M. Fırıncının Riyasetindeki SÖZ BASIM neşrettikleri Şualar'da Ustadımız Bediüzzaman Said Nursiyi küstakça Süfyana dost ve süfyanı Kahraman göstermeye çalışmışlar!

 

ŞUALAR KİTABINA KONULAN VE HAYRET UYANDIRAN GARİP BİR BİLGİ

 

“MUSTAFA KEMAL1881 yılında Selanik’te doğdu…

 

………

 

………

 

………
… 1938 tarihinde, İstanbul’daki Dolmabahçe Saray’ında öldü.
Bediüzzaman ile Mustafa Kemal arasında, özellikle Cumhuriyetin ilk yıllarında bazı diyologlar gerçekleşti. (Ayrıntılı bilgi için bkz. Ankara, Ankara Kalesi maddeleri) İlk dönem milletvekillerinden olan Hüseyin Aksu, “Son Şahitler Bediüzzaman’ı anlatıyor” isimli eserin 4.cildinde yaşadığı bir hadiseyi şöyle anlatır.
“Mecliste Mustafa Kemal ile Bediüzzaman uzun uzun görüşüp konuştular. Mustafa Kemal kendisinden yardım istedi. “Siz İstanbul’u ahvali dünyayı biliyorsunuz, birlikte şu memleketi kurtaralım. Bizim gayemizin ne olduğu sizce malumdur Hocam!” demişti. Konuşmada diğer mebus (milletvekili) arkadaşlar da bulunmuşlardı.

 

Mustafa Kemal muvaffak olmak için kendisinden dua istedi. Bediüzzaman ise, “Memlekete hizmet edenlerin duasını Allah u Teala kabul eder. Vatan için çalışanların say u mesaisini Allah boşa çıkarmaz. Biz de duamızı yaparız” demişti…

 

Bir gün yine Mecliste oturmuş bir sohbet toplantısı yapıyorduk. Orada Mustafa Kemal Paşa ve Bediüzzaman da vardı. Mustafa Kemal: “Hocam bizim gayemizi biliyor musun? Nedir acaba?”

 

Bediüzzaman cevaben:

 

“Biliyorum. Bu vatanı kurtarıp, düşmanı bu topraktan atmaktır. Bir binayı yaparken adalet üzerine kurmalıdır. Siz böyle bir adalet ve temel üzerine kurduktan sonra, Allah sizi muvaffak eder” dedi.” (Söz Basım Yayım, İstanbul: 2006, Şualar sh: 1049)

 

Baş tarafı, M.Kemal’in kronolojik hayatını anlatan; ve Üstad Bediüzzaman Hazretleri ile münasebetlerin anlatıldığı son kısmının tamamını aldığımız bu bahis, Şualar kitabının içerisinde yayınlanmıştır. Şimdiye kadar Risale harici kitaplarda bu tarz çalışmalar yapıldı, yaptırıldı. Fakat Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin kendi telifine, hususan da Şualar kitabına bu bahsi dercetmek, gerçekten de cesaret işi (!) ve manevi sorumsuzluk örneği bir çalışmadır.

 

Biz fazla yorum yapmak istemiyor, Bediüzzaman Hazretlerinin mezkur şahıs ve şahıslarla alakalı Risale-i Nur Külliyatının muhtelif yerlerdeki bahislerinden bir kısmını bera-yı malumat arzediyoruz.

 

 

BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİNİN BAHSEDİLEN ŞAHISLARLA ALAKALI BAHİSLERİNDEN BAZILARI

 

“Mustafa Kemal iki defa şifre ile, Van vilayetinin eski valisi ve benim dostum Tahsin Bey’in vasıtasıyla beni -neşredilen Hutuvat-ı Sitte’ye mükâfaten taltif için- Ankara’ya celb etti, gittim. (1923 başı)

 

