Hüve Nüktesinin Hatırlattıkları

 

Bilindiği gibi, Üstâd Bediüzzaman Hazretleri ilk Emirdağ hayatının tahminen  son  senesinde.. Ve daha sonraları Afyon hapsinde ve sonrasında; Hava ve Nur unsurunun tevhid ve vahdet‑i Rabbaniye ve emir ve irade‑i ilahiyeye gâyet aşikâr bir tarzda delâlet ve işaretlerini göstermeleri cihetinde  bu iki unsurun hakikatlarıyla meşgul olmaya başlamıştır.

 

Arabice 1364 (Miladi 1945) yılına girildiğinde, Nur’un te’lif zamanının sonu şeklinde kabul edilmişse de, fakat Rumiye göre 1364’ün karşılığı Milâdi 1948 olduğu için, te’lif devresi Afyon hapsinde “El Hüccet‑üz Zehra” Risalesinin te’lifiyle son bularak hitama erdiği anlaşıldı. Fakat Nur’un bazı mes’elelerinin tetimme ve haşiyelerinin devamı 1953’lere kadar devam etti. Ancak hicrî senenin 1364’ünde bir cihette tamamlandığı kabul edilen te’lif devresi, bu tarihten sonra başka şekil aldı. Hava ve nur unsuruna ait pek lâtif, çok şirin iman hakikatlarının tezahürüyle kendini gösterdi.

Bu pek tatlı ve çok şirin, cennet gibi güzel hakaikin zuhuru ve Hava ve Nur unsurunun inkişafından fehmettiğimiz bir kanaatımızı burada kaydetmek isteriz ki; Arabi 1341’de başlayıp, yine Arabi 1364’de tamamlanan Nurlar’ın te’lifinin bundan sonraki devrede; üzerinde delil ve bürhan getirilen şey; o seneye kadar daha çok toprak ve su unsuru üzerinde ve maddî ve cismanî mevcudatta tecellî eden Allah’ın sıfat ve esmasının tecelliyatından bahseden hakikatlar olup, ekseriyetle bu iki unsurdan misaller getirilerek te’lif edilmişken; Bu tarihten sonraki dört beş senelik zamanda ise, Hava ve Nur unsurları sahifelerinin mütalâaları için âdeta yepyeni bir devre ve perde açılmış gibi oluyordu. Bu hissî ve şahsî kanaatıma böylece işaret ettikten sonra; Hazret‑i Üstâd’ın Afyon hapsinde mazhar olduğu yeni ve başka hal ve tecellînin kendisinde zuhûr etmesiyle, bir üçüncü Said olarak kendini bilmesi ve göstermesi tarzında sahne‑endaz olmuştur. 

 

Evet, Hazret‑i Bediüzzaman’ın esrarengiz olan hayatında böyle büyük ve küllî merhale ve inkılâblar çoktur. Tahsil devresinden tedris devresine.. Tedristen te’lif merhalesine.. ve nihayet 1899’da bütün ulûm‑u âliye ve aliyeden uzanıp, Kur’ân’ın hakikatlar mahzeni ve nurlar merkezine atlamasına.. ve 1921’lerde daha başka ve daha âcib küllî ve nuranî bir inkılâb merhalesi olan “Yeni Said” merhalesine geçmesine bakan ve gösteren gerçek ve küllî inkılâb ve merhaleler hak olduğu gibi; şu bahsetmek istediğimiz ve fakat tefhim ve izahına muktedir olamadığımız bir başka ve çok yüce ve nuranî bir merhale olan Hava ve Nur unsurları sahifelerinde; Sebeplerin ötesinde cereyan eden tecelliyatın ma’kesleri ve buna bakan, aşikâr mevcudiyet‑i ilâhiyyenin tezahür hakikatları âlemine girmesi de hak ve gerçektir denilebilir.

 

Nitekim bu devrede, Hüve Nüktesi adıyla kaleme aldığı büyük ve geniş ve yeni bir merhalenin kapısıyla girdiği letâif ve nuraniyyât âleminin bahşettiği feyiz ve nurlarla te’lifini yaptığı Risaleler ve tetimmelerden “Hüve Nüktesi, el‑Hüccet’üz‑Zehra’nın bir kısmı ve Nur Aleminin Bir Anahtarı” gibi Risale parçaları, hep bu Nur ve Hava unsurunun vazifelerinden ve onlarda tecelli eden hikmet ve esrardan bahsederler. Bununla beraber bu mesele havsala ve idrâkimizin dışında olmasından, bu kadarcıkla iktifa etmeye mecburuz.

