı olarak vazife almıştır. Ordunun bütçesinden az bir miktar maaş bağlandığı tahmin edilmektedir. 1916 Martında Ruslara esir düşünce, henüz Tifliste bekletilmekte iken, Talat paşanın direktifiyle Hilal-ı Ahmer cemiyeti reisi (Kızılay) Ömer Besim Paşa özel bir kurye ile kendisine 60 liray-ı Osmani mukabili olan 1254 mark ulaştırılmıştır. (Resmi belgeler için bkz.Mufassal tarihçe 2.baskı,1.cilt, sh: 410)
İki buçuk sene kadar esaret hayatından sonra, firar edip İstanbul’a geldiğinde, Harbiye Nazırı Enver Paşa hemen Bediuzzaman’ı Harbiye Nazeretine davet etmiş, lazım gelen her türlü hürmet izaz ve iltifatı yapmış, altın harp madalyasını hediye edip takmış ve çok ısrarlarla ordunun bütçesinden 150 altını ona kabul ettirmiştir. Arkasından Şeyhül-İslama bir tezkere yazarak, Bediuzzaman’ı ordunun bir delegesi olarak “Darül-Hikmetil-İslamiye”azalığına alınmasını talebetti. Şeyhül-İslam Musa Kazım Efendi de, hemen bir tezke-re ile padişah Muhammed Vahidüddine Bediüzzaman’ın atanması için müracaat eyledi. Padişah bunu hemen onayladı. Böylece 24 Ağustos 1334’de (yani1918) tarihinde 50 altın lira maaşla tayini gerçekleşmiştir. (bu resmi belgeler Mufassal Tarihçe-i hayat eserimiz 2.baskı 1.cilt sh.448-449 dadır)
Dar-ül Hikmet-il İslâmiyede iki buçuk sene kadar vazifesi devam etmiştir. Bu süre zarfında maaşından arttırdığı para ile küçüklü –büyüklü 20 kadar eserini bastırıp halka meccanen dağıtmıştır. Çünkü bu maaşı kendisine fazla görmüştür. Bastırdığı bu kitaplardan İşarat-ül İ’caz ile birisini daha para ile satarak, ilerde Hacca gitmek niyetiyle toplamıştır. Daha sonra Ankara’ya gelmesi ve uyuşamayıp Van’a gitmesi ve 1925’te alınıp sürgüne gönderilmesi… Tâ 1946’lara kadar çok aşırı bir iktisad ile hayatını sürdürmüştür 1946 ortalarında Nur Talebeleri teksir makineleri satın alarak, Risale-i Nur’un Asa-yı Musa, Zülfikar, Siracünnür vs. gibi mecmualarını teksir ederek istiyenlere para mukabilinde dağıttılar. Üstad Hazretleride yanında sakladığı ve onunla hayatını sürdürdüğü paradan arta kalan 90 banknotu teksir makinelerinin hizmetine iştirak niyetiyle talebelerine yollamıştır.
İşte bu tarihten itibaren satılan Nur risalelerinin iptidada beşte bir, sonralarında onda bir te’lif hakkı olarak Hz. Üstada verildi. Bu para ile Hz. Üstad geçim masraflarını yaptığı gibi, hayatını nur hizmetine vakfetmiş talebelerinin de tayinatlarını veriyordu. 1956 da Risale-i Nurların tamamı mahkemece berat kazanıp serbest olunca, latin harfleriyle matbaalarda resmen basılmaya başlandı. Nurların satışı da ona göre hızlandı ve arttı. O nisbettede te’lif hakkı olan onda bir gelir de artmış oldu. Lakin aynı parelelde Risale-i Nur hizmetine hayatını vakfeden genç Nur Talebelerinin sayısı da arttı. 1956-1960 beş senelik zamanda vakıf talebelere tayinat olarak verilen şu te’lif hakkı olan paradan arta kalanı oluyordu. Şu artan parayı Hz.Üstad Reşat altınına çeviriyor ve ileride mu’cizeli Kur’anın tab’ı için muhafaza ettiriyordu. Nihayet vefat rihleti için Urfa’ya geldiği zaman-bana ulaşan rivayete göre 366 Reşat altını da beraber getirmişti. Sevgili muazzez şehit Üstad, vefat edince beraberinde Isparta’dan gelmiş hizmetkar talebeleri, bir sepetin içinde saklı olan bu paraları -hizmet parası olduğu için- Tereke Hakimine göstermediler, sakladılar. Sair şahsî eşyasını ise Tereke Hakimi tespit edip, Konya’da yaşamakta olan küçük kardeşine teslimine diye karar verdi. Bunların nelerden ibaret olduğu listesi ve Tereke Hakiminin kararı Mufassal Tarihçe-i Hayat eserimiz 2.baskı, 3.cilt, sh.2154-2157 sahifelerindedir.