Şeyh Sünusî Kürdçe lisanı bilmediğinden beni onun yerinde üçyüz lira maaşla vilayat-ı şarkıye vaiz-i umumîsi, hem meb’us, hem diyanet riyaseti dairesinde Dâr-ül Hikmet a’zalarıyla beraber eski vazifem ile memnun etmek ve benim Van’da temelini attığım Medreset-üz Zehra ve şark dâr-ül fünunuma Sultan Reşad’ın verdiği ondokuz bin altun lira -ikiyüz meb’us içinde yüzaltmışüç meb’usun imzasıyla- yüzellibin banknota iblağ edilerek kabul edildiği halde; ben Beşinci Şua aslının verdiği haberin bir kısmını, orada bir adamda gördüm. Mecburiyetle o çok ehemmiyetli vazifeleri bıraktım. Ve bu adamla başa çıkılmaz, mukabele edilmez diye, dünyayı ve siyaseti ve hayat-ı içtimaiyeyi terk edip yalnız imanı kurtarmak yolunda vaktimi sarfettim.” (Şualar sh: 359)

 

“Mustafa Kemal’e karşı Nur’un tokadı ise altı mahkeme ve Ankara makamatı bilmiş, ilişmemişler ve bize beraet verdiler ve Beşinci Şua ile beraber bütün kitablarımızı iade ettiler.

 

Hem onun fenalığını göstermek, ordunun kıymetini muhafaza etmek içindir. Bir şahsı sevmemesi, orduyu muhabbetkârane sena içindir.” (Şualar sh: 384)

 

“Hem Ankara’da divan-ı riyasetinde pek çok meb’uslar varken Mustafa Kemal şiddetli bir hiddet ile divan-ı riyasetine girip, bana karşı bağırarak:

 

"Seni buraya çağırdık ki, bize yüksek fikir beyan edesin. Sen geldin, namaza dair şeyler yazıp içimize ihtilaf verdin."

 

Ben de onun hiddetine karşı dedim:

 

"Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduddur."

 

Dehşetli bir pot kırdım. Hazır meb’us dostlarım telaş ettikleri ve herhalde beni ezeceklerini tahmin ettikleri sırada, bana karşı bir nevi tarziye verip o mecliste hiddetini geri alması, âdeta dehşetli bir kuvveti ve hakikatı hissedip geri çekilmesi, ikinci gün hususî riyaset odasında: "Hücumat-ı Sitte"nin "Birinci Desise" içinde bulunan "Meselâ: Ayasofya Câmii ehl-i fazl u kemalden ilâ âhir…" cümlesinden başlayan, tâ "İkinci Desise"ye kadar, bir saat tamamen ona söyledim.

 

Bütün hissiyatını ve prensibini rencide ettiğim halde bana ilişmemesi, hattâ taltifime çok çalışması, kat’iyyen bu üç cebbar fevkalâde kumandanların bu üç acib haletleri, âdeta Eski Said’den korkmaları, şübhesiz ki Risale-i Nur’un, ileride kahraman şakirdlerin şahs-ı manevîsinin hârika bir kuvveti ve Risale-i Nur’un parlak bir kerametidir.” (E:246)

 

1947 Senesinde yazılan bir mektup:

 

“Reisicumhur’a gönderilen istidanın zeylidir ki, mecbur oldum yazmağa.

 

Bana hücum eden garazkârların en esaslı sebebi; Mustafa Kemal’in dostluğu ve tarafgirliği vesilesiyle beni eziyorlar. Ben de o garazkârlara derim ki:

 

Ölmüş gitmiş ve dünyadan ve hükûmetten alâkası kesilmiş bir adam hakkında otuz sene evvel bir hadîs-i şerifin ihbarıyla, Kur’ana zararlı öyle bir adam çıkacak dediğimi ve sonra Mustafa Kemal o adam olduğunu zaman gösterdi.

 

Ben de beşyüz seneden beri kahramanlığıyla ve hakperestliğiyle dünyaya meydan okuyan kahraman bir ordunun şerefini ve zaferini, hilaf-ı hakikat olarak M. Kemal’e vermediğim için, garazkâr dostları beni yirmi senedir bahanelerle tazib ediyorlar.

 

Evet -mahkemede isbat ettiğim gibi- "Şerefler, müsbet hayırlar, maddî-manevî ganîmetler orduya, cemaata verilir, tevzi’ edilir; kusurlar, menfî icraatlar başa, reise verilir" diye bir kaide-i hakikatla, kahraman ordunun ve bilfiil asker ve asker başında çalışan cesur zabitlerin zaferleri ve şerefleri Mustafa Kemal’e verilmez.

 

Belki kusurlar, hatalar yalnız ona verilir diye beni onu sevmemekle ittiham edenleri, kahraman orduyu sevmemekle ve şereflerini kırmakla ittiham edip onlara hain-i millet nazarıyla bakıyorum.