Bu bahis münasebetiyle adı geçen muazzam hakikatlar hazinesi olan “Hüve Nüktesi”ni burada kaydetmeyi uygun bulduk:

 

Mufassal Tahrihce-i Hayat

 A. Badilli

هُوَ nüktesi

Hürsev Agabeyin hüve nüktesi hakkinda tespitleri

 

Dördüncü mektub olan Hüve Nüktesi ise,

قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ ve لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ kelime-i kudsiyeleriyle

maddî cihetinde "Hüve" lafzında siz sevgili üstadımızın

bir seyahat-ı hayaliye-i fikriyelerinde,

hava sahifesinin mütalaalarıyla görülen

zarif bir nükte-i tevhidde;

iman mesleğindeki gayet derecede kolaylık ile

meslek-i dalaletteki nihayetsiz müşkilât kısa bir işaretle beyan edilmiş.

 

Kudret-i İlahiyenin bir arşı olan bir avuç toprakta konulan

muhtelif tohumların mahiyetlerinde

ve emir ve iradenin diğer bir arşı olan havanın bir parçasında

neşv ü nema bulan "Hüve" lafzında görülen hârikalar,

esbaba verildikçe dehşetli müşkilâtın zuhuru

ve Vâhid-i Ehad'e verildikçe fevkalâde sühuletin vücudu,

hem ehl-i dalaletin hususan maddiyyun ve tabiiyyun meslek erbabına,

hem ehl-i imana gayet şirin, gayet güzel, gayet hoş, hem gayet mukni' ve müskit bir şekilde isbat edilerek bir risale kadar kıymeti bulunan

hususan tahavvülât-ı zerrat hakkındaki Otuzuncu Söz'le, Tabiat Risalesi olan Yirmiüçüncü Lem'anın bir nevi hülâsası olabilir kanaatını bize veren bu kıymetdar yazılarınızla Risale-i Nur baştan başa her okuyanı hem tenvir edip yükseltiyor, hem sevgili üstadımıza nihayetsiz minnetdarlıklara vesile oluyor.

Hüsrev

Şualar ( 529 )

 

 

Hüve Nüktesi" gizli zındık düşmanlarımızın bellerini kırmış

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Evvelâ: Ben bazı emarelerle tahmin ederim ki,

neşredilen mecmualarımızdan en ziyade Rehber'e ehemmiyet veriyorlar.

Ben zannederim ki;

"Hüve Nüktesi" gizli zındık düşmanlarımızın bellerini kırmış,

onların istinadgâhı olan tabiat tagutunu dağıtmış,

kesif toprakta bir derece saklayabilirken şeffaf havada -Hüve Nüktesi'nden sonra- hiç bir cihetle o tagutu saklamak imkânı kalmamış ki,

küfr-ü inadî ve temerrüd-ü irtidadî sebebiyle adliyeyi aldatıp aleyhimize sevkediyorlar.

İnşâallah Nurlar adliyeleri lehine çevirip onların bu hücumunu dahi akîm bırakacaklar.

Said Nursî

Şualar ( 530 )

 

 

(15. Suadan 11 Kelime)

Evet bu kelimelerin hüccetlerine işaret eden küllî, ihatalı ve hadsiz hârika ve nihayetsiz hârikaları, mu'cizeleri ihtiva eden bu mezkûr hakîmane ef'al,

fâilsiz olmaları yüz derece muhal ve bâtıl olduğu gibi;

kör, âciz, şuursuz, sağır, camid, karmakarışık, intizamsız, karışık, istilâcı olan esbaba isnad etmek bin derece mümteni', esassızdır.

Yoksa toprağın herbir zerresinde hadsiz bir kudret, bir hikmet ve bütün otlar ve çiçeklerin teşkilâtına dair pek hârika ve küllî bir san'atkârlık bulunmak;

havanın herbir zerresinde -Rehber'deki Hüve Nüktesi'nin dediği gibi- bütün konuşmaları ve telefon ve radyoların kelimelerini bilecek ve sair zerrelere ders verecek bir kabiliyet bulunmak lâzım gelir.

Bu acib fikri ise; hiçbir şeytan, hiçbir kimseye kabul ettiremez. Ve bu derece akıldan, hakikattan uzak ve bütün mevcudata karşı bir tahkir ve tecavüz olan küfür ve inkârın cezası, ancak dehşetli Cehennem olabilir ve ayn-ı adalettir. Elbette öyle münkirler için "Yaşasın Cehennem!" dememiz lâzım.

