Sungur Agabeyin Tiryak Risalesinin sonuna

derc edilen bir Mektubu

Çok aziz, kıymettar, çok mübarek, çok sevgili Üstadımız efendimiz hazretleri!

Emirdağ'ından Eskişehir'e teşrifinizden sonra nerede olduğunuzu merak ederken bir kardeş, ufak bir pusula ile, mübarek Isparta'ya teşrif ettiğinizi yazmıştı. Hem aynı zamanda burada bizi garip bırakmayan Bafra'nın halis kahramanları, Risale-i Nurun fedakâr, faal, bahadır ve mümtaz kahramanları Bayram, Zübeyir, Ceylan, Abdülmuhsin kardeşlerimin kıymetli mektuplarının mealini söylediler. Ve siz sevgili Üstadımızın, sıhhat ve afiyette olarak mübarek Isparta'da bulunduğunuzu haber verdiler.

Ey sevgili Üstadımız! Size hakiki şakirt olamamaktan gelen elemim var. Acaba. Risale-i Nurun hakiki talebeliği ile kederlerden tasaffi etmiş ve eneden uzaklaşmış ve siz sevgili Üstadımızın tabiri ile, "Bir buz parçası hükmündeki enaniyetini havz-ı Nurda eritebilmiş" ve bu suretle tasavvurunda hayalin bile âciz kaldığı muazzam Risale-i Nurun şahs-ı mânevîsinin şerefi ile ve makamı ile müftehir olmayı ve ona tam şakirt olmayı ve o saadete tam girmeyi acaba Rahîm-i Mutlak bana da ihsan edecek mi? İşte aklımız başımıza geldiği zamanlarda bu lütufları Haktan istiyoruz.

Sevgili Üstadımız. Biz sizden, ebediyen razıyız. Bu rızamızla ve şakirane ağlayan kalbimizle, Rabbimizin sizden hadsiz razı olmasını niyaz ediyoruz. Gerçi Hak size olan hadsiz rızasının ve nihayetsiz eltafının bu zemin ahalisine ve mele-i âlâ sakinlerine ilânatının parlak nümunesi olarak Risale-i Nuru ihsan etmiş. Acaba Risale-i Nurun yüz otuz risalesi ve o risalelerde Kur'ân'ın ve imanın dile gelen hakikatları ve kudsi dersleri, o rıza-yı Bârinin hadsizliğinin bir işareti değil midir?

Hem yalnız, o kudsi hakikatların mazharı olmak, o ulvi derslerin ve o âli ilimlerin âmili bulunmak dahi başlı başına bir hazine ve insaniyetin ekmeliyetine bir işaret ve Hâlık-ı Kâinatın sevgilisi bulunduğuna bir alamettir. Fakat bu ekmeliyetin, bu sevgi ve rızanın daha haşmetli, daha şa'şaalı bir tecelli ve tezahürünü görüyoruz ki, halen binler, yüzbinler, milyonlar elbette istikbalde milyarlar ehl-i iman, o nurla nurlanıyorlar ve nurlanacaklar ve saadete eriyorlar ve imana kavuşuyorlar ve kavuşacaklar. Ve âlem, o nur ile başka bir hayata, başka bir renge kavuşuyor. Akıl müşahede ediyor.

Bin üç yüz yıldan beri bütün ümmetin, her asırda üç yüz elli milyon Müslümanların, O aziz Peygamberin (a.s.m.) imanından feyiz almaları ve o âli Peygamber-i Zişan Habib-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâmın emsalsiz bir şeriat ve misilsiz bir İslâmiyet ve harika bir ubudiyet ve fevkalade bir dua ve cihanpesendâne bir dâvet ve mu'cizane bir iman sahibi bulunması gibi; Risale-i Nurun da bu mu'ciznüma Peygamberin (a.s.m.) bu zamanda bir mu'cizesi, bir tasarrufu, bir nuru olması ve veraset-i nübüvvetin bir in'ikası Risale-i Nurda tam tecelli etmesi hasebiyle; aynen bütün talebeleri, şahsı mânevînin imanından feyiz alıyorlar.