 

Bu hakikatı mahkemede isbat ettiğim gibi, onun muannid dostlarına da isbat etmeye hazırım.

 

Ben bu mübarek milletin bahadır ordusunun milyonlar efradı ve zabitlerini severim. Hürmetlerini, haysiyetlerini elimden geldiği kadar muhafaza ediyorum.

 

Benim karşımdaki garazkâr muarızlarım, bir tek adamı sevmek yolunda, milyonlar efrada manen ihanet, belki adavet ediyorlar.

 

Evet çok emarelerle bildik ki; bana hücum edenleri tahrik eden, Mustafa Kemal’e itirazımdır ve ona dost olmadığımdır. Başka sebebler bahanedir.

 

Bunun için mecbur oldum ki, o muarızlarıma derim: O beni taltif etmek ve bütün vilayat-ı şarkıyeye vaiz-i umumî yapmak için Ankara’ya istedi. Ben oraya gittim. Bu gelen üç madde, beni onun dostluğundan vazgeçirdi. Yirmi sene inzivada azab çektim, dünyalarına karışmadım.

 

Birinci Madde: Bir hadîs-i şerifin, âhirzamanda an’anat-ı İslâmiyenin zararına çalışacak diye haber verdiği adam, bu olduğunu ef’aliyle göstermesidir. Ben otuzaltı sene evvel o hadîsi tefsir etmiştim. Aynen bu adama manası çıkmış. Mahkemedeki müdafaatımın "Üçüncü Esas"ında izahı var.

 

İkinci Madde: Bir şeyin vücudu ve tamiri ve hayatı, ona ait bütün erkân ve şeraitin vücuduyla olabilmesi; ve o şeyin ademi ve tahribi ve ölmesi, bir tek şartın bozulmasıyla olduğu bir kaide-i hakikattır. Umumun dillerinde "Tahrib, tamirden çok kolaydır" diye darb-ı mesel olmuştur.

 

Bu kat’î kaideye binaen, meydanda görünen ehemmiyetli kusurlar ve tahribatlar o kumandanın hatasından ve ehemmiyetli şerefler ve zaferler ise ordunun kahramanlığından geldiğinden; o fenalıkları ona, o iyilikleri orduya vermek lâzım gelirken, bütün bütün aksine olarak cemaatın hayrını baştaki bir ferde ve o ferdin şerrini cemaata vermek dehşetli bir haksızlık olmasıdır.

 

Üçüncü Madde: Cemaatın hayrını ve ordunun zaferini başa vermek ve o başın kusurunu cemaata isnad etmek ise, binler hayırları birtek hayra indirmek ve birtek kusuru binler kusur yapmaktır.

 

Çünki nasıl bir tabur bir dehşetli düşmanı öldürse, herbir neferi bir gazilik rütbesini alır ve yalnız binbaşısına verilse, binden bire iner, bir tek gazi olur. O binbaşının hatasıyla zalimane bir katil yapılsa ve ona verilmeyip tabura verilse, o bir tek katil bin cinayet hükmüne geçerek bin neferi mesul eder ve cezaya çarpar.

 

Aynen öyle de: Meydandaki görünen ehemmiyetli kusurlar onları işleyen ölmüş adama verilmezse, beşyüz belki bin seneden beri gaziliğini ve hakperestliğini dünyaya gösteren ve ferman-ı şerefini ve Kur’an bayrakdarlığını kılınçlarıyla ve kanlarıyla imzalayan bir orduya havalesiyle, o kusurlar binler derece ve erkânları adedince ziyadeleşir, o ordunun pek parlak mazisini dehşetli karartır ve bu asrın ordusunu, geçen asırların aynı orduları önünde mahcub ve mes’ul eder.

 

Ve mevcud şerefler, zaferler tek adama verilse binler derece küçülür, erkân ve efrad adedince gazilik ve hayırlar bir tek hükmüne geçer söner, daha kusurlara karşı keffaret-üz zünub olmaz.