Şualar ( 602 )

 

İşte kardeşlerim hakikaten bugün, Siracünnur'un başındaki münacatı tashih niyetiyle okudum. Kuvve-i hâfızam tam söndüğü için, birden o münacatın hakikatlerine karşı -güya seksen yaşında iken yeni dünyaya gelmişim gibi- birden ülfet ve âdetleri bilmiyor gibi, o malûm âdetler perde olamadı. Kemal-i şevk ile tam istifade edip okudum. Pek hârika gördüm. Ve anladım ki: Gizli düşmanlarımız bir kısım resmî memurları aldatıp, Siracünnur'un âhirini bahane ederek müsaderesine; yani başındaki münacatın intişar etmemesine çalıştıklarına kanaatim geldi. Rehber'deki Hüve Nüktesi gibi bu münacat da, Siracünnur'a dinsizler tarafından hücumunun bir sebebidir.

Emirdağ Lahikası-2 ( 122 )

 

 

seyahat-i hayaliyeye baska örnekler

Hâmisen: "Hüve Nüktesi" pek ince, gerçi çok mücmel ve muhtasar olmuş,

fakat herkes ondan pek kuvvetli bir nur-u imanî hissedebilir diye size gönderildi. Fakat o nüktenin âhirlerinde "Her zerre, cezbedarane hal diliyle لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ ٭ قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ deyip gezer" cümlesine, "hal diliyle ve mezkûr hakikatın şehadeti ve lisanıyla" kelimeleri ilâve edilecek.

Bu "Hüve Nüktesi" ile

Yirmidokuzuncu Mektub'un Beşinci Kısmı olan اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ âyeti münasebetiyle bir seyahat-i hayaliye ve yine

Yirmidokuzuncu Mektub'un Birinci Kısmında yalnız "Nun-u Na'büdü" kapısıyla cemaat sırrını gösteren seyahat-ı hayaliye dahi beraber Sikke-i Gaybiye'nin âhirine veyahut münasib gördüğünüz yere konulsun. Eğer "İnayat" Sikke-i Gaybiye'ye konulmamış ise, onun da bir hülâsasını dercedilmesini size havale ediyorum.

Emirdağ Lahikası-1 ( 258 )

Kardeşiniz Said Nursî

 

 

Hüve nüktesiyle anlaşılan ayet-i kerime

Ehl-i vukuftan ve Diyanet Riyaseti'nin müşavirlerinden Yusuf Ziya ve oradaki hocalar, Risale-i Nur'un tamam bir takımını bizden istiyorlar.

Hem zerrelere ait Otuzuncu Söz

ve Otuzikinci'nin Birinci Mevkıfının başındaki zerre bahsi

ve "Hüve Nüktesi"

ve Tabiat Risalesi'nin zerre bahsi

gibi parçaları, rica suretinde ve hürmetkârane, oraya gönderdiğimiz Hasan Çalışkan ile cevab göndermişler.

Güya وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ manasını anlamak istiyorlar ve bu parçalarla anlaşılır ve şimdi serbest ifsada başlayan maddiyyunları susturur.

Said Nursî

Emirdağ Lahikası-1 ( 277 )

 

 

Hüve nüktesini izah eden bir mektub

Aziz, sıddık, mütefekkir kardeşlerim!

 

Evvelâ: Çok emarelerle kat'î kanaatim gelmiş ki; gizli dinsizler, resmî bazı memurları aldatıp Nur'un mahrem büyük risaleleri içinde

yalnız Rehber'i musırrane medar-ı ittiham tutmaları

ve bir buçuk seneden beri bana sıkıntı vermelerinin sebebi Rehber'deki "Hüve Nüktesi" olduğunu kat'iyyen bildim.

Çünki bu Hüve'nin keşfettiği sırr-ı tevhid,

pek kat'î ve bedihî bir surette küfr-ü mutlakı kırıyor.

Hattâ bir kısmında hiç vesvese ve şübhe bırakmıyor.

Gizli dinsizler buna karşı çare bulamadıklarından, intişarına resmî yasak ile sed çekmek için çalıştılar.

Bu Hüve Nüktesi'nin bir gün evvel Medreset-üz Zehra'nın erkânlarına bir ders nev'inden söylediğim çok noktalarından yalnız üç noktasını sizlere beyan ediyorum.

 

Birinci Nokta:

Hava unsurunun yüksek ve ehemmiyetli bir vazifesi اِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ âyetinin sırrıyla,

güzel ve manidar ve imanî ve hakikatlı kelimelerin

kalem-i kaderin istinsahıyla ve izn-i İlahî ile intişar etmesiyle

bütün küre-i havadaki melaike ve ruhanîlere işittirmek

ve Arş-ı A'zam tarafına sevketmek için

kudret-i İlahî kaleminin mütebeddil bir sahifesi olmaktır.

Madem havanın kudsî vazifesinin, hikmet-i hilkatinin en mühimmi budur.

