Kültür Bakanı Çelik'ten bandrol açıklaması:

 

Bize bir başvuru geldi. Başvuru şu, şikayet; Risale-i Nur basanların hiçbirinin (!) basma yetkisi yoktur. Çünkü hiçbir yasal varis değildir diye.

TÜRKİYE CUMHURİYETİ

 

Yüzotuz parçadan mürekkep Risale-i Nur Külliyatından Sözler, Mektubat, Lem’alar Şualar, Mesnevi-i Nuriye, İsaratul İcaz, Lahika Mektublarını ve sair Türkçe ve arabi eserlerinin neşir ve muhafaza ve müdafalarına ait her türlü haklarımı hususi hizmetkarlarım ve varislerimden Tahiri, Sungur, Zübeyir, Ceylan, Hüsnü , Bayram  ve Talebelerimden Said Özdemir ve Ahmet Aytimura tevdi ediyorum. Ben öldükten sonra bana aid bütün Risale-i Nur Kitablarının neşrine devam edeceklerdir.

 

Risale-i Nur ne benim, ne de başkasının malıdir. Kuranın malıdır. Risale-i Nurun hasılatı Risale-i Nurun ve Hizmetinindir. Bu manevi evlatlarım ve talebelerim benim tarzımda Risale-i Nura ve umumuna hizmet edeceklerdir.

Lüzumu halinde bu vasiyetimi alakadar resmi makamata vermek üzere tanzim ediyorum

 

Said Nursi

 

 



Vasiyetnamemdir

 

            Aziz, sıddık kardeşlerim ve vârislerim!

 

            Ecel gizli olmasından, vasiyetname yazmak sünnettir. Benim metrukâtım ve Risale-i Nur'dan olan benim hususî kitablarım ve güzel cildlenmiş mecmualarım vesair şeylerimin bütününü, Gül ve Nur fabrikalarının heyetine, başta Hüsrev ve Tahirî olarak o heyetten oniki {(*): Kardeşim Abdülmecid, Zübeyr, Mustafa Sungur, Ceylan, Mehmed Kaya, Hüsnü, Bayram, Rüşdü, Abdullah, Ahmed Aytimur, Âtıf, Tillo'lu Said, Mustafa, Mustafa, Seyyid Sâlih.} kahraman kardeşlerime vasiyet ediyorum. Onlara bırakıyorum ki; emr-i hak olan ecelim geldiği zaman, benim arkamda o metrukâtım, benim bedelime o sadık ve mübarek ellerde hizmet-i Nuriye ve imaniyede çalışsın ve istimal edilsin.

 

            Kardeşlerim! Bu vasiyetten telaş etmeyiniz. Ben, teessürattan ve dokuz defa zehirlenmekten, pek çok zaîf olmakla beraber; gizli münafıkların desiselerle müteaddid sû'-i kasdları için bu vasiyeti yazdım. Merak etmeyiniz, inayet-i Rabbaniye ve hıfz-ı İlahî devam ediyor.

 

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Kardeşiniz Said Nursî

 

 

Emirdağ Lahikası-1 ( 136 )



 

 

Çıkarılması beklenen Bakanlar Kurulu Kararı’nda eserlerin basımı ve satışından elde edilen gelirlerin bir kısmının Bediüzzaman’ın ve eserlerinin tanıtımı faaliyeti için kullanılması şartı getiriliyor.

 

 

 

Üstadımızın Vasiyetnamesi

 

            Hem benim şahsımın, hem Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsinin sermayesini, kendilerini Risale-i Nur'un hizmetine vakfedenlerin tayinlerine vermek, hususan nafakasını çıkaramıyanlara vermek lâzımdır.

 

            Şimdiye kadar birkaç senedir tayinatları verilen Nur talebeleri, haslara malûm olmuş. Ben de yanımda şimdi bulunan kardeşlerimi kendime vâris ve benim vazifemi yapmaya çalışmak lâzım. Tesanüdü de tam muhafaza etsinler.

 

Evet, bu vasiyetnameyi tasdik ediyorum.

                                                                                       Said Nursî

Emirdağ Lahikası-2 ( 200 )


 

                  2- Emirdağ Lâhikası II, sayfa 200-201’deki vasiyetname:

a) Tayinatla alâkalı ve tesanüdü muhafazadan bahsediyor.

 

b) Dostlar kabrimin yanına gelmesin uzaktan fatiha okusunlar, diye arzusunu ifade ediyor.


 

3- Emirdağ Lâhikası II, sayfa 204’de, kabrinin gizli kalmasını arzu ettiği vasiyeti:

 

Üstadımız izzet-i ilmiyeyi muhafaza için eski zamandan beri en büyük reislere tezellül etmedi. Hem halkların hediyesini kabul etmiyordu. Şimdi ise Üstadımız hem zayıf olduğu halde, ehl-i ilme bir mahzuru olmayan hediyeyi ise hastalıkla alamıyor. Hattâ biz hizmetkârlarından dahi en küçük bir şeyi mukabelesiz yiyemiyor. Yese hasta oluyor. Bu haleti, hiçbir şeye âlet olmayan Risale-i Nur’daki a’zamî ihlasın muhafazası için bir hastalık suretini aldı. Ve hastalıkla bu kaidesini bozmaktan men’ediliyor itikadındayız.

Hattâ Risale-i Nur’un her tarafta neşir ve intişarının büyük bir bayramı münasebetiyle, ehl-i ilme lâzım olan musafaha ve sohbet etmekten ve bu mübarek bayramda da en has talebeleri ve kardeşleriyle musafaha ve sohbetten ve ona bakmaktan da şiddetle sıkılıp a’zamî ihlasın muhafazası için bir hastalık haleti alarak men’edildiği ona ihtar edildi.