 

İşte bu sebebler içindir ki; ben onun dostluğunu bırakıp, onun yerinde, ehemmiyetli bir zamanda içinde bulunduğum ve tesirli hizmet ettiğim o ordunun dostluğunu aldım ve binler derece daha ehemmiyetli şerefini muhafazaya Risale-i Nur ile çalıştım. Emirdağı’nda Said Nursî” (E:284)

 

“Risale-i Nur’un bir mahrem parçası şimdiki zaman tamamıyla tayin ettiği bir hadîsin hakikatını tefsir bahsinde, şeflerin başı Lozan Muahedesinde hiçbir zaman hiçbir Müslüman hakikî Türk’ü, hiçbir Nasraniyete ve Yahudiliğe ve başka dine girmeyen ve İslâm kahramanları olan Türkler’i Protestan yapmağa malûm hahambaşı ile ittifak ederek re’y veren o adam, bütün ülema-yı İslâm’ın "Cevazı yok" diye ittifaken hükmettikleri halde, on cihetle kanunlarla onu bütün bu vatandaki masum Müslümanlara cebren giydirdiği ve tarih-i beşerde bu çeşit manasız acib bir cebr-i umumî yapmak ve hiçbir kanuna uymayan keyfî kanun namına kanun ile onu bu millet-i İslâmiyeye cebren giydirmek; elbette o adama, o Lozan Muahedesinde verdiği dehşetli fikrini isbat etmiş ki, Din-i İslâm’a gayet muzır olarak hadîsin haber verdiği adam bu zamanda o şeftir.

 

İşte hakikat böyle iken, Afyon Mahkemesi adalet namına değil belki o ölmüş adamın muhabbeti taassubu namına, eski harfle de neşredilen kararnamenin âhirinde bizi mahkûm etmek için en mühim sebeb, savcının garazkârlığı sebebiyle, mahkeme heyeti demişler ki: "Said ve arkadaşları, Mustafa Kemal’e din yıkıcı, süfyan demişler ve kalblerdeki sevgisini bozmaya çalışmışlar, onun için mahkûm ediyoruz." Acaba, ölmüş gitmiş bir adamın şahsına karşı bin defa böyle itiraz da olsa, şahsî bir dava oluyor. Mahkeme-i adalet buna dair böyle bir hüküm vermek, elbette pek acib bir mana, iş içinde vardır.” (Em:42)

 

“Bizim en mühim suçumuz, Risale-i Nur’un mahrem bir parçasında elli sene evvel bir hadîsin tefsirinde, cebrî kanunlarla şapkayı giydiren ve Din-i İslâm’ı bu mübarek Türk Milletinden kaldırmak için Lozan Muahedesinde söz veren ve pek şiddetli ve dehşetli hücumlarına rağmen hiçbir hakikî Müslüman-Türk’ü protestan yapamayan ve Millet-i İslâm için pek çok zararlı olduğunu ef’aliyle isbat eden ve hadîs-i şerifin haber verdiği o müdhiş şahıs kendisi olduğunu hayat ve mematıyla gösteren Mustafa Kemal’e bir mahrem eserde "Din yıkıcı, Süfyan" dediğimizi ve "kalblerdeki sevgisini bozmağa çalıştığımızı" isnad edip kararnamede mahkûmiyetimize sebeb olduğunu…” (Em:42)

 

“Hem, Ankara’da hükümetin riyasetinde bulunan birisine (Mustafa Kemal’e) söylediğim itirazlara ve ağır sözlere mukabele etmeyip sükût eden ve o öldükten sonra onun yanlışını gösteren bir hakikat-ı hadîsiyeyi beyandaki fıtrî ve lüzumlu ve küllî ve mahrem tenkidlerim, medar-ı mes’uliyet yapılmış.

 

Ölmüş ve hükümetten alâkası kesilmiş bir şahsın hâtırı nerede? Ve Hükümetin ve milletin bir hâtırası ve Cenâb-ı Hakk’ın bir tecelli-i hâkimiyeti olan adaletleri, kanunları nerede?” (T:404)

 

 

 

 

 

Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin eserlerinin muhtelif yerlerinde geçen ve ehl-i dünya, ehl-i dalalet, ehl-i bid’a, ehl-i sefahet, ehl-i nifak, ehl-i ilhad ve ifsad komitesi gibi vasıflarla tavsif edilen şer cereyanlarına ve taraftarlarına, Üstadımızın dost olmadığını ve olunamayacağını ve ihtilat etmediğini ve edilemeyeceğini bildiren ikaz ve derslerden az bir kısmını gördük.

 

Bu sarih beyanları kendilerine ölçü ittihaz edenler, gereken istikametli düşünmede zorluk çekmezler.