 

Ve rûy-i zemini radyolar vasıtasıyla bir tek menzil hükmüne getirip

nev'-i beşere pek büyük bir nimet-i İlahiye olmaktır.

Elbette ve elbette beşer bu pek büyük nimete karşı,

bir umumî şükür olarak;

o radyoları herşeyden evvel kelimat-ı tayyibe olan Kelâmullah'ın,

başta Kur'an-ı Hakîm ve hakikatları

ve imanın ve güzel ahlâkların dersleri

ve beşerin lüzumlu ve zarurî menfaatlerine dair kelimatları olmalı ki

o nimete şükür olsun.

 

Yoksa nimet böyle şükür görmezse, beşere zararlı düşer.

Evet beşer, hakikata muhtaç olduğu gibi,

bazı keyifli hevesata da ihtiyacı var.

Fakat bu keyifli hevesat, beşte birisi olmalı.

Yoksa havanın sırr-ı hikmetine münafî olur.

Hem beşerin

tenbelliğine

ve sefahetine

ve lüzumlu vazifelerinin noksan bırakılmasına sebebiyet verip

beşere büyük bir nimet iken, büyük bir nıkmet olur.

Beşere lâzım olan sa'ye şevki kırar.

 

Şimdi gözümün önündeki makinecik ve radyo kabı, Kur'anı dinlemek için odama getirilmişti. Baktım, on hissede bir hisse kelimat-ı tayyibeye veriliyor. Bunu da bir hata-yı beşerî olarak anladım. İnşâallah beşer bu hatasını tamir edecek. Ve bütün zemin yüzünü bir meclis-i münevver, bir menzil-i âlî ve bir mekteb-i imanî hükmüne geçirmeğe vesile olan bu radyo nimetine bir şükür olarak beşerin hayat-ı ebediyesine sarfedilecek kelimat-ı tayyibe, beşte dördü olacak.

 

İkinci Nokta:

Nur Risalelerinde denilmiş ki:

"Kâinatı halkedemeyen, bir zerreyi halkedemez.

Bir zerreyi tam yerinde halkedip muntazam vazifeleriyle çalıştıran, yalnız kâinatı halkeden zât olabilir."

Bu cümlenin küllî hüccetlerinden bir cüz'î hücceti şudur ki:

Kelimelerin enva'ının kabı ve mahfazası olan yanımdaki bu radyo makineciğindeki bir avuç hava, kat'iyyen gösteriyor ki;

şimdi elimizde baktığımız radyo istasyon cedveli namındaki listede yazılı ikiyüze yakın merkezden bir saatten bir seneye kadar uzak ve muhtelif mesafelerden

aynı dakikada bir tek kelime-i Kur'aniye,

meselâ "Elhamdülillah" kelâmı

tam hurufatıyla

ve şivesiyle

ve söyleyenin mahsus sadâsının tarzıyla,

bu makinedeki bir avuç havanın zerreleriyle hiç tegayyür etmeden kulağımıza gelmek için

ve muhtelif kelimat-ı Kur'aniyeyi ayrı ayrı sadâ ile,

çeşit çeşit şive ile, keza hiç tegayyür etmeden ve bozulmadan

bizim kulağımıza getirmek için

o bir avuç havanın her bir zerresinde

öyle hadsiz bir kuvvet

ve ihatalı bir irade

ve bütün rûy-i zemindeki merkezlerde o Kur'anı okuyan hâfızların ayrı ayrı şivelerini bilecek ihatalı bir ilim

ve onları bütün görecek ve işitecek muhit bir göz

ve her şeyi bir anda işitebilir bir kulak olmazsa,

elbette bu mu'cize-i kudret vücuda gelmeyecek.

Demek bu bir avuçtaki hava zerreleri,

yalnız ve yalnız bütün kâinatı ihata eden

bir ilim ve iradenin, sem' ve basarın sahibi bir zâtın

ve hiç bir şey ona ağır gelmeyen

ve en büyük şey, en küçük şey gibi kudretine kolay gelen

bir Kadîr-i Mutlak'ın kudreti ve iradesi ve ilmiyle

bu mu'cizat-ı kudrete mazhar oluyorlar.

 

Yoksa, temevvücat-ı havaiyede mevcudiyeti tevehhüm edilen serseri tesadüfün ve kör kuvvetin ve sağır tabiatın icadına yer vermek; her bir zerreyi, bütün zemin yüzündeki küre-i havaiyede bulunan her şeyi görür, bilir ve yapar hâkim-i mutlak etmektir. Bu ise yüz bin derece akıldan uzak, muhal muhaller içinde bir hurafedir. Ehl-i dalalet gelsinler, mezhebleri ne kadar akıldan uzak ve hurafe olduklarını görsünler.