Hattâ bizler gördük ki bu mübarek bayramda şiddetli hastalığı için talebelerine dedi: “Benim kabrimi gayet gizli bir yerde, bir iki talebemden başka hiç kimse bilmemek lâzım geliyor. Bunu vasiyet ediyorum. Çünkü dünyada sohbetten beni men’eden bir hakikat, elbette vefatımdan sonra da o hakikat bu surette beni mecbur ediyor.”

 

Biz de Üstadımızdan sorduk:

 

Kabri ziyarete gelenler Fatiha okur, hayır kazanır. Acaba siz ne hikmete binaen kabrinizi ziyaret etmeyi men’ediyorsunuz?

Cevaben Üstadımız dedi ki: Bu dehşetli zamanda, eski zamandaki Firavunların dünyevî şan ve şeref arzusuyla heykeller ve resimler ve mumyalarla nazar-ı beşeri kendilerine çevirmeleri gibi enaniyet ve benliğin verdiği gafletle; heykeller ve resimler ve gazetelerle nazarları, mana-yı harfîden mana-yı ismîyle tamamen kendilerine çevirtmeleri ve uhrevî istikbalden ziyade dünyevî istikbali hayal edinmiş olmaları ile; eski zamandaki lillah için ziyarete mukabil ehl-i dünya kısmen bu hakikate muhalif olarak mevtanın dünyevî şan ve şerefine ziyade ehemmiyet verir, öyle ziyaret ediyorlar. Ben de Risale-i Nur’daki a’zamî ihlası kırmamak için ve o ihlasın sırrıyla, kabrimi bildirmemeyi vasiyet ediyorum. Hem şarkta hem garpta hem kim olursa olsun okudukları Fatihalar o ruha gider.

Dünyada beni sohbetten men’eden bir hakikat, elbette vefatımdan sonra da o hakikat bu suretle beni sevap cihetiyle değil, dünya cihetiyle men’etmeye mecbur edecek, dedi.

Hizmetinde bulunan talebeleri

Emirdağ Lâhikası II (Envâr Neşriyat, s. 204


 

“VASİYETNAMENİN BİR ZEYLİ” ki talebe tayinatlarıyla alakalı bir vasiyetnamedir. Yahut da bir evvelki vasiyetnamenin zeylidir. İsim olarak fedakâr hizmetkârlarım diye ifade ettiği yedi kişi: ZÜBEYR, CEYLAN, SUNGUR, BAYRAM, HÜSNÜ, ABDULLAH, MUSTAFA ve has ve halis Nur’un kahramanları diye HÜSREV ve NAZİF, TAHİRİ, MUSTAFA GÜL isimlerini zikretmektedir.

Burada ismi geçenlerden sadece Hüsnü ve Abdullah Ağabeyler hayatta olup diğerleri dâr-ı bekâya iltihak etmişlerdir.

 

Vasiyetnamenin Bir Zeyli

Eşref Edib’in neşrettiği Tarihçe-i Hayat’ın otuzuncu sahifesindeki Said’in hususiyetlerinden altı numunesinden yedinci numunesi ki mukabelesiz hediyeyi ömründe kabul etmemek, kanaat ve iktisada istinaden, şiddet-i fakrıyla beraber altmış yetmiş sene evvelki kendi talebelerinin tayinatını da kendisi verdiği acib vaziyetin şimdiki bir misali ve bir sırrı kaç senedir anlaşıldı diye vasiyetnamenin âhirinde bunu yazmanın zamanı geldi.

Evet, şiddet-i fakr ve istiğna ile hediye almamakla beraber Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki yasak olmayan daktilo makinesi ile intişar eden Risale-i Nur’un verdiği sermaye ile şimdi manevî Medresetü’z-Zehranın dört beş vilayetinde hayatını Risale-i Nur’a vakfeden ve nafakasına çalışmaya zaman bulamayan fedakâr Nur talebelerinin tayinatına acib bir bereketle kâfi gelen ve Nur nüshalarının fiyatı olan o mübarek sermayeyi ben öldükten sonra da o hâlis, fedakâr kardeşlerime vasiyet ediyorum ki altmış yetmiş sene evvelki kaidemi yetmiş sene sonraki şimdiki düsturlarıma aynen tatbik etsinler. İnşâallah Risale-i Nur’un tab serbestiyeti olsa o düstur daha fazla inkişaf eder.

Medar-ı hayrettir ki o eski zamanda Evkaf’tan beş talebenin tayinatını Van’da Eski Said kabul etmiş. O az para ile bazen talebesi yirmiye, otuza, altmışa kadar çıktığı halde kendi talebelerinin tayinatını kendisi veriyordu. O kanaat ve iktisadın bereketiyle ve kendi beş altı mavzer tüfeğini satmakla istiğna kaidesini bozmadı. O zaman meşhur Tahir Paşa gibi çok yardımcılar varken kaidesini bozmadı. O altmış yetmiş senelik düstur-u hayatının bir işaret-i gaybiye ile altmış yetmiş sene sonra o kanaat ve istiğnanın bir meyvesi inayet-i İlahiye ile ihsan edildi ki o kadar mahkemeler ve yasaklar ve müsadereler ve eski harfle izin vermemekle beraber, kaç senedir dört beş vilayet vüs’atindeki manevî Medresetü’z-Zehranın fedakâr talebelerinin tayinatını Risale-i Nur kendisi hediye etti.

Halbuki o nüshaların bir kısm-ı mühimmini hediye olarak mukabelesiz etrafa ve âlem-i İslâm ve Avrupa’ya gönderdiği ve elindeki nafakasını Nur’un teksirine sarf ettiği halde, yine Nur’un nüshaları acib bir tarzda hem kendine hem o hâlis fedakârlarına kâfi gelmesi, eski zamandaki işaret-i gaybiyesinin bir güzel meyvesi ve bir hikmeti olduğuna kat’iyen kanaatim geldiğinden vasiyetnamemin âhirinde beyan ediyorum.