İttihad İlmî Araştırma Heyeti

 

 

Mehmet Fırıncı ve Mehmed Kutluları yakından tanıylaım

 

BİR HADİSENİN GERÇEK DURUMU
Üstâd’ın Fatih semtinde parasıyla kiralıyarak bir iki ay içinde kaldığı evin hikâyesi şöyledir: Daha önceleri Mehmet Fırıncı’nın babasının kira ile oturmuş olduğu bir ev idi. Dolayısıyla M.Fırıncı’nın delâletiyle bu ev bulunmuş, Üstâd da ayda tesbit ettiğimiz kadarıyla otuz lira kira bedelini ödeyerek oturmuştu.
 Ahmet Aytimur’la, Abdulmuhsin Alev’in ifadeleri bunu böyle diyorlar.

Ancak N.Şahiner her vesileyle bu meseleyi, yani Üstâd’ın 1953’te İstanbul’da kaldığı ev hikâyesini anlatırken; “M.Fırıncı’nın evinde kaldı” şeklinde kaydetmektedir. Bu husus aslında cüz’î olup bizi ilgilendiren bir şey değildir. Nasıl ki, aynı günlerde Hazret i Üstâd İsküdar’daki eski bir dostu olan Hacı Şükrü’nün evinde ve ayrıca da Çamlıca’daki bir dostunun evinde de üçer gün kalmıştı.Bu hadisenin öncesi ve sonrasındada, Hz. Üstâd bazı ..dostlarının evlerindede kalmaları olmuştu. Mesela 1951 ve sonralarında Eskişehirde Talebesi Abdüvahid Tabakçının evinde kalması gibi...Lâkin bu dostların evinde misafir olarak, mübalağasız şekilde kalmıştı. Onun gibi ..Mehmet Fırıncı’nın evinde de iki üç gün değil, bir iki ay da kalmış olabilirdi. Üstâd’ın hayatıyla ilgili olan bu cüz’i hadise ve mes’eleye bazı ilâveler ile başka şeyler istihdaf edildiğini insan hissetmektedir. (!) Hususiyle mübalağaların karışması (!) ve o sıra Üstâd’ın hizmetinde bulunanların rivayetleri ayrı ayrı olması, bizi bu mes’elede meraklandırdı ve tahkikine sevketti. Çünki, N. Şahiner, onu her anlatışında “Fırıncı’nın evinde kaldı” şeklinde ifade etmekle, onunla zımnen M.Fırıncı’nın meziyetini ve faziletini izhar etmek ister gibi bir üslup vardır. (!)


Tahkikatımız mes’eleyi başka şekilde neticelendirdi. Hakikatı yine ancak Allah bilir. İste kaydettiğimiz tarzda, Ahmet Aytimur’dan hususî şekilde sorduk, Almanya’daki Abdulmuhsin’e de mektup yazdık. Aldığımız cevabların neticesi aynen şöyledir:


“Hazret i Üstâd, Marmara Palas otelinde kalırken sıkılıyordu. Bir ara “Ahşap bir ev bulunsa, orada bir müddet kalsam” gibi bir arzu izhar etmişti. Bunun üzerine bir ev aranmaya başlanmış, nihayet Mehmet Fırıncı öyle bir evi bildiğini ve kiralıyabileceğini söylemiş ve o ev parası mukabilinde, fakat Fırıncı’nın delâletiyle kiralanmıştı. Üstâd da bir iki ay zamanını o evde geçirmişti. Mehmet Fırıncı ile olan münasebetinin hepsi bu kadar..” (!)


Ancak 15/9/1995 Cuma günü akşamı Almanya Berlin şehrinde, AbdulMuhsin Alkoneviyi şifahen dinlediğimde; mevzu’ hakkında şunları söyledi:

 

 “Üstâdımız, Samsun mahkemesi vesilesiyle İstanbula geldiğinde, mütevazi; ahşab bir ev için işaret buyurdular. Ben Üstâdın arzusunu zengin zevata söylemek istemedim, fakirler arasında hall olmasını istedim. O zaman Mehmet Fırıncı gitti ailesine söyledi razı oldular. Fırıncı ailesi sokağın karşı tarafında bir ev kiralayarak oraya taşındılar. Üstâd’da kirasını vererek boşanan eve taşındı. Ben böyle hatırlıyorum.” (Mufassal Tarihce , BADILLI)

(75) Bilinmiyen taraflarıyla S. Nursî 6.baskı, s: 381.