 

Üçüncü Nokta:

Bu radyo makineciğinde ve manevî kelimat çiçeklerine saksılık eden bu kapçıktaki bir avuç havanın gösterdikleri mu'cizat-ı kudretten bu hakikat anlaşılıyor ki:

Her bir zerre Cenab-ı Hakk'ı zâtıyla ve sıfâtıyla tarif eder ve isbat eder.

Bütün kâinatı teftiş eden hükemalar ve ülemalar büyük ve geniş delillerle, Zât-ı Vâcib-ül Vücud'un vücudunu ve vahdetini isbat etmek için bütün kâinatı nazara alırlar. Sonra marifetullahı tam elde ediyorlar.

Halbuki nasıl Güneş çıktığı vakit bir zerrecik cam, aynı deniz yüzü gibi Güneş'i gösteriyor ve o Güneş'e işaret ediyor.

Öyle de, bu bir avuç havadaki her bir zerre de mezkûr hakikate binaen aynen kâinat denizindeki cilve-i tevhidi, sıfât-ı kemaliyle kendilerinde gösteriyorlar.

 

İşte Kur'an-ı Hakîm'in manevî mu'cizesinin bir lem'ası olan Risale-i Nur bu hakikatı izahatıyla isbat etmesi içindir ki;

müdakkik bir Nurcu,

huzur-u daimî kazanmak

ve marifetullahı her vakit tahattur etmek için

ve huzur-u daimî hatırı için "Lâ mevcude illâ Hû" demeğe mecbur olmuyor.

 

Ve yine bir kısım ehl-i hakikatın daimî huzuru bulmak için "Lâ meşhude illâ Hû" dedikleri gibi, o Nurcu böyle demeye muhtaç olmuyor.

Belki وَ فِى كُلِّ شَيْءٍ لَهُ آيَةٌ تَدُلُّ عَلَى اَنَّهُ وَاحِدٌ parlak hakikatının kudsî penceresi ona kâfi geliyor. Bu kudsî Arabî fıkranın kısacık bir izahı şudur ki:

 

Evet herkesin bu âlemde birer âlemi var, birer kâinatı var.

Âdeta zîşuurlar adedince birbiri içinde hadsiz kâinatlar, âlemler var. Herkesin hususî âleminin ve kâinatının ve dünyasının direği kendi hayatıdır. Nasıl herkesin elinde bir âyinesi bulunsa ve bir büyük saraya mukabil tutsa, herkes bir nevi saraya, âyinesi içinde sahib olur. Öyle de herkesin hususî bir dünyası var. Bir kısım ehl-i hakikat bu hususî dünyasını "Lâ mevcude illâ Hû" diye inkâr etmekle, terk-i masiva sırrıyla Cenab-ı Hakk'a karşı huzur-u daimî ve marifet-i İlahiye bulur. Ve bir kısım ehl-i hakikat da yine daimî marifet ve huzuru bulmak için "Lâ meşhude illâ Hû" deyip kendi hususî dünyasını nisyan hapsine sokar, fânilik perdesini üstüne çeker; huzuru bulmakla bütün ömrünü bir nevi ibadet hükmüne getirir.

Şimdi bu zamanda Kur'anın i'caz-ı manevîsiyle tezahür eden وَ فِى كُلِّ شَيْءٍ لَهُ آيَةٌ تَدُلُّ عَلَى اَنَّهُ وَاحِدٌ sırrıyla,

yani

zerrelerden yıldızlara kadar her şeyde bir pencere-i tevhid var

ve doğrudan doğruya Zât-ı Vâhid-i Ehad'i sıfâtıyla bildiren âyetleri, yani delaletleri ve işaretleri var.

 

İşte Hüve Nüktesi'yle bu mezkûr hakikat-ı kudsiyeye ve imaniyeye ve huzuriyeye icmalen işaretler vardır. Risale-i Nur, bu hakikatı izahatıyla isbat etmiş. Eski zamandaki ehl-i hakikat bir derece mücmelen ve muhtasaran beyan etmişler. Demek bu dehşetli zaman, daha ziyade bu hakikata muhtaçtır ki, Kur'an-ı Hakîm'in i'cazıyla bu hakikat tafsilâtıyla ihsan edilmiş, Nur Risaleleri de bu hakikata bir naşir olmuşlar.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Kardeşiniz

Said Nursî

Emirdağ Lahikası-2 ( 68 - 70 )

 

 