Bu vasiyetname benden sonra bâki kalan tayinat içinde de konulsun tâ ki bazı insafsız insanlar “Bu Said günde beş on kuruşla yaşadığı ve kimseden para almadığı halde şimdiki mirası yüzer lira görünüyor, nerede buldu?” dememek için bu hakikati izhar etmek münasip olur.

Şimdi manevî evlatlarım, fedakâr hizmetkârlarım olan Zübeyr, Ceylan, Sungur, Bayram, Hüsnü, Abdullah, Mustafa gibi ve has ve hâlis Nur’un kahramanları olan Hüsrev ve Nazif, Tahirî, Mustafa Gül gibi zatların nezaretinde o düsturumun muhafaza edilmesini vasiyet ediyorum.

Said Nursî

Emirdağ Lâhikası II (Envâr Neşriyat, s. 217

 


 

Emirdağ Lâhikası II, sayfa 232’deki, Üstadın “TAHİRÎ, SUNGUR, CEYLAN, HÜSNÜ ve bir iki adam daha MUTLAK VEKİLİM olarak vasiyet ediyorum..” dediği –o iki kişinin isimlerini tam tasrih etmediği– son vasiyetidir.

Bu vasiyette de talebe-i ulûm tayinatlarıyla beraber “mutlak vekilim” ifadesi ve “benim en yakınımda hizmetimde olup bir derece tam tarz-ı hareketimi bilenler ve yakından görenler içinde, dört beş adamı mutlak vekil yapıyorum. ” ifadesi dikkati çekiyor.

 

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Umum dostlarıma ve Nur kardeşlerime bu vasiyeti ilan ediyorum:

Ben şahsım itibarıyla vazife-i Nuriyeyi yapmaya tâkatim kalmamış. Belki ihtiyaç da kalmamış. Hem müteaddid tesemmümlerle ve çok ihtiyarlık vaziyetiyle ve hastalıkla şimdiki hayatta kalmak, tahammülüm kalmamış gibidir. Şayet müştak olduğum ölüm elime geçmese de zahirî hayatımda ölmüşüm gibi diye bu vasiyetimi yazıyorum.

 

Hâlık-ı Rahman-ı Rahîm’e hadsiz şükür olsun ki bundan altmış yetmiş sene evvel hilaf-ı âdet olarak tahsil-i ilim, hususan ilm-i imanî yolunda başkaların muavenetine yalvarmamak ve tam fakr-ı haliyle beraber Eski Said çocukluk, gençlik zamanında talebelerine tayinlerini kendi vermeye çalıştığı ve ancak kısa bir zaman beş tayin kabul edip mütebâki talebelerine bazen yirmi otuz talebesine tayin verdiğinden ilmi, vasıta-i cer etmeye o talebeler mecbur olmadılar. İktisat ve kanaatle o zaman muvaffak oldukları gibi Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn’e hadsiz şükür olsun ki Eski Said gibi şimdi Risale-i Nur kendi hakiki talebelerinin tayinlerini neşriyatıyla mükemmel vermeye başlamış. A’zamî ihlası kırmamak için Risale-i Nur has talebelerine, hususan nafakasını tedarik edemeyenleri tam tamına idare edecek derecede Risale-i Nur’un satılan nüshalarının beşten birisi Risale-i Nur’un hakkı olduğu cihetle şimdi elli altmış talebesine kâfi sermayesi çıkıyor. Benim (bîçare Said’in) içinde hiçbir hakkı yoktur. Yalnız Risale-i Nur’un kıymettar hâsiyeti ve şakirdlerinin şahs-ı manevîsinin kemal-i sadakati bu manevî Nur bayramına vesile oldu.

 

Şimdi bütün talebelerin fevkinde diyerek değil, benim en yakınımda hizmetimde olup bir derece tam tarz-ı hareketimi bilenler ve yakından görenler içinde, dört beş adamı mutlak vekil yapıyorum. Ben ölsem veya hayatta şuursuz kalsam, Nurlara karşı hizmetimin tarzını bilerek tam yapabilsinler. Şimdilik Tahirî, Sungur, Ceylan, Hüsnü ve bir iki adam daha mutlak vekilim olarak vasiyet ediyorum.

Şimdi Risale-i Nur’un satılan nüshalarının sermayesi, Risale-i Nur’un malıdır. Said de bir hizmetkârdır, hayatta tayinini alabilir. Hattâ bugünlerde ölüm bana çok yakın göründü. Ben de altı vilayette bulunan elli altmış talebeyi iki üç sene Nur sermayesinden tayinini vermek kat’î niyet ederken, belki bazılarını bazı maniler onları talebelik hizmetinden vazgeçirecek diye vazgeçtim. Şimdi vasiyetimi yazdım.

Said Nursî

 

Hâşiye: Gavs-ı A’zam Şeyh-i Geylanî (ra) Risale-i Nur’a ve müellifine işaret ettiği keramet-i gaybiyesinde bir fıkrada تَعِيشُ سَعِيدًا diye maişet hususunda saadetle yaşayacağını ve en mesud olacağını haber vermiş. Halbuki biz Üstadımızın fakr u istiğnasını şimdiye kadar zahiren buna muhalif görüyorduk. Gavs-ı A’zam’ın bu ihbar-ı gaybiyesi Üstadımızın hayatında şimdi bilfiil görülmüş ki küçüklüğünde daha on yaşında iken amcasının çorbasını içmezdi, minnet altına girmezdi. Ve ders verdiği eski talebelerinin maişetini de kendisi deruhte ederdi. Aynen şimdi de elli altmış talebesinin tayinlerini vermesi, o gaybî ihbarın tam tahakkuk ve tezahür ettiğini göstermiştir.