 

( Mehmet Nuri Güleç ( Fırıncı ) namıyla anılan zatın geçmiştede varis ve vekillere bazı konularda baskı yaptıgına dair bir hatırayı Risale haberden Abdurrahman Iraz Rüşdü Tafral Ağabey ile yaptığı uzunca bir roportajda neşr etmişti )

 

Iraz: Bir örnek var mı?
Mesela bizim Tevruz’da iken orada geniş bir teras var. O zaman henüz kapalı değildi. Zübeyir ağabey de o bizim dershane dediğimiz kısmın doğusundaki odadadır.Terastan Zübeyir ağabeyin odasının penceresi hemen görünüyor. Fırıncı geldi. Daha doğrusu üç kişi geldiler. Fırıncı, Mutkan, Birinci. Zübeyir ağabey bana dedi ki, “seni almaya gelecekler.” Nereden biliyor
bilmiyorum. “Sen hacı annene geç” dedi. Ben hemen hazırlanırken, neden diye de sormadım yani, sonra tekrar geldi “geçme” dedi. İstanbul’da böyle bir gencin bırakılması iyi değil. Bu sefer tuttu “Sen odanda kal, kapıyı sen açma ben açacağım” dedi. Tamam dedim. Sonra geldiler. Zübeyir ağabey hemen kapıya gitti. O açtı, baktılar ki Zübeyir ağabey karşılarında. Mehmet Birinci sezdirmeden gitti, görünmedi hiç orada. Baktı ki Zübeyir ağabey devrede. Hemen anladı, biliyor Zübeyir ağabeyin durumunu, neler yapar diye. Abdulvahit de içeri girdi tebessüm tarzında. Hol kısmında bulundu o da gitti. Fırıncı ise Zübeyir ağabeye takıldı. Zübeyir ağabey içeri aldı onu. Kendi odasına aldı. Anlatıyor da anlatıyor Fırıncı. Ben de merak ettim. Dışarı çıktım oradan pencereden görürüm dedim. Gördüm. Zübeyir ağabey yatağında yatıyor, yatıyor derken uzanıyor uykuda değil yani, Fırıncı ağabey anlatıyor. Gençleri hareketlendirmek lazım, böyle lazım falan. Zübeyir ağabey de dirseğini dayıyor, biraz doğruluyor Fırıncı’ya, “ben senin dediklerini Üstadımdan işitmedim, Risale-i Nur’da görmedim, kafam çalışmaz” diyor. Fırıncı yine kendi bildiklerini kendi anladıklarını anlatıyor. Tavrı Zübeyir ağabeye “evet” dedirtmekYani “bunları yapın iyidir, güzeldir.”
Mümkün mü onun dediği ve yaptığı şeyler. Ben tabi sonradan gördüm bunları, işittim de. (R. Tafral)

Iraz: Saydığınız isimler; Eyüp Ekmekçi, Ahmet, Emin, siz, Ahmet Tanyel ve Ömer Yirmiyedi. Ne yaptınız Haseki’de?

Kitaplar basılıyordu. Bize de tashihat geliyordu. Tashih yapıyorduk ve de onu tekrar gönderiyorduk. Bu şekilde devam etti. Zübeyir ağabey de başımızdaydı. Fakat yani yine o dalgalanmalar var. O arada ortak bir yoldan yürüyoruz ama mesleki hayattaki olan yanlışlıklar Zübeyir ağabeyi rahatsız ediyor.Hatta bir gün, Zübeyir ağabeye “seninle bir yere gittiğimiz zaman dikkat çekiyor ve damarlar kabarıyor, biz beraber gitmeyelim. Daha iyi olur” dedim, tahrik etmemek için. Tamam dedi,kendisi gitti. Yeni Asya’daki arkadaşlarla görüştü. Şu teklifi yaptı,gelince bana söyledi aynen. Onlara dedim ki, “tamam hiçbir araya girmeyeceğim, size karşı olmayacağım. Ancak bir teklifi var.”HİZMET HAYATINI HAS DAİRE; BİZİM DAR YERDEKİ DEDİGİMİZ HİZMETLERİMIZLE SİZİN GENİŞ YER DEDİGİNİZ HİZMETLERİ AYIRACAGIZ” diyor Zübeyir ağabey onlara.