Duada, takvada, imanda, ubudiyete dâvette Kur'ân ve iman hizmetinde, cesarette, şecaatte, fevkalade bir itmi'nan-ı kalbde ve kat'iyen sarsılmamakta, âzâmi ihlâs ve âzâmi sadakatte ve metanette, âzâmi iktisatta ve kanaatte onu Üstad biliyorlar. Umum esma-i hüsna, âzâmi mertebesiyle Risale-i Nurun şahs-ı mânevisinde tecelli ettiğinden; bu binler, milyonlar şakirtlerinizin herbiri yüksek bir tecelli ile ayrı birer isim ve o haslet-i memduhalara mazhar ve ayna oldukları bir bahr-i umman veya bir şems-i hakikat olarak bu asrın efkârında, meydanında ve afakında tulû eden bu binler levnleri havi ve binler renklerde aks eden ve binler tarzlarda ve şekillerde çağlayan külli şahs-ı mânevîden birer Said ve o âlemde Saidler çekirdek olup, ondan fışkıran nur ağacının birer dalı, birer meyvesi oldukları gibi; bazı has ve halis talebeleriniz dahi o külli hakikata ve o tecemmu etmiş Saidlere-baştan başa-tam bir aynalık da ediyorlar.

 

Benim hissem ve talebim ise: Bu başka başka aynaların ve ayrı ayrı levnlerin ve çeşitli güzel meşreplerin, bu çeşit çeşit parlayan lem'aların muhabbetiyle yanmaktır. Ve onların ışıklarıyla aydınlanmaktır. Belki bu ayrı ayrı ırmakların menbaı ve bu nurların denizi ve bu ayrı ayrı tezahür eden mânâların hakikatı ve bu lem'aların güneşi ve mercii olan o şahs-ı mânevî-i hakikata karşı hürmet ve tazimdir, sevgi ve muhabbettir. Ve bu naçar ömr-ü zaili ve nakıs istidadı onların yolunda, onların hürmet ve takdirinde sarf etmektir.