Tahirî, Sungur, Ceylan

Emirdağ Lâhikası II (Envâr Neşriyat, s. 232)

 


 

a) Mu’cizatlı Kur’an’ın, TEVAFUKLA ve fotoğrafla tabı

b) Risale-i Nur intişara başlasa… KENDİNİ RİSALE-İ NUR’A VAKFEDEN TALEBELER…

meseleleri

 

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Ecel muayyen olmadığı için benim şiddetli hastalığım her vakit gelebilir diye evvelce yazdığım vasiyetnamelerimi teyiden bu vasiyetname de şiddetli, dâhilî bir hastalığımdan ihtar edildi. Ben de beyan ediyorum ki:

Benim vefatımdan sonra, benim emaneten elimde bulunan Risale-i Nur sermayesi hem mu’cizatlı Kur’an’ımızı tabettirmek için Eskişehir’de muhafaza edilen sermaye, o Kur’an’ın tevafukla ve fotoğrafla tabına ait. (*) Yanımızdaki sermaye ise Risale-i Nur’un sermayesidir. O sermaye Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn’e hadsiz şükür olsun ki yetmiş küsur sene evvel o zamanın âdetine muhalif olarak kendim fakirliğimle beraber onların tayinlerini verdiğime bir ihsan ve lütf-u Rabbanî olarak o zamandan elli altmış sene sonra Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn o örfî âdete muhalif kaidemi manevî ve geniş Medresetü’z-Zehranın hâlis ve nafakasını temin edemeyen ve zamanını Risale-i Nur’a sarf eden talebelerine aynen ve eski zaman ihsan-ı İlahî neticesi olarak şimdi yanımızdaki sermaye onların tayinleridir ve tayinlerine sarf edilecek ve kaç senedir benim yaptığım gibi benim manevî evlatlarım, benim vereselerim aynen öyle yapmak vasiyet ediyorum.

İnşâallah tam Risale-i Nur intişara başlasa o sermaye şimdiki fedakâr, kendini Risale-i Nur’a vakfeden şakirdlerden çok ziyade fedakâr talebelere kâfi gelecek ve manevî Medresetü’z-Zehra ve medrese-i Nuriye çok yerlerde açılacak. Benim bedelime bu hakikate, bu hale manevî evlatlarım ve has ve fedakâr hizmetkârlarım ve Nur’a kendini vakfeden kahraman ve herkesçe malûm kardeşlerim bu vasiyetin tatbikine yardımlarını rica ediyorum. Risale-i Nur itibarıyla bana hiç ihtiyaç kalmadığı için âlem-i berzaha gitmek benim için medar-ı sürurdur. Siz mahzun olmayınız. Belki beni tebrik ediniz ki zahmetten rahmete gidiyorum.

Çok hasta

Said Nursî

Evet biz, Üstadımızın bu vasiyetine şahidiz.

Emirdağlı Çalışkan, Mustafa Acet, Safranbolulu Hüsnü, Ermenekli Zübeyr, Çoğollu Bayram

(*) On bin liradır.

Emirdağ Lâhikası II (Envâr Neşriyat, s. 234)

 


Tarihçe-i Hayat ve mu’cizatlı Kur’an’ımızın tevafuklu tabı

 

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Aziz, muhterem kardeşimiz Tahsin Bey!

Leyle-i Kadrinizi tebrik eder, muvaffakıyetler dileriz. Üstadımız size hususi selâm ediyor. Dedi ki:

Tahsin’in neşrettiği Tarihçe-i Hayat yirmi büyük mecmua kadar fayda verdi, fütuhat yaptı. Şimdi bir parça ilişmelerine kat’iyen merak etmesin. Nazar-ı dikkati celbettiği için büyük bir ilanname hükmüne geçti. Şimdiye kadar nasıl ki yirmi senedir yirmi büyük mecmua perde altında intişar etmesiyle çok büyük fütuhata medar oldu. Tarihçe-i Hayat’ın da perde altında intişarı inşâallah aynı neticeyi verecek.

Sâniyen: Madem Cenab-ı Hak, sizi Ankara’da Risale-i Nur’un başkumandanı olarak ihsan etmiş; Risale-i Nur’un, Kur’an’ın kırk vech-i i’cazından bir vechi olan nazmını beyan eden İşaratü’l-İ’caz tefsirinin neşri de size müyesser oldu. O vech-i nazım yedi kısımdır. Bir kısmı tevafukattır. Tevafukatın bir nev’i de lafza-i Celal’de görülen zahir tevafukattır.

İşte mu’cizatlı Kur’an’ımız bu tevafukatı gösteriyor. İnşâallah bu mu’cizatlı Kur’an’ın neşri ve tabı da size nasib olacak. Evvelce Üstadımız on bin lira size göndermişti. Şimdi de Kur’an’ın âyetlerine tam muvafık olarak altı bin altı yüz altmış altı lirayı ki bu para, talebelerin iki senelik tayinatından fazla kalan paradır. Bunda bir sırr-ı azîm var, aynı altın para gibi mübarektir. Başkasına sarf etmemek lâzımdır. Size bazı Kur’an’ın cüzleri ile birlikte gönderiyoruz ve pek çok selâm ediyoruz.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Kardeşleriniz Tahirî, Zübeyr, Ceylan, Sungur

Emirdağ Lâhikası II (Envâr Neşriyat, s. 235)

 


 

HÜLÂSA:

Üstad Hazretleri’nin vasiyetnamelerinde ismi geçen şahıslar:

1- Hüsrev 2- Tahiri 3- kardeşi Abdülmecid 4- Zübeyr 5- Mustafa Sungur 6- Ceylan 7- Mehmed Kaya 8- Hüsnü 9- Bayram 10- Rüştü 11- Abdullah 12- Ahmed Aytimur 13- Atıf 14- Tillolu Said 15- Mustafa (Acet olabilir) 16- Mustafa (Gül olabilir) 17- Seyyid Salih 18- Nazif (İnebolulu Ahmed Nazif Çelebi)

Bu yukarıda, ismi muhtelif vasiyetnamelerde geçen 18 kişi var. Ekserisi Hakk’ın rahmetine kavuşmuş. Hayatta olanlar 1- Abdullah Yeğin 2- Ahmed Aytimur 3- Said Özdemir (Tillolu Said) 4- Seyyid Salih Özcan (ağır hasta ve yoğun bakımda, dua istiyor) 5- Hüsnü Bayramoğlu Ağabeylerdir.

