CEZBELİ  ŞAHISLAR  VE ARKASINDAN  GİDENLER!

 Bediüzzaman Hazretleri bir asra yaklaşan hayatındaki mücadelesinde umumiyetle din düşmanları ile mücadele etmekle beraber zaman zaman da “cahil dost” dediği kimselerle ile zaman zaman da “ulema-i su’' ile mücadele etmek zorunda kalmıştır.

 

Bediüzzaman Hazretlerinin ilk hayatında olduğu kadar, Risale-i Nurları telif ve neşir devresinde de bu zatların durumlarını beyan etmek olmuştur. Bu kişiler Risale-i Nurlarda tezahür eden Kur’an hakikatları ile değil de, -bilhassa sosyal meselelerde- kendi fikirlerinin ürünü olan düşünceyi ve anlayışı savunarak yanlışa düşmektedirler. Kendi ilmini, dersini yeterli zannederek görüş beyen etmektedirler. Hele Risale-i Nurun yakın dairesinde bulundukları halde Risale-i Nurun bilhassa içtimai, siyasi derslerini okumadıklarından veya rehber yapmadıklarından millete zararlı davranışlar telkin edebiliyorlar.

 

Üstad Bediüzzaman Hazretleri böyle müvazenesiz kimseler hakkında der ki:

 

“Lübbü bulmayan, kışır ile meşgul olur. Hakikatı tanımayan hayalâta sapar. Sırat-ı müstakimi göremeyen, ifrat ve tefrite düşer. Müvazenesiz ve mizansız olan çok aldanır, aldatır.”Muhakemat (49)

 

Fennin keşfettiği ve kabul ettiği açık bir meseleyi kabul etmekte direnen basit anlayışlı zahirperest kimselerin verdiği zararı izale etmek için der ki:

 

“Onu bahane ederek büyük bir iftirayı ettiler. O derecede kalmadı. Vesveseli ezhanı, iftiranın büyümesine müsaid bir zemin bulduklarından, iftirayı o derece büyüttüler ki; ehl-i diyanetin hakikaten ciğerlerini dağdar ve ehl-i hamiyeti, gerd-i terakkiyatından me’yus ettiler. Lâkin bu hal büyük bir derstir. Beni ikaz etti ki: Cahil dost, düşman kadar zarar verebilir. Öyle ise şimdiye kadar yalnız düşmanın tarafına bakıp eldeki elmas kılınçla onların tefritlerini kırardım; fakat şimdi mecburum: Öyle dostların terbiyeleri için, onların avamperestane ve ifratkârane olan hayalâtlarına, o kılıncı bir derece iliştireceğim.” Muhakemat ( 51 )

 

 

Bu müvazenesiz kimseler bahane yapılarak dine ve dindarlara öteden beri hücum edilmektedir. Bundan dolayı Bediüzzaman Hazretleri bu zararlı kimselerin zararlarının izale edilmesinin de bir vazife olduğunu addetmektedir.

 

Üstad Hazretleri dindarlarda hatta dindarların ileri gelenlerinde olabilecek bir meseleyi anlatırken der ki:

 

“Âlem-i İslâmda Ehl-i Sünnet ve Cemaat denilen ehl-i hak ve istikamet fırka-i azîmesi, hakaik-i Kur’aniyeyi ve imaniyeyi istikamet dairesinde hüve hüvesine Sünnet-i Seniyeye ittiba’ ederek muhafaza etmişler. Ehl-i velayetin ekseriyet-i mutlakası, o daireden neş’et etmişler. Diğer bir kısım ehl-i velayet, Ehl-i Sünnet ve Cemaatin bazı desatirleri haricinde ve usûllerine muhalif bir caddede görünmüş.

İşte şu kısım ehl-i velayete bakanlar iki şıkka ayrıldılar:

 

Bir kısmı ise, Ehl-i Sünnetin usûlüne muhalif oldukları için, velayetlerini inkâr ettiler. Hattâ onlardan bir kısmının tekfirine kadar gittiler.

Diğer kısım ki, onlara ittiba’ edenlerdir. Onların velayetlerini kabul ettikleri için derler ki: "Hak yalnız Ehl-i Sünnet ve Cemaatin mesleğine münhasır değil." Ehl-i bid’adan bir fırka teşkil ettiler, hattâ dalalete kadar gittiler. Bilmediler ki: Her hâdî zât, mühdî olamaz. Şeyhleri hatasından mazurdur, çünki meczubdur. Kendileri ise mazur olamazlar.

Mutavassıt bir kısım ise, o velilerin velayetlerini inkâr etmediler, fakat yollarını ve mesleklerini kabul etmediler. Diyorlar ki: "Hilaf-ı usûl olan sözleri, ya hâle mağlub olup hata ettiler veyahut manası bilinmez müteşabihat misillü şatahattır."

Maatteessüf birinci kısım, hususan ülema-i ehl-i zahir, meslek-i Ehl-i Sünneti muhafaza niyetiyle, çok mühim evliyayı inkâr, hattâ tadlil etmeye mecbur olmuşlar.

İkinci kısım olan tarafdarları ise, o çeşit şeyhlere ziyade hüsn-ü zan ettikleri için, hak mesleğini bırakıp, bid’ate hattâ dalalete girdikleri olmuş.

İşte şu sırra dair, pek çok zaman zihnimi işgal eden bir halet vardı: Bir zaman ben, bir kısım ehl-i dalalete mühim bir vakitte kahr ile dua ettim. Bedduama karşı müdhiş bir kuvvet-i maneviye çıktı. Hem duamı geri veriyordu, hem beni men’etti.