Evvelâ: Medreset-üz Zehra erkânlarının arzularıyla verilen bir dersin bir hülâsasını sizlere de söylemeyi münasib gördük. O dersin mevzuu da: Umum kâinat mevcudatı hesabına Mi'rac Gecesinde, Fahr-i Kâinat ve netice-i hilkat-ı âlem Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm, huzur-u İlahîde nev'-i beşerin, belki umum zîhayat, belki umum mahlukat namına selâm yerinde اَلتَّحِيَّاتُ اَلْمُبَارَكَاتُ اَلصَّلَوَاتُ اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ demesi; ve içinde bir küllî mana bulunduğundan bütün ümmet her gün çok defa namazlarında zikretmesi ile ve ehl-i iman içinde, herbir mertebe sahibinin bir hissesi içinde bulunduğu; ve bundan evvel "Hüve Nüktesi"nin haşiyesinde, radyo vasıtasıyla hava unsurunun hârika mu'cizat-ı kudreti göstermesi cihetinde kalbe ihtar edildi ki:

Bir ehl-i iman, ebedî bir saadette, dünya kadar bir mülk-ü bâkiyi netice verecek bu kısacık ömr-ü dünyevîde ettiği ibadette bir küllî ibadet, âdeta kendi hususî dünyasıyla beraber ibadet etmiş gibi kendi hususî dünyası kadar bir mükâfat alacağı işarat-ı Kur'aniyeden anlaşılır diye; Hüccetüzzehra'nın İkinci Makamında İlm-i İlahî mebhasinde اَلتَّحِيَّاتُ اَلْمُبَارَكَاتُ ilââhire'nin küllî manaları ruhuma gelip, öylece teşehhüdde اَلتَّحِيَّاتُ derken, birden hayalime hususî dünyamın dört unsuru olan toprak, su, hava, nur unsurları dört küllî dil oldular. Herbir dil, milyarlar hattâ trilyonlar, katrilyonlar adedince اَلتَّحِيَّاتُ اَلْمُبَارَكَاتُ اَلصَّلَوَاتُ اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ kelimelerini lisan-ı hal ile söylüyorlar; hayalen gördüm.

Bu unsurlardan toprak unsuru bir dil olarak bütün zîhayatların herbiri bir kelime-i zîhayat olup اَلتَّحِيَّاتُ derler. Çünki herbir avuç toprak ekser nebatata saksılık edebilir ve menşe' olabilir bir vaziyettedir. O halde herbir avuç toprakta, ya bütün beşerin meydana getirdikleri bütün fabrikaların adedince manevî küçücük mikyasta fabrikalar -herbir avuç toprakta- bulunacak. Bu ise hadsiz derecede imkânsız... Veyahut bir Kadîr-i Mutlakın hadsiz kudreti, nihayetsiz ilmi ve iradesiyle olacak. Demek toprak unsuru, bütün eczası ile ve zerratı ile bu mazhariyet için hadsiz اَلتَّحِيَّاتُ لِلّٰهِ der. Yani: Ezelden ebede kadar bütün zîhayatların hayat hediyeleri Zât-ı Vâcib-ül Vücud'a hastır.

 

Sonra herkesin hususî dünyasındaki gibi, benim de hususî dünyamın ikinci unsuru olan su unsuru dahi, küllî bir lisan olarak bütün zerratı ile, hususan zîhayatların menşe'lerine ve yaşamalarına hizmetleri noktalarında, trilyonlar, katrilyonlar adedince اَلْمُبَارَكَاتُ kelime-i mübarekesini lisan-ı hal ile kâinatta neşrediyor.

Çünki suyun katrelerinin gördüğü vazifeler, hususan nutfelerin ve çekirdeklerin ve tohumların intibahında ve uyanıp vazife-i fıtriyelerine mazhar olmakta ve gayet acib ve güzel ve hârika o küçücük mahlukların ve yavruların büyük ve gayet intizamlı ve mükemmel vazifelere mazhariyetlerini bütün zîşuura tebrik ile bârekâllah dediren ve hadsiz bârekâllah, mâşâallah dedirmeye vesile olmaya lâyık olan o mübareklerin o vaziyetleri; o su unsurunun herbir zerresinin binler Eflatun kadar ilmi ve binler Hakîm-i Lokman kadar hikmeti ve iradesi bulunmak lâzımdır. Bu ise, suyun zerratı adedince muhaldir. Öyle ise bir Kadîr-i Zülcelal'in ve bir Rahman-ı Rahîm'in hadsiz kudret ve rahmet ve hikmet ve iradesiyle o mübareklerin, o hadsiz mu'cizata mazhariyetleri cihetinde bütün o mübarekler adedince اَلْمُبَارَكَاتُ لِلّٰهِ kelimesini külliyetiyle söylediklerinden, bütün mahlukat namına, Mi'rac Gecesinde, netice-i hilkat-ı âlem olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm اَلْمُبَارَكَاتُ لِلّٰهِ demiş. Yani: Bütün bu medar-ı tebrik ve mâşâallah ve bârekâllah dediren bütün haletler ve san'atlar Zât-ı Zülcelal'in kudretine mahsus olduğundan, bütün o hadsiz اَلْمُبَارَكَاتُ لِلّٰهِ leri Cenab-ı Hakk'a, huzuruyla hediye ediyor.