Hüsnü Ağabey uzun süre Üstadın hizmetinde bulunmuş, son vasiyette “mutlak vekilim” hitabına mazhar olmuş. Abdullah ve Ahmed Ağabeyler de kısa da olsa zaman zaman Üstadın bizzat hizmetinde bulunmuş. Said Ağabey ve Ahmed Ağabey neşriyat hizmetinde vazife deruhde etmişler. Seyyid Salih Ağabey daha çok âlem-i İslam’la alâkalı geniş dairede vazifeler ifa etmiştir.

***

Vasiyetnamelerde isimleri geçmemiş fakat Üstadın hizmetinde bulunmuş başka Nur talebesi ve mümtaz ağabeylerimiz de var:

Emirdağ’da Çalışkan hanedanı; hususan Ceylan Ağabey, babası Mehmed Çalışkan, amcaları Hasan, Osman, Mahmud Çalışkan Ağabeyler, kardeşi Sadık Çalışkan sonra Hamza Emek ve Mustafa Acet Ağabeyler Emirdağ’da Üstadla yakından alâkadar olmuşlar:

 

 

Aziz, sıddık kardeşlerim ve benim hakkımda bu gurbette samimi akrabalarım Osman, Mehmed, Hasan Efendiler!

 

Sizin hâlisane, bana ve Risale-i Nur’a karşı hiç unutulmayacak hizmetinize bir mükâfat-ı âcile olarak Hasan Feyzi ve sair talebelerin, Çalışkan Hanedanına karşı fevkalâde teveccühleri ve umum memlekette sizin şerefinizi neşretmeleri ve ehl-i hakikati size dost yapmakları cihetiyle; benden ziyade Risale-i Nur ve şakirdlerini himaye ve muhafaza etmek ve ehl-i siyasetin ve beni zehirleyen düşmanlarımın desiselerinden kurtarmak için gayet derecede bir ihtiyat, tam bir sadakat ve benim yerimde tam bir dikkat ile mükellefsiniz. Yoksa az bir hata, yalnız bana değil belki binler masum şakirdlere ve şimdi parlayan şerefinize dokunacak. Benim vaziyetim ve verilen sıkıntılar altı vecihle kanunsuz olmasından, ileride mes’uliyetten kurtarmak için insafsız ve kanunsuz beni tazip edenler, kendilerine bir bahane, bir vesile arıyorlar. Pek çok dikkatli olmanız lâzımdır.

Emirdağ Lâhikası I (Envâr Neşriyat, s. 144)

 


 

Kastamonu’da başta Mehmed Feyzi, Çaycı Emin Ağabeyler Üstadın hizmetini deruhde ederler, sonra Hilmi, Tahsin, Tevfik Ağabeyler Üstadla yakın alâkadar oldukları anlaşılmaktadır. Ahmed Nazif Çelebi (İnebolu Nur talebelerinden) talebe ve hizmetkârınız diye imza atmasına Üstadın izin verdiği görülüyor.

Barla ve Isparta’da Üstadın hizmetini gören talebelerinin isimleri lâhikalarda hep geçmektedir, Isparta’da Bekir Bey, Hüsrev, Refet, Rüşdü Ağabeyler; Barla’da Sıddık Süleyman ve Mustafa Çavuş gibi fıtraten sıddık ve fedakâr zatlar Üstadın imdadına yetişiyorlar.

 

(Ehl-i bid’anın şiddetli hücumuna maruz kalan Süleyman hakkındadır.)

Sual: Süleyman nasıl adamdır? Başta buranın memuru, çok adamlar onu tenkit ediyorlar. “Lüzumsuz sözleri hocaya söylüyor, yanlış ediyor, âdeta münafıklık ediyor.” derler. Sana çoktan beri hizmet ediyor, mahiyeti nedir bildir?

 

Elcevap: Süleyman sekiz sene, benim gibi asabî, hiddetli bir adamı hiçbir vakit gücendirmeden, hiçbir menfaat-i maddî mukabilinde olmayarak, kendi işini bırakıp kemal-i sadakatle lillah için hizmeti bu köyce malûmdur. Böyle bir adamla bu köy değil belki bu vilayet iftihar etmeli. Bu tarz ahlâk bu zamanda bulunması, medar-ı ibrettir.

Ben hem garib hem misafirim. Benim istirahatimi temin etmek köyün borcu idi. Bu köy namına Cenab-ı Hak onu ve Mustafa Çavuş’u ve Muhacir Hâfız Ahmed’i ve Abdullah Çavuş’u bana ihsan etti. Ben de Cenab-ı Hakk’a şükrediyorum. Bunlar bana yüzer dost kadar kıymettar göründüler, vatanımı bana unutturdular. Gurbet ve misafirlik elemini bana çektirmediler. Bunların yüzünden ben, bu köyün hayatta ve vefat edenleriyle alâkadar olup onlara her zaman dua ediyorum.

Sadakatçe Süleyman’dan geri kalmayan Mustafa Çavuş’la, Muhacir Hâfız Ahmed, şimdilik hücuma maruz olmadığından iyiliklerinden bahsedilmedi. Bir parça Süleyman’dan bahsedeceğiz. Şöyle ki:

Süleyman, benim her hususi işimi ve kitabetimi kemal-i şevk ile minnet etmeyerek, mukabilinde bir şey kabul etmeyerek, kemal-i sadakatle yapmış. Hattâ o derece hizmeti safi ve hâlis, lillah için yapıyordu belki yüz defadan ziyade arzu ettiğim dakikada, ümit edilmediği bir tarzda geliyor; fesübhanallah diyordum “Benim arzu-yu kalbimi, bu işitiyor mu?” Anladım ki o istihdam olunuyor, sadakatinin kerametidir.