Adı geçen altınlar ise, Bediuzzaman’ın hizmetkar talebeleri, bu para hizmet parasıdır diye, götürüp Isparta’da Hüsrev Altınbaşak Ağabeye teslim ettiler.
İşte ey Mısıroğlu! Recmen bilgayb ve ceffel-kalem sarf ettiğin lafların ve hükme bağladığın kararların -görüldüğü üzere- asılsız ve hükümsüz olduğu ayan-beyan günyüzüne çıkmıştır. Çünkü evet, Bediüzzamanın hayatı kuytu köşelerde kalmışta, efsaneli hurafelere bürünmüş bir hayat değildir. Onun hayatı gündüz gibi açık, güneş gibi parlak olup adım-adım takip edilmiş, belgelerle tevsik edilmiş bir hayattır. Ağyarların zımnî kin besleyenlerin uydurmasyon nakil ve rivayetlerine hiçbir cihetle muhtaç olmayan masum ve berrak bir hayattır.
+++
Şimdide gelelim, Mısıroğlunun Prof. Dr. Osman Turan’dan işittim dediği nakil ve rivayetine:
Rivayetin metni şöyledir:
“Bediüzzaman Said-i Nursi, 1960 yılında vefatıyla nihayetlenen Urfa seyahatine çıkarken, Ankara’daki evlerini (Osman Turanın kayin validesi Sultan II.Abdulhamid’in torunu Namıka Sultan Hanımla beraber yaşadıkları evlerini) ziyaret etmiş ve Namıka Sultandan dedesi adına helallık istemiş ve Said-i Nursi merhum şu sözlerle kendisinden helallık dilemiştir:
“Biz gençlik saikasıyla ittihatçıların propagandalarına kapılarak dedeniz merhum Sultan Abdülhamid Han Hazretleri hakkında itale-i kelamda (dil uzatma) bulunduk. Onun (bir) varisi sıfatıyla sizden helallık diliyorum. Bende bir ölüm yolcusuyum. Kabre az mesafem kaldı. Onun namına bana hakkınızı helal ediniz!…”
Namıka Sultan: “Ne beis var hocaefendi!.. O zamanın siyaseti icabı böyle çok şeyler oldu!.. Artık geçen geçti” demişse de, Bediüzzaman saraheten “Helal ettim” cümlesini duymak istemiş ve bunu Sultan Hanımefendiye ısrar ederek üç defa tekrarlatmış ve sonra da.” Oh!..Elhamdülillah, inşallah bu haktan da kurtuldum. Artık müsterih olarak ölebilirim…” demiştir.
Ve beyanın sonuna şu cümleler ilave edilmiştir:
“Hakikaten o anda Urfa’ya gitmek üzere yola çıkmış bulunuyordu. Urfa’ya varmış ve kısa bir müddet sonrada orada vefat etmiştir.” (Bir Mazlum Sultan Kadir Mısıroğlu sh: 22)
Cevap: Bu rivayet ve nakil, bazı cinaslı imalarla, müstetbeatüt-terakib remizlerle derince bazı aşağılamalar ve güya Sultan Abdülhamide karşı yapılmış hakaretli suçlar varmışçasına gizli algılamaların işaretleri varsa da, üzerinde durmayacağım. Rivayetin zahiri tatlıdır. Bediüzzamanın helalleşmek için kapılarına kadar geldiğini kaydetmeleri faziletini dile getirmişlerdir gibidir.. Bediüzzaman Hz.leri filhakika vefatına yakın günlerde veda ve helalleşme seyahatleri yaptığı da doğrudur. Buna bir şey demiyoruz. Ancak ben rivayetin içindeki üç noktasını tahlil etmeyi lüzumlu gördüm.