Ey sevgili Üstadımız! Madem insan fıtraten ihsana perestiş eder ve insaniyet daima kemale, cemale ve ihsana müştaktır. Aşkla mukabele arzu eder. Ve bu üç hakikata karşı hediyeler vermek arzu eder. Ve madem biz ve her akıl ve idrak sahibi, Risale-i Nur sayfalarını mütalaa neticesinde hakiki kemal ve cemalin mahiyetini izah eden sevimli dersinden ve iman hakikatı ile, şu kâinat ve şu mevcudatın hakiki mahiyeti tebarüz edip; ve zaman seylinde akan mevcudatın ezelden ebede seyahatının hikmetini anlayan ince rumuzlu meselesinden; ve insan denilen bu varlık, şu kâinat ağacının en câmî ve son meyvesi olup ve âlemin bir misal-i musağğarı bulunup, kâinattan ve bu hadsiz zaman ve cevelandan murad insan olduğunu ve insan, ebedî hayat ve saadete namzet ve ebedi bir zât-ı akdesin ayine-i müştakı bulunduğunu ve binaenaleyh, insan ölmeyeceğini ve ademe gitmeyeceğini ve vücut dairesinde ebedî kalacağını beyan ve ispat ve izah eden nurlu risalelerinden ve bütün zişuur ve insan için en yüksek saadetin, hem en yüksek kemalatın, en şirin nimetin iman-ı billah, marifetullah ve muhabbetullah olduğunu ders veren lem'alarından ve mektuplarından ve nihayet, şu kâinatta ve şu mevcudat aynalarında müşahede edilen ihsanlı kemalat ve kemalli cemaller ve güzellikler ve hüsünler kendini, bu hadsiz ihsaniyle bildirmek, tanıttırmak isteyen ve bu hadsiz cemal ve hüsün ve ihsan ile kendi cemal-i esmasına ve sıfatına ve kemalat-ı İlâhiyesine nazarları çevirmek isteyen perde arkasında münezzeh ve müberra bir Cemil-i Zülcelâlin ve bir Rahim-i Zülkemâlin esma ve sıfatının tezahürleri olduğunu ve insan için en hakiki saadetin ve nihayet maksad-ı aksâ ve gaye-i ulyânın da, bu zat-ı kudsîye karşı alaka peyda etmek, ona yakınlaşmak, onun muhabbetiyle kendinden geçmek olduğunu bildiren On Birinci Söz ve emsali risalelerinden tut, tâ bu risalelerin te'lifi ve intişarındaki güzelliğe ve mükemmeliyetine kadar ve Müellif-i Muhteremin doğuşundan itibaren, gerek tahsil hayatındaki hârika hal ve ahvalinden, acaip ve garaip ihsanlara ve istihdamlara kadar ve hayatının maksad-ı aslisi olan altmışından sonraki Risale-i Nur hizmetindeki ihlâs-ı tammesi, dünyevî ve uhrevî menfaat ve makamlardan ve her türlü teveccüh-ü faniyeden yüz çevirip, bütün kuvvetiyle ve hissiyatiyle ve ahvaliyle hak ve hakikata müteveccih ahlâk-ı hasenesine ve bu asr-ı zulmetteki insanları ve Müslümanları, Kur'ân'dan aldığı ders ve nur ile irşad edip, büyük bir hizmet-i imaniyede bulunan Nur talebelerinin yüksek şahsiyetine kadar ve bu dinî hizmetlerini yalnız Allah için yaptıklarına dost ve düşmanı tasdik ettirecek şekilde ilânatlarına kadar ve çok müşfik kalblerle ve iman dersleriyle gönülleri okşayan, ruhları terbiye edip akıllara istikamet veren derslerine ve hizmetlerine kadar...

Evet biz ve her ziakıl, gerek Risale-i Nurda ve gerek Risale-i Nurun telifinde ve intişarında ve ona müellif, hâdim ve tercüman olan zatın hayatında ve ahvalinde en parlak ve muazzam şehadet olarak o dersleri okuyan, o tercümanı dinleyen, ilanatına kulak veren Nur şakirtlerinin ve karilerinin temiz ahlâka, faydalı duruma gelmelerinde ve sabit olmalarında bizzarure görüyor, derk ediyor ve müşahede ediyoruz ki, bu Risale-i Nurda, muazzam ve mükemmel bir cemal ve gayet yüksek ve parlak bir kemal var.

Belki bütün kâinata serpilen bütün cemaller ve mahlukatın kemalleri mücmelen onda tecemmu etmiş, tezahür etmiş ve Halık-ı Kâinatın ism-i âzâmına mazhar ve bütün esmasının tecelli ettiği ayna olmuş. Meratib-i cemal ve kemal, tamamen o mânevî yüzde derc edilmiş. O yüzde nakşedilmiş bildiğimizden; insaniyetin fıtratı icabı, nurlarla alakadarlığı kışırda, zahirde, kabukta değil; belki ruhun, kalbin aklın ve bütün hissiyat ve letaifin derinliklerinde kök salmış olduğuna hükmediyoruz. Ve şüphesiz öyledir.