Hattâ hizmetimde bulunduğu bir gün, bir yaşındaki kız çocuğuna bakılmamış. Yüksek bir damdan, taş üstüne çocuk düştü. O hizmet sadakatinin bir ikram-ı İlahî olarak o çocuk hiçbir teessür ve hastalık görmediği gibi; sütten, memeden bile kesilmedi. Her ne ise bu tarz sadakatinin lem’alarını çok gördüm.

Süleyman’da sadakatle beraber esaslı bir ihlas gördüm. Evet, bugünlerde insafsız insanlar, onun şeref ve haysiyetini kıracak derecede, hakkında işaalar izhar ettikleri zaman, ona teselli nevinden dedim ki: “Sana bu sû-i şöhreti takmakla riyadan kurtulursun.” O da kemal-i sürur ve ciddi bir surette o teselliyi kabul etti.

Gelelim gıybet hakkındaki mesleğine: Bu zat bende gıybet hakkında ne kadar şiddetli bir nefret olduğunu bildiği cihetle, beni kızdırmamak için mümkün olduğu kadar cevaz da olsa söylemiyor. Ve bilhassa ramazanda, bütün bütün içtinab eder. Zaten ahlâkında, başkasına muzırlık yok. İnsafsızların işaasına sebep, bu kadar olmuş:

Birisi sormuş: “Hoca Efendi, filan adama şöyle demiş mi?”

O da geldi, bana aynı sözü söyledi ki o adama cevap versin. Halbuki o sözde ne gıybet var ne de bir şey. Her ne ise…

Ben bu köyde ümit etmiyordum ki benim en ziyade itimat ettiğim ve tam ahlâklarına ve diyanetlerine kanaat ettiğim Mustafa Çavuş, Süleyman Efendi gibi kardeşlerimi tenkit etsinler. Zannederdim ki ben gittikten sonra, burada benim yerimde, bana ettikleri hürmeti onlara edecekler. Ümidim budur ki köy halkının yüzde doksanı onların kıymetini takdir edecekler. Birkaç insafsızlar tenkit ededursunlar, o tenkitlerden ne çıkar? Bunlara ilişmek, doğrudan doğruya bana ilişmektir.

Bana hizmet eden mezkûr kardeşlerim, hiçbir maddî menfaati düşünmeyerek ve kabul etmeyerek ve bilakis kendi keselerinden bana ve misafirlerime bakıyorlar. Hattâ Süleyman’a bazı yemediğim bir ekmek verdiğim vakit, hatırımı kırmayarak alır. Fakat kat’iyen mukabelesiz almıyor. Ona mukabil evinden getiriyor. Ara sıra birer bardak çay ısrar ediyordum, ilhahıma karşı istinkâf ediyordu. “Ne için böyle yapıyorsun?” derdim, “Hizmetimize maddî fayda girmeyip fîsebilillah, ihlaslı olmak istiyoruz.” derdi.

Hattâ bu Süleyman ve Mustafa Çavuş, misafirlerim için çok hizmet ettikleri halde, hiçbir vakit hiçbir misafir bu iki zata bir hediye getirdiğini görmedim, bilmedim. Yalnız Bekir Bey bir defa Süleyman’ın küçük kızına birkaç meyve vermiş. Ona mukabil Süleyman –bildiğime göre– birkaç defa patlıcan, biber, kavun gibi sebzeler hediye edip ona göndermekle beraber, Bekir Bey buraya geldikçe onun hem başka misafirlerin hayvanatına saman, arpa verir.

Bunun bu ahlâkı zatında vardı. Yanıma geldiği vakit, benim bir düstur-u hayatım olan istiğna ve insanların hediyelerini almamak kaidesi, onun aslî ahlâkına muvafık gelmiş. Daha ziyade, insanların değil hediyesini kabul etmek, onlara ettiği iyiliklere mukabil dahi bir şey kabul etmiyor. Hattâ yüz defa ben ısrar etmişim, benden fazla kalan bir şeyi kabul etmiyor.

Hattâ bir defa, bir kıyye kadar üzüm, kayısı kurusu, bir kıyye bal ben yemiyordum. Misafirlere de yedirmek istemiyordum. Ona ısrar ettim “Bu hediyemdir, teberrükümdür, çocuklarınıza hediye ediyorum, almaya mecbursun.” dedim. Aldı, iki şinik buğdayını, bana değirmende öğüterek getirdi. Dört aydır daha bitmemiş.

İşte bu zatın hakiki hali bu surette iken insafsız insanlar, bunun hakkında işaa ediyorlar ki Said’in sayesinde yaşıyor.

O da kemal-i iftiharla dedi: “Evet, Üstadımın sayesinde kanaati ve iktisadı öğrendim, rahatla yaşıyorum. Halkların bu sözleri bana iyidir. Beni riyadan kurtarır, ihlasa sevk eder.” dedi.

Ben de dedim: Sana iyidir, hizmet-i Kur’an’a zarardır. Onun için hakikat-i hali beyan ediyorum tâ ehl-i bid’a bilsin ki ihlas ile lillah için çalışıyorlar.

Said Nursî

Barla Lâhikası (Envâr Neşriyat, s. 199)

 


 

Üstadın bazı kısa dönemlerinde; mesala, son Isparta hayatında, yanında hizmetine bakan talebeleri topluca tevkif edilince, Isparta’dan bazı ağabeyler, Üstadın hizmetini sıra ile deruhde etmişler: Şaban Akdağ Ağabey (Bozanönü küyünden), Zekeriya Kitapçı, Mustafa Ezener, Küçük Ali Ağabeyler gibi…

Gençlik Rehberi Mahkemesi münasebetiyle İstanbul’a bir iki defa gelip gittiği ve ikişer üçer ay kaldığı zaman da (Ahmed Aytimur Ağabeyin ve diğer bazı ağabeylerin ifadesine göre) Ahmed Aytimur Ağabey, şimdi Almanya’da bulunan Muhsin Alev ve (sonradan hastalanan) Yusuf Ziya Arun (rh) Ağabeyler de Üstadın hizmetinde bulunmuşlar.