Birinci Nokta: Bediüzzaman Hz.leri merhum Sultan Abdulhamide karşı onun zatî şahsiyetini tahkir edici bir davranışı, hareketi, sözü vaki ve varid olmuş mudur?..
İkinci Nokta: Şeriatın kıstaslarına göre siyasî bazı tenkidler ile birisi tenkid edilmişse ve hakkı geçmişse, o kişinin varisleri, (vereselerine intikaleden bağ ve bahçenin mirasçıları gibi) bu hakkı taşıyıpta helal etme durumunda olabiliyorlar mı?…
Üçüncü Nokta: Fil-vaki Hz.Üstad vefatından az önce o ziyaret ve helallaşma imkanlar noktasında ve görgü şahitlerinin şahadetleriyle gerçekleşmiş midir?…
1. Noktanın Cevabı: Yazımızın az üst taraflarında kesin belgelerle gösterdiğimiz üzere Bediüzzamanın merhum Sultan Abdülhamid’e karşı hakaretamiz hiç bir sözü, tahkiri ima eden hiçbir hareket ve tavrı vaki olmuş değildir. Bu makamda başka bir şey söylemeye gerek kalmamıştır.
2. Noktanın Cevabı: İslam şeriatında, bağ, bahçe, mal ve para, kişinin vefatıyla, varislerine hak olarak geçtiği vardır ve vakidir. Birisi o kişinin sağlığında onun bir hakkını yemiş, ona bir zulmü olmuş ve bir hukuk tecavüzü olmuşsa, gelip varislerinden helallık taleb edebilirler ve bu mümkündür. Ama İslam aleminde hakiki ve İslami siyaset noktasında (Mesela Zübeyir b. Avvam Hz.Ali’yi siyaset noktasında hak namına tenkid etmişse) Bir muhaddis diğer bir muhaddisi hadisi tezkiye noktasında tenkid etmişse, sonra gelip tenkid ettiği kişinin varislerinden helallik dilemesinin lüzumu diye ben bir şey görmüş değilim ve bilmiyorum.
Bunun gibi; bilfarz Bediüzzaman Hz.leri merhum Sultan Abdülhamidin paşalarının elleriyle yapılmış bazı icraatını içtihadınca tenkid yolunda sert kelimeler sarf etmişse, bir hak geçer mi?.. Faraza geçse de, gelip varislerinden helallık talep etse, şer’i bir helalleşme sayılır mı? Ve bununla bir hak varsa kalkmış olur mu? Karar okuyucunun …
Şu ikinci noktanın içinde bir meseleyi ince bir ayarla ayarlamak gerekiyor. Şöyle ki, metin rivayette, sözde Bediüzzaman güya demiş ki: “Gençlik saikasıyla ittihadçıların propagandalarına kapılarak Sultan Abdülhamid Han Hz. leri hakkında pek çok itale-i kelamda bulundum”un bir sabit vesikası var mı? Ve fil-hakika Bediüzzaman ittihatçıların propagandalarının tesirinde kalarak ve sadece o tesir ile konuşmuş mudur?..
Elcevap: Bediüzzaman Hz.lerinin İttihatçılarla ilişkileri sadece bir ay sürmüştür. Onlarda -gitgide hakim olan- farmason grubu Bediüzzamanı kendi emellerine alet etmek istedilerse de, tam aksiyle Bediüzzaman onları kendi mefkuresine çekip alet etmek istedi. Her zaman ve her defasında Meşrutiyeti “Meşruta-i Şer’iye” ve “Meşrutiyet-i Meşrua” tarzında ifadelerde bulundu. Ve onu şeriata alet ve hadim yapmak istedi. Meşrutiyetin ilanından bir buçuk ay kadar sonra onlar Bediüzzamandan kesildiler ve ayrıldılar. Bediüzzaman da onlardan yüz çevirdi. Ve bir müddet sonra “İttihad-i Muhammedi” cemiyetine üye olarak katıldı. Lakin Ahrar Fırkasıyla dostluğu ve alâkası devam eyledi. Bu meseleyi ben Mufassal kitabımızın 1.cildinde belgelerle uzun uzadıya kaydetmişimdir, müracaat edilebilir.