 

Madem iman ve İslâm gibi hakikatlar kâinatın esasıdır. Ve herşey imanın nuruyla Halıkın varlığına delalet ettiği âşikâr görünüyor. Ve gündüzü dolduran ziya, güneşe parlak şehadet ve işaret ediyor. İşte Risale-i Nur dahi, iman nurlarının toplanmış hazinesidir. Risale-i Nurdaki hakikat, kâinatta hükümferma olan emir ve iradenin kendisinden başka birşey değildir. Af buyurunuz, tarif edemedim. Böyle, insanın bütün letaifinin tâ derinliklerine kadar kök salmış ve fıtratıyla alakadar olmuş iman ve İslâmiyet hakikatından başka birşey olmayan Risale-i Nuru nasıl mahkûm edebilirler, nasıl insanları ondan uzaklaştırabilirler, nasıl talebelerini ondan ayırabilirler? Mümkünmüdür demek istiyorum.

 

Şimdi, Afyon'un yerinde Risale-i Nuru tetkik eden ve inşaallah tam bir beraet ve serbestiyet kararını verecek ümit ettiğimiz Isparta Adliyesine hem rica, hem arz ediyoruz.

İnşaallah, ehl-i imanın saadeti için, Risale-i Nurun intişarına, serbestiyetine herkesten ziyade çalışan, gayret eden siz mübarek Üstadımızın, nurun bir kısım kahramanlarıyla mübarek Isparta'ya bu dördüncü seyahatinizi iman ve Kur'ân hesabına inşaallah büyük hayırlara medar olacak ümit ediyoruz.

Sevgilisinin arkasından dağ dere demeden koşan âşıklar gibi, siz de o mu'cize-i Kur'ân olan Risale-i Nurun arkasından mütemadiyen koşuyorsunuz. Onun serbestiyeti için ummanlar, deryalar geçiyorsunuz, ciballer aşıyorsunuz. Kâh oluyor kışın ayazlı gecelerinde, kâh oluyor Temmuz'un bunaltıcı sıcaklarında durmadan, dinlenmeden mütemadiyen gidiyor, koşuyor, üşüyor, terliyorsunuz, yoruluyor, bunalıyorsunuz. Ve mütemadiyen o sevgilinin arkasında veya önünde, o cazibedar, Cemal-i Bakiye nazarları çevirmek ve o ruhanî hüsnün kemaline insanları koşturmak için çırpınıyordunuz.

 

Bu ne müthiş faaliyet ve bu ne muazzam hizmet! Hatta o hâdimlerden birisinin, seksen yaşından sonra hastalık halinde, şu mübarek ihtiyarın mücahedesine bak. Şu durmak bilmeyen yorulmak bilmeyen fedakârlara ve şu herkesten, daha genç, daha dinç kahramanlara nazar eyle. Risale-i Nurun zahiri müellifi olan Said, yalnız Risale-i Nurun bir şakirdidir. Yine o şakirtler, birer birer bu Anadoluda, şu mübarek millette Risale-i Nurun neşri ve muhafazası ve o nur-u Kur'ân'ın yerleşmesi için nasıl gayretler ve hizmetler ediyorlar? Üç dehşetli hapisler, otuz senelik nef'i ve inzivalar ve türlü türlü azaplar, işkenceler ve bir şakirdine verilen yirmiye yaklaşan zehirler ve bu uzun ahvallerde nice gözlerin görüp görmediği çileler, ızdıraplar, hep bu nurun uğrunda değil mi? Bir gardiyanın azaplı hiddetine, bir çavuşun işkenceli hareketine karşı o ihtiyar şakirdin sukut edip tahammül etmesi, yine bu sevgilinin hatırı için değil mi? Ona nazar ermesin, o yabani ellerle kirlenmesin, deyip kendini feda eden işte bu fedakârlar, Risale-i Nurun hakiki şakirtleri bu Said'ler değil midirler?

Şimdi de sevgili Nur talebeleri, ders-i Kur'ân'da muhatapları ve nurun ilk talip ve müştakları ve naşirleri ve bizim muhterem ağabeylerimiz, hem bir cihette, üstadlarımız ve büyük kardeşlerimiz olan Hüsrevlerin, Hafız Alilerin, Tahiri ve Mustafaların memleketine, Nuri ve Rüşdülerin, Sabri ve Süleymanların şehrine ve onların yanına gidiyorlar. Niçin ve neden? Hikmetini, onu sevkeden Allah bilir. Bu hakir ise bir hikmetini böyle zannettim ve tahayyül ettim.