Üstad o zaman Fatih’de bulunan Reşadiye Otelinde ve Çarşamba semtinde kendi kiraladığı bir evde ikamet eder. (Bu ev Mehmed Fırıncı’nın bir yakınının vesilesiyle kiralandığı, daha evvel de kendisinin kiracısı bulunduğu bir ev olduğu anlaşılmaktadır.) Sirkeci’de Akşehir Palasta da bir ara kaldığını ve Taşnak Komitecilerinin yemeğine zehir kattıklarını, o iki suikastçıyı alt katta bizzat Üstadın kendisi tesbit edip polise teslim ettiğini, rahmetli İbrahim Fakazlı Ağabey anlatmıştı. En son geldiğinde ise Piyerloti Otelinde kısa müddet ikamet eder. Sonra döner.

Bir hatıra: Üstad, “Hasan Feyzi gibi bir iki kişi İstanbul’da olsa idi burada kalmak istiyorum, fakat adam göremiyorum.” dediğini; Ahmed Aytimur Ağabey’e de “Birisi Almanya’ya gitti, birisi de şey oldu. Sen buradan ayrılma.” diye tenbih ettiğini Ahmed Aytimur Ağabey anlattı. Ahmed Ağabey, “Muhsin Alev Almanya’ya gitti, o vakit ‘şey oldu’ meselesini anlamadım, ne zaman ki Ziya hastalandı, o zaman ‘şey oldu’ meselesini de fark ettik.” diye anlattı.

Bu saydığımız kişilerin hepsi ismi lâhikalarda açıkça geçen (Bozanönü köyünden Şaban Akdağ Ağabey ve Zekeriya Kitabçı müstesna) ve umum Nur talebelerinin bildiği şahsiyetlerdir. Bundan başka, Üstadla beraber Afyon, Denizli ve Eskişehir Medrese-i Yusufiyelerinde beraber bulunmuş mümtaz ve kahraman talebeleri; lâhikalarda, hizmet ve fedakarlıklarından sitayişle bahsettiği mümtaz talebeleri; ve manevi vâris, vekil kabul ettiği ender talebeleri de var. Mesela: Barla Lâhikası 22. sahifede Hulusi Bey ve Sabri Efendi’nin Risale-i Nur dairesinde müstesna yerleri olduğu anlaşılmaktadır.

 

 

Hulusi Bey; benim yegâne manevî evladım ve medar-ı tesellim ve hakiki vârisim ve bir deha-yı nurani sahibi olacağı muhtemel olan biraderzadem Abdurrahman’ın vefatından sonra, Hulusi aynen yerine geçip o merhumdan beklediğim hizmeti, onun gibi îfaya başlamasıyla ve ben onu görmeden epey zaman evvel Sözler’i yazarken, onun aynı vazifesiyle muvazzaf bir şahs-ı manevî bana muhatap olmuşçasına, ekseriyet-i mutlaka ile temsilatım onun vazifesine ve mesleğine göre olmuştur.

Demek oluyor ki bu şahsı Cenab-ı Hak bana hizmet-i Kur’an ve imanda bir talebe, bir muîn tayin etmiş. Ben de bilmeyerek onunla onu görmeden evvel konuşuyormuşum, ders veriyormuşum.

Sabri ise fıtraten bende mevcud has bir nişan var. Bütün gezdiğim yerde kimsede görmedim. Sabri’de aynı nişan-ı fıtrî var. Bütün talebelerim içinde, karabet-i nesliyeden daha ziyade bir karabet kendinde hissetmiş. Ve şu havalide en az ümit ettiğim ve o da geç uyandığı halde en ileri gittiği bir işarettir ki o da bir Hulusi-i Sânî’dir, müntehabdır. Cenab-ı Hak tarafından bana talebe ve hizmet-i Kur’an’da arkadaş tayin edilmiştir.

Barla Lâhikası (Envâr Neşriyat, s. 22)


 

Sikke-i Tasdik-i Gaybî’de Üstadın dört talebesine Gavs-ı A’zam’ın işareti:

 

 

وَكُنْ قَادِرِىَّ الْوَقْتِ لِلّهِ مُخْلِصًا ❊ تَعِيشُ سَعِيدًا صَادِقًا بِمُحَبَّتِى

İlm-i cifir ile manası: “Ey Said! Sen, zamanın Abdülkadir’i ol, ihlas-ı tammı kazan, fakrınla beraber maişetini düşünme, nâstan minnet alma, ismin Said olduğu gibi maişette de mesud olacaksın! Muhabbetimde sadık olduğundan ve ihlasa çalıştığından, Hulusi gibi muhlis talebeler ve yardımcılar ve Süleyman, Bekir gibi sadık hizmetkârlar ve Sabri gibi tam takdir edici ve ciddi müştak talebeler size verilmiş.”

Evet lillahi’l-hamd, Gavs’ın sarahat derecesinde ihbar ettiği hal vuku bulmuştur. Gavs-ı A’zam “Said” namıyla tesmiye ettiği müridinin tarihçe-i hayatında en mühim noktaları beyan etmekle beraber, ilm-i cifir esrarıyla sekiz dokuz cihette Said’in başına parmağını basıyor. Beyitlerin mana-yı zahirîsi ile maânî-i cifriyesi birbirine çok yakın olmakla, dokuz vecihteki işaretler birbirini teyid ettiğinden sarahat derecesine çıkmış.