Ve 3. Noktanın Cevabı: Rivayet ve rivayetçi demiş ki: Bediüzzaman vefat rihletı ile Urfa yolculuğuna giderken, Ankara’ya uğradı, evimize geldi, Namıka Sultanla halelleşme dileğinde bulundu?
Oysaki adım-adım saat-saat Hz.Üstadın bu seyahatını az yukarıda kaydetmişiz ki O’nunla beraber Urfa’ya gelen hizmetkar talebelerinden Konyalı Zübeyir Gündüzalp, Emirdağlı Bayram Yüksel, şoförlüğünü yapan Karabüklü Hüsnü Bayramoğlundan defalarca bizzat dinlediğim gibi, birçok kimselerde dinlemişlerdir ki; Isparta’dan 20 Mart 1960 Pazar günü saat 09’da çıkıp hiç durmadan Konya, Adana, Gaziantep’e uğrayarak, 21 Mart 1960 Pazartesi günü sabah saat 10 sıralarında Urfa’ya geldik diyorlar. Bu yolculukta Ankara ismi kat’iyetle yoktur ve mümkünde değildir. Üstadın yanından hiç ayrılmayan hizmetkar talebelerinin hiç birisinden böylesi bir ziyaretin şahitliği de yoktur. Bu durumda acaba kime inanmak gerekir?..
Kaldı ki, Hz.Üstad vefatından üç ay kadar evvel, yani 1959’un son günlerinde iki defa Emirdağ’dan Ankara’ya ve birer akşam Beyrut Palas Otelinde kalarak ertesi günü İstanbul’a İstanbul’da da birer akşam kalarak, geri Ankara’ya gelmiş ve yine birer akşam Ankara’da kaldıktan sonra, birinci seferinde geri Emirdağına, ikinci seferinde Ankara’dan Konya’ya, aynı gün Isparta’ya dönmüşlerdir. 1960 başlarında talebelerinin daveti üzerine Ankara’ya bir üçüncü defa gitmek istemişse de, aynı günde hükümetten (Bakanlar kurulundan) Ankara’ya girmesi yasaklanmış, geri dönüp Emirdağ’dan çıkmama tebliği yayınlanmış olduğundan polis Ankara yakınında barikat kurarak Ankara’ya girmesini engellemiştir ve vefatına kadar bir daha Ankara’ya gitmemiştir.
İşte Üstadın Ankara’ya yaptığı mezkür iki seyahati hep polis kordonu altında yapılmış olduğu, beraberinde bulunan ve hiç ayrılmayan hizmetkar talebelerinin hiçbirinden Prof. Osman Turanın sözünü ettiği öylesi bir ziyaretten söz edip şahitlik yapmıyorlar.
Ancak bu mevzuda Bediüzzamanın talebelerinden büyük şahsiyetli bir –iki zattan Sultan Abdülhamid’le ilgili olarak Üstad Hz.lerinden şunu dinlediklerini duymuştum. “Ben bir ara Sultan Abdülhamid Han adına paşaların eliyle yapılan istibdatları ondan zannetmiştim. Sonra anladım ki, onun etrafını masonlar sarmış, yapılan menfi icraat ona mal ediliyordu. Kendisi veli bir insan. Ben her sabah onu manevi kazançlarıma hissedar ediyorum. Ey Said, o büyük sultanı müstebit zannetmiştin, onun cezası olarak çek bu büyük istibdatları !..”
İşte Hz. Üstadın hayatı bu. Tavır ve hareketlerinin şekil ve şemaili de böyle…
01.12.2007 ŞANLIURFA
ABDÜLKADİR BADILLI
NOT: Ameliyatlı hasta yatağında yazdığım bu yazıda, olabilecek üslup hatalarından, cümle devrikliklerinden dolayı okuyuculardan özür diliyorum.
BU MUKNİ CEVABDAN DOLAYI ALLAH AĞABEYİMİZDEN RAZI OLSUN
RUHUNA EL FATİHA
Medresetüz-zehra için verilen altınlarla Mübarek Üstadımızın ''ömür boyu geçindiğini'' iddia eden Mısıroğluna '.....
'yuhadan başka cevab var mıdır?..') Muhakemat ( 29 )