Saidlerimiz koşuyorlar. Hem müşfik bir annenin evladının arkasından koşmasından daha ziyade bir şefkat ve muhabbetle koşuyorlar. Bazen kanlı gözyaşları ve acı feryadlarla ve işitenleri ağlatacak eninlerle koşuyorlar, ağlıyorlar, bazen de gülüyorlar; fakat daima koşuyorlar. Amma kimin arkasından koşuyorlar ve niçin koşuyorlar? Evet, onlar, Risale-i Nurun arkasından koşuyorlar; Müslümanların imanına hizmet için, Allah için koşuyorlar. En büyük vazifemiz budur, hayatımızın gayesi de budur; neticesi de budur; saadeti de budur diyerek koşuyorlar.

Birisi seksen üç yaşında; ihtiyar, hasta olduğu halde; Anadolu yaylalarında İslâm ovalarında ecdadın at üstünde cihad ettiği vadilerde; namus, millet ve şeref-i din için şehitlerin al kefenleriyle yattığı mübârek topraklarda koşuyorlar. Hem öyle topraklar ki, herbir karış toprağında ve herbir bucağında, İslâmın şerefi dalgalanan bu Türk diyarında koşuyorlar. Ellerinde Risale-i Nurun yaldızlı sayfaları ile Anadoluyu deveran edip, âlem-i İslâmı cevelan ediyorlar. Kurumaya yüz tutmuş bağlar, bahçeler, ab-ı hayat bekleyen ovalar ve susuz kalmış biçare yolcular ve zindanlar içinde inleyen zavallı mahpuslar, elemler içinde kıvranan marizler, yoksullar ve ölmeye yüz tutmuş mahlukat bak nasıl bu deveranla bu nurani faaliyetle yeniden dirilmeye başlıyorlar. Bu ma-i nisan arkasında bu topraklar bak nasıl kabarmaya, yeşillenmeye başladılar. Bu taze hayatla bak nasıl yurdumun ağaçları çiçeklenmeye, meyvedar olmaya ve ıssız ovalar, gül gülistan olmaya; hadsiz yeşil kuşlar, bülbüller ötmeye, pür neşe terennüm etmeye başladılar.

Dikkat et! Bak, bahadır ecdadımızın sıtmadan bir deri bir kemik kalan torunlarına bak şimdi. Bu memlekete sema-i Rahmetten nehirler gibi boşanan ab-ı hayatla ve nesim-i baharla nasıl şifa bulmaya başladılar? Çocuklar neş'elerinde, büyükler faydalı san'atlarında devam ediyorlar. Yepyeni bir hayat, tap taze nurlu bir nesim-i bahar, bu Anadolu memleketinde ve İslâm illerinde esmeye başladı. Nazar eyle, bak şu mübarek ecdada. Kabirlerinde titreşen, ağlayan, feryad ü figan eden dedelerimize dikkat et! Ve zemin yüzüne muntazır olan gökteki ervah-ı âliyeye ve melaikelere göz gezdir.

 

Bak nasıl sürur içindeler. Tebrik ve tahmid vazifesiyle Hâlık-ı Kâinata şükranlarını arz ediyorlar. Ve nuranî babalarınız, kabirlerinden sizlere selâm gönderiyorlar. Ve bizi azaptan kurtardınız, kabrimizi pürnur, kalbimizi mesrur eylediniz, evlatlarımız diyorlar. Allah sizlerden razı olsun, diyorlar.