Sikke-i Tasdîk-i Gaybî (Envâr Neşriyat, s. 152)

 


 

ERKÂN-I SİTTE (Kastamonu hayatı sırasında hizmette temayüz etmiş erkân-ı sitteden Kastamonu Lâhikasında çoklukla bahsediyor 1- Hüsrev 2- Hafız Ali 3- Tahiri 4- Rüşdü 5- Hafız Mustafa 6- Küçük Ali)

 

 

Aziz, sıddık, mübarek kardeşlerim!

Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür ediyorum ki bu acib zamanda sizin gibi hâlis, muhlis, mahviyetli, fedakâr kardeşleri bize ihsan eylemiş.

Bu defa Hüsrev’in, Hâfız Ali’nin, Hâfız Mustafa’nın, Küçük Ali’nin birbirine hitaben yazdıkları dört mektuplarını okudum. En derin kalbimde bir sürur, bir hiss-i şükran, bir memnuniyet hissettim. Bu çok kıymettar kardeşlerimin ne derece âlîhimmet ve yüksek ruhlu, Risale-i Nur hizmetinde ne derece fedakâr olduklarını anladım. Ve Risale-i Nur böyle kuvvetli ve hâlis ellere tevdi edildiğinden bize kat’î kanaat verdi ki Risale-i Nur mağlup olmayacak. Bu kuvvetli tesanüd, onu daima yaşattırıp parlattıracak.

Evet, kardeşlerim! Sizler, ihlas sırrını tam muhafaza ediyorsunuz. Bu kadar esbab-ı tefrika içinde vahdetinizi muhafaza, hakikaten bir hârikadır.

Hâfız Ali’nin hakikaten müstesna bir mahviyet ve tevazuu içinde ihlası ve fena fi’l-ihvan düsturunu muhafaza etmesi ve Hüsrev’in hakikaten tedbirce bana ihtiyaç bırakmayacak bir derecede tedbir ve dirayeti ve Hâfız Ali gibi yüksek ihlası ve mahviyeti; Hâfız Mustafa’nın hizmet-i Nuriyede büyük iktidarı içinde kuvvetli bir sadakati ve fedakârane teslimiyeti ve hem Abdurrahman hem Lütfü hem Hâfız Ali manasını taşıyan büyük ruhlu Küçük Ali, Risale-i Nur hizmetini dünyada her şeye tercihen hayatının en büyük maksadı yapması ve sebeb-i ihtilafa karşı kuvvetli mukavemeti bulunduğunu bu dört mektubunuz bana bildirdi. Aynı sistemde, meselede alâkadar kahraman Tahirî ve kahraman Rüşdü’nün dahi aynı hakikatte ve aynı ahlâkta bulunduklarını hiç şüphe etmiyoruz.

Bu altı rüknün, bu muvakkat sarsıntıdan, hakiki bir tesanüdle birbirine el ele, omuz omuza, baş başa vermesi, altı yüz belki altı bin kıymet-i maneviyeyi alıyor diye Cenab-ı Hakk’a Risale-i Nur hesabına hadsiz şükür ediyoruz ve sizi de tebrik ediyoruz.

Isparta içindeki has ve hâlis kardeşlerimizden, bu âhir mektuplarda; Mehmed Zühdü, Isparta Hâfız Ali’sinden haber alamadığımdan merak ettim. Rahatsız değiller mi?

Sandıklı tarafında, kemal-i şevk ile ve ciddiyetle faaliyette bulunan Hasan Âtıf kardeşimizin bir mektubundan anladım ki orada perde altında faaliyetini durdurmak için bazı hocalar, bir kısım tarîkata mensup adamları vasıta edip fütur veriyorlar. Halbuki mesleğimiz, müsbet hareket etmektir. Değil mübareze, belki başkaları düşünmeye de mesleğimiz müsaade etmiyor. Hem müşterileri de aramaya mecbur değiliz, müşteriler yalvarmalı.

O kardeşimiz, hakikaten hâlis ve tam sadık. Kalemi gibi kalbi, ruhu da güzel. Fakat birden her şeyi mükemmel ister, onun için biraz sıkıntı çeker. Mümkün olduğu kadar hem ihtiyat etsin hem de mübtedi hocalara mübareze kapısını açmasın. İnşâallah Cenab-ı Hak onu muvaffak eder. O mıntıkada kendi gibi hâlis rükünleri bulur belki de bulmuş. Biz başta onu ve onun etrafındaki Risale-i Nur şakirdlerini tebrik ediyoruz. Onların az hizmetlerine çok nazarıyla bakıyoruz. Ben buradan onlarla muhabere ve müşavere edemediğimden sizler benim bedelime, o kardeşlerimize hem selâmımızı hem manevî kazançlarımıza haslar dairesinde, Âtıf’ın sadık rüfekası unvanı altında dâhildirler. Her sabah yanımızda manen bulunuyorlar.

Kastamonu Lâhikası (Envâr Neşriyat, s. 243)

 


 

Bu mektubda ismi geçen Hasan Atıf Ağabey gibi lâhikalarda ismi geçen, hususan Barla Lâhikası’nda mektubları bulunan yüzlerce Nur’un kahraman ağabeylerini burada zikredemedik. Fakat inşaallah ileriki zamanlarda onların lâhikayı girmiş mektublarından ve sıhhatli nakledildiğini tahkik ettiğimiz hatıralarından bu sahifede bahsedeceğiz.

Kitabda ismi geçmeyen ve Üstadın teyidi olmayan kimselerin, Üstadın yakın talebesiymiş gibi gösterildiği yanlış bilgileri de açıklamaya çalışacağız. Ve gerekirse ilan edeceğiz. Bizim de burada eksik ve yanlış kayıtlarımız olursa bildirmenizi hususan istirham ediyoruz.


Yukarıdaki belgede şahit olarak ismi geçen kişiler bilahere 1975 senesinde vasiyetnamede ismi geçen kişilerin kimliklerine dair noter huzurunda beyanda bulunmuşlardır. O belgenin görüntüleri aşağıdadır.