 

Iraz: Kime?
Mehmet FırıncıMehmet KutlularAbdulvahit. Bir ay sonra mı 15 gün sonra mı tam bilmiyorum ne kadardır tekrar gitmiş Zübeyir ağabey, tekrar aynı şeyi teklif etmiş.

 

Iraz: Yani teklif Zübeyir ağabeyden mi gidiyor?
Evet, Zübeyir ağabeyden.

 

Iraz: Hizmetlerimizi ayıralım mı diyor?
Ayıralım. Biz neşriyat hizmetini dershanede yapalım…

 

Iraz: Neşriyat deyince yine akla gazete geliyor da

Yok hayır. BİZ RİSALE NESRİYATINI YAPALIM SİZDE GENİŞ DAİREDE BULUNUN. Hiçbir iğbirar duymayacağım. Üç defa Zübeyir ağabey gidiyor, “estağfurullah” diye cevap verdiler. O zaman gitmeyi kesti, artık olmayacak. E tabi Zübeyir ağabey bu konuda epey eziyet çekti. Zübeyir ağabeyin tarzı biraz değişikti.

Buna şu denir; mesleki hayatın kurulmasında hassas olmak fakat İslam cemaatinide toplayıcı olmak.Esas bu. Ben bunu Sungur ağabeye anlattım. Sungur ağabey öyle düşünmüyordu. Bizimkilerin yaptıkları gibi vurucu kırıcı zannediyordu bizden geliyor diye. Masaya bir yumruk vurdu Sungur ağabey, ‘vay böyle ha’ dedi. Evet, ağabey dedim. Zübeyir ağabey İslam cemaatini dağıtmak için değil ama mesleği de korumak gerekli. Sungur ağabey de,mesele çok dedi. Teyit ve tasdik etti. Derken Haseki’ye geldik.
Haseki’de devam ediyoruz. Fakat meslek hayatının dalgalanmaları devam ediyor. Zübeyir ağabey de çalışıyor, uğraşıyor düzelsin diye fakat mümkün değil.

 

Iraz: Ağabey 1967’de ayrıldığınızı söylüyorsunuz Süleymaniye’den Zübeyir ağabey ile birliktemi gittiniz?
Zübeyir ağabey benim odama geldi o küçük odama. Zübeyir ağabey geldiği zaman kapıyı tıklar girer. Bazen de kendi odasında ocağı var, çay yapar bana da getirir. Bu sefer geldi, diğer gelişlerine benzemiyor. Dertli, sıkıntılı biraz. “Sen gider misin?” demiyor.
 “Sen Haseki’deki yere git” dedi. Haseki’de de bir medrese var,boş. Oraya adam sokmuyor Zübeyir ağabey. DEMEK DÜŞÜNDÜKLERI VAR. Ben hiç Zübeyir ağabeyin sözüne “neden?” diye de sormam. Eşyalarımı aldım doğru Haseki’ye gittim. Oradaki bir kat daireye yerleştim. Aradan birkaç gün geçti, kapı çaldı. Zübeyir ağabey… Dedi ki, “buraya nurcular gelmesin.”
Onun üzerine KUTLULAR geldiğinde Zübeyir abinin yasakladığını söyledim.
Bana dedi ki; “niye biz nurcu değil miyiz? Niye biz dershaneye
gelemiyoruz?” “Bana ne söylüyorsun git de onu Zübeyir ağabeye söyle”dedim. Bu yasağı koyan ben değilim ki. İki-üç gün sonra Zübeyir ağabey geldi. Kapıyı açtım. Yattığım yere geldi, yatakta oturdu. Baktı,“kardeş burada sakatlı oda hangisidir.” Yani az rutubet, rutubet çokorada. “Burasıdır” dedim. “Peki, ben de burada kalsam olmaz mı?” “Olur”dedim. Hemen benim yatağımı öteki tarafa aldım. Ona o yatağımı verdim.
Sonra Süleymaniye’den çağırdı. Kuş yuvası yapar gibi yavaş yavaş
topladı. Eyüp Ekmekçi’yi çağırdı. Ahmet Dernekli, Ömer Yirmiyedi. Sonra Ahmet Tanyel, onu sonra aldık. Orada hizmet hayatına beraber başladık.

Rüşdü TAFRAL

 

http://www.risalehaber.com/news_detail.php?id=86369