Safahat'ında İslâmın garipliğine, İslâmın bikesliğine ağlayan "Ya Rab! Bu uğursuz gecenin yok mu sabahı?" diye zulmetten feryad eden "O nuru gönder İlâhi, asırlar oldu yeter. Bunaldı milletin âfakı, nurlu bir sabah ister" diye Hakka yalvaran ve "Doğacaktır sana vadettiği günler hakkın, kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın" diye ümit ve teselli gösteren o milli şaire ve o gibi ağlayan "Ya Rabbi, bana ve neslime bir nur ver" diye niyaz eden müttakilere, bir de şimdi bak nasıl mesrur ve memnunlar, Allah'a şükrediyorlar. Hem kendi vatanlarında, hem kendi zamanlarında tulû eden bu nur-u Kur'ânîyi ve bu hakikat güneşini bak nasıl alkışlıyorlar, tebrik ediyorlar.

Bak, birer birer şu memleketin, şu İslâm diyarının herbir köşesinden, herbir hanesinden, herbir köy ve bucağından, ormanlarından, ovalarına, nehirlerine, denizlerine kadar ve herbir ferdinden, yavrusundan, ihtiyarına kadar mezarlarında bekleyen hadsiz ecdadından, semalarında tayeran eden ervahına kadar bütün İslâm diyarı ve bu Anadolu, bak nasıl bir bahar ve bayram havasının neşesiyle dolmuş "İslâma zafer ver, bizi kurtar, bizi güldür, a'damızı et hâk ile yeksan, yine ey nur-u Furkâni." "Her belde-i İslâm ile olsun, bu yeşil yurt tâ haşre kadar cennet-i canan yine ey Nur-u imani" diye olan âriflerin niyazı bak nasıl dergâh-ı Rahmette kabul edilmiş?

Sakın ey kardeşlerim bu sönük ifadelerin, bazı sevimli hayalat gibi görünen çehresini bir tasavvurat zannetme. Hem söyleyen ben değilim. Şu sema denizinde ezeli parlayan güneşin ziya ve in'ikasıyla lemean eden hadsiz emvac-ı bahr gibi nurlardaki hakikatlara karşı teşekküre gelen hadsiz lisan ve mukabeleden bir katredir bu ifadeler.

Dinle, Nur şualarında derc edilen işârât-ı Kur'âniyeyi ve işârât-ı ulviye ve keramet-i gavsiyedeki kudsî zemzeme-i ihbarata kulak ver. Ve hadisat-ı zamana göz gezdir. Nasıl ayn-ı hak ve mahz-ı hakikat olduğunu göreceksiniz. Ve o nurlu sözleri bağrınıza basacaksınız. Bir de o nurun iştiyaklı ve incizablı şakirtlerinin derslerini dinle:

 

Bu anasır yüzüne her ne kadar çekse hicab;

Yine haksın, buna şahit yine Kur'ân olacak.

Kab-ı kavseynden alıp dersimi bildim ki ayan;

O güzel nur-u Kur'ân mânevî sultan olacak.

 

müşahedesini işit.

Vallah bunu ben ezelden eyledim ezber,

Risale-i Nurdur, vallah SON müceddid-i ekber.

ne kadar doğru olduğunu anla.

 

 

Buna kıyasen bu nura hayatiyle, hizmetiyle gayretiyle, incizabiyle tam aynadarlık eden Hüsrevlerin, Hafız Alilerin, Feyzilerin, Hulusilerin, Mehmedlerin, Ahmedlerin feyizli ve cemalli hal ve ahvallerine bak. Binde bir dile gelen aşklı ve iştiyaklı gönüllerine, kelamlarına nazar eyle. Daha sonra, ehl-i tahkik erbabının ilanatına kulak ver. Ehl-i fen ve mekteplilerin tetkikatının neticesini gör. Her taife ve her meslek erbabının kemal-i takdir ve tebrikini mütalaa eyle. Merhum Fetva Emini Ali Rıza Efendiden, merhum Vehbi Hocaya ve emsali müderris ve müfessirlere kadar ve ilm-i teceddüdün yüzler mütehassıs profesörlerine ve âlimlerine kadar bütün bu taife-i ilmiye ve ehl-i tahkik zevat-ı kutsiye bilittifak Risale-i Nurun hakkaniyetine ve Kur'ân-ı Kerimin hakaikine varis olduğuna ve bu zaman-ı âhirde bid'a ve dalâletlerin istilası zamanında ehl-i imana ihsan edilmiş bir nur-u mev'ud-u İlâhi, bir menba-i ilm-ü irfan ve bir mahzen-i hakikat-ı Kur'ân ve bir dâvâ-i hazret-i Rahman bulunduğuna imza basıyorlar ve dâvâ ediyorlar derk eyle.