 

Sonra, herkesin hususî dünyasındaki hava unsuru dahi bir hüve kadar herbir avuç havadaki herbir zerre, mazhar oldukları santrallık, âhize ve nâkilelik vazifeleri içinde bütün duaları ve salavatları ve ricaları ve ibadetleri ifade eden اَلصَّلَوَاتُ لِلّٰهِ cümlesini lisan-ı halleriyle dedikleri için; hava unsuru küllî bir lisan olarak o hadsiz kelimatlarını katrilyonlar belki kentrilyonlar adedince söyleyerek Sâni'lerine, Hâlıklarına takdim ettiklerinden onların namlarına o küllî mana ile Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Cenab-ı Hakk'a, اَلصَّلَوَاتُ لِلّٰهِ diye takdim etmiştir.

Yani: "Bütün dualar ve ihtiyaçtan gelen ricalar ve nimetten çıkan şükürler ve ibadetler ve namazlar, Hâlık-ı Külli Şey'e mahsustur." Çünki "Hüve Nüktesi"nin haşiyesinde denildiği gibi: Ya, hüve kadar bir avuç havanın herbir zerresi, umum dilleri bilecek ve söyleyenlerin yerlerini görecek ve yakın-uzak herşeyi işitecek ve her şiveyi ve her harfin tarzını tam bilecek ve çok işleri beraber, şaşırmadan görecek bir kudret-i mutlaka ve irade-i tâmmeye mâlik olacak. Bu ise hava zerreleri adedince muhal olmasından, elbette ve elbette şübhesiz ve kat'î bir zaruretle o zerrelerin herbiri, Sâni'-i Hakîm'i bütün sıfâtıyla gösterip şehadet eder. Âdeta küçük bir mikyasta âlemin büyük şehadeti kadar şehadetleri vardır.

Demek zerrat-ı havaiye adedince salavatları ifade eden, Mi'rac-ı Ahmedî Aleyhissalâtü Vesselâm'da اَلصَّلَوَاتُ لِلّٰهِ denilmiştir.

Sonra اَلطَّيِّبَاتُ kelime-i tayyibe söylendiği vakit, birden "nâr" ile "nur" unsuru yani, hararetli ve hararetsiz maddî ve manevî nur unsuru bir küllî dil olarak hadsiz ve nihayetsiz bir surette lisan-ı hal ile hadsiz diller ile اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ diyor. Yani: "Bütün güzel sözler, güzel manalar, hârika güzel cemaller ve bütün kâinatın yüzünde cemalleri görünen ezelî esma-i hüsnanın cilveleri ve başta enbiyalar, evliyalar, asfiyalar olarak bütün ehl-i imanın imanları ile kâinatın ve mahlukatın görünen güzellikleri ve ehl-i imanın imanlarından neş'et eden güzel sözler, hamdler, şükürler, tevhidler, tehliller, tesbihler, tekbirler, اِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ sırrı ile arş-ı a'zam tarafına giden o kelimat-ı tayyibeleri ve dünyanın üç aded yüzünden gayet güzel olan esma-i İlahiyeye âyinelik eden birinci yüzündeki hadsiz güzellikler, tayyibeler ve dünyanın âhiret tarlası olan ikinci yüzündeki hadsiz hasenatlar, hayırlar ve manevî meyveler ve güzellikler, tamamıyla ezel-ebed sultanı Kadîr-i Zülcelal'e mahsustur." diye, nâr ve nur unsurunun bu küllî dili ile bu küllî ubudiyeti, Mabud-u Zülcelal'e takdim etmek manasında olarak, Fahr-i Kâinat Aleyhissalâtü Vesselâm umum mahlukat hesabına اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ demiş. Çünki maddî ve manevî nur unsuru, mazhar oldukları vazifelerinin umumu hem beraber, hem ayrı ayrı Zât-ı Vâcib-ül Vücud'a işaret ve şehadet ettikleri milyarlar nümuneleri var.