 

Sonra gördüm ki: O kısım ehl-i dalalet, hilaf-ı hak icraatında bir kuvve-i maneviyenin teshilatıyla, arkasına aldığı halkı sürükleyip gidiyor. Muvaffak oluyor. Yalnız cebr ile değil, belki velayet kuvvetinden gelen bir arzu ile imtizac ettiği için, ehl-i imanın bir kısmı o arzuya kapılıp hoş görüyorlar, çok fena telakki etmiyorlar.

 

İşte bu iki sırrı hissettiğim vakit dehşet aldım, Fesübhanallah dedim. "Tarîk-ı haktan başka velayet bulunabilir mi? Hususan müdhiş bir cereyan-ı dalalete ehl-i hakikat tarafdar çıkar mı?" dedim.

 

Sonra bir mübarek arefe gününde müstahsen bir âdet-i İslâmiyeye binaen Sure-i İhlas’ı yüzer defa tekrar ederek okuyup, onun bereketiyle, "Mühim Bir Suale Cevab" namında yazılan mes’ele ile beraber şöyle bir hakikat dahi rahmet-i İlahiye ile kalb-i âcizaneme gelmiş. Hakikat şudur ki:

 

Sultan Mehmed Fatih’in zamanında hikâye edilen meşhur ve manidar "Cibali Baba kıssası" nev’inden olarak bir kısım ehl-i velayet, zahiren muhakemeli ve âkıl görünürken, meczubdurlar. Ve bir kısmı dahi; bazan sahvede ve daire-i akılda görünür, bazan aklın ve muhakemenin haricinde bir hâle girer. Şu kısımdan bir sınıfı ehl-i iltibastır, tefrik etmiyor. Sekir halinde gördüğü bir mes’eleyi halet-i sahvede tatbik eder, hata eder ve hata ettiğini bilmez. Meczubların bir kısmı ise indallah mahfuzdur, dalalete sülûk etmez. Diğer bir kısmı ise mahfuz değiller, bid’at ve dalalet fırkalarında bulunabilirler. Hattâ kâfirler içinde bulunabileceği ihtimal verilmiş.

 

İşte muvakkat veya daimî meczub olduklarından, manen "mübarek mecnun" hükmünde oluyorlar. Ve mübarek ve serbest mecnun hükmünde oldukları için, mükellef değiller. Ve mükellef olmadıkları için, muahaze olunmuyorlar. Kendi velayet-i meczubaneleri bâki kalmakla beraber, ehl-i dalalete ve ehl-i bid’aya tarafdar çıkarlar. Mesleklerine bir derece revaç verip, bir kısım ehl-i imanı ve ehl-i hakkı, o mesleğe girmeye meş’umane bir sebebiyet verirler.

”Mektubat ( 343 )

 

Bu mektupta izah edildiği gibi kendisi hak iken yanlış mesleklerde bulanabilinen zatlar vardır. Kendisi ehl-i sünnet iken, onun dışında hareket edenler tarihte olmuştur. Bir kısım bunları reddetmek, İslam dairesinde kabul etmemekle beraber, bir kısım da onları tamamen kabul etmiştir. Orta yoldan giden ehl-i sünnet cadde-i kübrasındaki kısım ise, o cezbeli zatlar olan “veli” “hoca” vs.. kimseleri kabul etmekle beraber gittikleri yolun yanlış olduğunu söyliyerek o meczubların arkasında gidenleri ikaz etmişlerdir ve etmektedirler. O arkasından gittikleri zat mesul olmasa bile kendileri mesul olacaklardır. Ayrıca mesul olan cezbeli zatlardan da bulunmaktadır.

 

Üstadın bir dikkat çektiği husus şu ki; gizli din düşmanları bu meczublardan manevi kuvvet alarak hükümranlıklarını sürdürmektedirler. Bu meczublar ehli zındıkaya aldanmaya hatta muvakkaten de olsa onların safında olmaya çok yakınlardır.

 

Zamanın dindarları, asrın imamına ve kıyamete kadar hükümranlığını sürdürecek olan Risale-i Nur eserlerine bakmalıdır. Bilhassa Lahika mektuplarına çok dikkatlice bakılmalı ve uygulanmalıdır. Oradaki Kur’an hakikatlarını anlamaya ve uygulamaya çalışmalıdır. Hele de lahikalardaki mektupların bir kısmını (haşa) uygun görmeyip kitaptan çıkararak neşretmek belâların üzerimize gelmesine sebebtir.

 

Kaynak: http://www.ittihad.com.tr/istikamette-gidebilmek/

Bir hadis-i şerifte “Deccale karşı İhlas suresinin okunması”  tavsiye

edilmiştir. 

 

*****************************

O Kur'an-ı Azîmüşşan nasıl bir bahr-i tevhiddir. Birtek katre, misal için birtek Sure-i İhlas.. fakat kısa birtek remzi, nihayetsiz rumuzundan.

Bütün enva'-ı şirki reddeder,

Sözler ( 696 )

 

*****************************

 

Kur’anda tağut ta­biri ile ifade edilen Deccal ve Süfyan’ın ve cereyanlarının inkar edilmemesi halinde, sebeb-i necat olacak imanın (Tevhid-i Hakiki) kaza­nılamayacağına dikkat çekilir.

 

Şöyle ki: فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ (2:256) şunu da katiyyen ifade ediyor ki: Mü’min-i muvahhid olmak için Allah’a imandan evvel küfre tevbe etmek şarttır ve bu tevbenin şartı da tağutları asla tanımamaya azmeylemektir.” (Elmalı Tefsiri sh: 869)

 

**************************************