Bu kadar muhbir-i sadık ilanatçılar ve bu kadar çeşitli erbab-ı tahkik muhakkikler ve hakikata ayne'l-yakin yetişen bu kadar zatlar hiç mümkünmüdür ki yalan söylesinler veya körükörüne bağlansınlar. Hâşâ! Zulmeti ziya zannetsinler. Hiçbir cihetle ihtimali yok ve mümkün değildir.

En şiddetli imtihanlarda ve kavurucu elemli hallerde ve yakıcı çorbalarda ağızları yandığı halde derslerinden vazgeçmeyen şakirtlerin uzun senelerdeki sabır ve metanetlerine bak. Maddi ve mânevî herkesin perestiş ettiği menfaat ve makamları terk edip veya hiç iltifat etmeyip bütün kuvvetleriyle ve bütün hissiyatlariyle bu nura sarılmalarına dikkat et. Kat'iyen anlayacaksın ki, Risale-i Nurda muazzam bir hakikat ve gayet kudsi bir kemal-i tam ve tam bir güzellik mevcuttur. Reddedilmez ve inkârı gayr-ı kabil bir burhan-ı bahir göze çarpıyor.

İşte bu yirmi-otuz senedenberi bu binler bahtiyar talebeler, müdakkikle, Risale-i Nuru mütâlaa ve bilhassa müellifinin bütün hayat ve ahvalini en ince meşrebine, hususi hayatına kadar bütün haliyle tetkik ve mütalaa ettikleri ve gözleriyle gördükleri ve bir kısmı hizmetinde bulunmalarıyla bilmüşahede o zatta hizmet-i kudsiyesine münasip bir ihlas ve samimiyet ve fedakârane hizmette bir mertebe-i kemalat görüyorlar. Bu kemalat ise, Risale-i Nur hizmetini dünyevî ve şahsî menfaate alet etmemek ve bu Risale-i Nurla ehl-i imana hizmet etmeye, yani bu iman hizmetini mânevî makamata ve mânevî rütbelere alet etmemek ve vesile kılmamak gibi bir evsafla ekmeliyet suretinde tecelli ve tezahür etmektedirler. Kemalattan maksadımız da budur.

 

İşte ey Üstad! Risale-i Nurun şahs-ı mânevîsinde bizzarure kendisini gösteren bu ekmel-i cemal ve kemalat ve güzelliğine karşı ve ona bakan ve onu bağrına basıp mütalaa eyleyen talebe ve müştaklarına verdiği hadsiz hakiki feyizli ihsanatına mukabil, işte fıtraten insan, kemale, hüsün ve ihsana perestiş edip hediyelerle teşekkürünü arz etmek istemesi sırrınca, bu mütalaacılar ve Nur Talebeleri gibi bu fakir dahi hediyeler vermek arzu ediyorum. Saidlerimize hakiki talebeler ve şakirtler olmak istiyoruz. Hüsrevlerin, Hafız Alilerin ve Feyzilerin ve Hulusilerin ve Mehmedlerin ve Ahmetlerin arkalarında:

demek istiyoruz.

 

El Baki Huvel Baki

 

Cok kusurlu Talebeniz 

Samsunda mevkuf

Mustafa Sungur