 

Evet nur ve nâr unsuru toprak, hava ve ma' unsurları gibi gayet kat'î ve bedihî ve zarurî bir surette o nümunelerle gösteriyor ki: Bütün esbab yalnız bir perdedir. Bütün icadlar ve tesirler, Zât-ı Kadîr-i Zülcelal'indir. Çünki nur, aynen vücud ve hayat gibi, kudret-i İlahiyenin perdesiz bizzât mübaşeretine lâyık olmasından, esbab-ı zahirî hiçbir cihette perde olmadığından, vâhidiyet içinde ehadiyeti gösterir. Gayet cüz'î ve küçük bir vazifede, küllî ve geniş bir delil-i ehadiyete işaret eder ki, "Hüve Nüktesi" haşiyeleriyle bunu gayet kısaca isbat ediyor. İşte milyarlar nümunelerinden iki küçük nümunesinden:

Birisi: Manevî nurun -ilim suretinde- beşerin kafasında cilvesinin bir cüz'îsi, tırnak kadar kuvve-i hâfızaya mâlik bir adamın kafasında, doksan kitabın kelimatı yazılmış. Ve üç ayda, her günde üç saat meşgul olarak, hâfızasının sahifesinin yalnız o kısmını ancak tamam edebilmiş. Aynı adam, seksen sene ömründe gördüğü ve işittiği ve merakını tahrik eden ve ona hoş gelen manaları ve kelimeleri ve suretleri ve savtları o tırnak kadar kuvve-i hâfızanın sahifesinde istediği vakitte müracaat edip bir büyük kütübhane kadar bütün mahfuzatının aynı şeylerini orada bütün istediklerini mevcud ve muntazam yazılmış ve dizilmiş görüyor.

İşte bu tırnak kadar kuvve-i hâfızanın,

bahr-i umman gibi bir vüs'ati

ve güneş gibi bir ihatalı nuru ve bir ziya-i manevîsi

ve zemin yüzü kadar geniş sahifeleri olmazsa bu hal olamaz.

Bu ise yüzbinler derece muhal muhal içinde ve imkânsız olduğundan;

elbette ve elbette bu küçücük tırnak kadar hâfıza; Levh-i Mahfuz, bir sahife-i kader ve kudreti olan Alîm-i Mutlak'ın ilim ve hikmet ve kudreti ile,

o Levh-i Mahfuz'un bir nümunesini beşerin kafasında halk eylemesine kudsî bir şehadet eder.

 

İkinci cüz'î ve küçücük bir nümunesi:

Elektriktir. Bir adam, elektrik lâmbasının acib vaziyetini tedkik etmiş.

Bakıyor ki, yüzer düğmelerdeki ve merkezlerdeki

ve demir ve ip tellerindeki zerreler ve maddeler

camid, şuursuz, hareketsiz oldukları halde

yalnız gayet cüz'î bir temas neticesinde,

on kilometre yeri dolduran karanlık derhal gider

ve yerini yarım sâniyede dolduran bir nur vücuda gelir.

Bu gözle görünen karanlığın birden kaybolması

ve yine gözle görünen o zulmet kadar nurun vücuda gelmesi

elbette bir hayal değil,

ya o temas eden camid, şuursuz zerreler,

hadsiz bir kuvveti ve bir nuru kendilerinde taşımakla beraber;

birden yüz kilometre yerlere elini uzatıp,

karanlığı süpürüp, temizleyip nurları dolduracak.

Bu ise bütün şeytanlar ve dinsizler, maddiyyunlar toplansalar;

bunu bir sofestaîye de kabul ettiremezler { (Haşiye): Yalnız aldatmak için bazı derin ve ehemmiyetli hakikatlara bir isim takıp, güya o hakikat anlaşılmış gibi âdileştiriyorlar. Meselâ: Bu elektrik kuvveti imiş deyip, o ince ve derin hakikatı ehemmiyetsiz yapıp âdi gösteriyorlar. Halbuki kudretin o mu'cizesinin hikmetleri iki sahife ile ancak ifade edildiği halde; bir tek isim takmakla, o hakikatı ve o küllî hikmeti gizleyip, gayet küçük ve basit bir perdesini yerine ikame ederek; o mu'cizeli eseri, kör kuvvete ve serseri tesadüfe ve mevhum tabiata isnad edip, Ebu Cehil'den daha echel bir dereceye düşüyorlar. İşte irade-i İlahiyenin namuslarının ünvanları olan âdetullah kanunlarının birisine, beşer aczinden mahiyetini bilemediği o kanunun mahiyetine elektrik namını verip, tenvirdeki hârika mu'cize-i kudreti âdileştirmekle ve malûm birşey imiş gibi elektrik kuvveti diye bir isim takmakla, bunun gibi çok hârikulâde mu'cizat-ı kudret-i İlahiyeyi cahilane âdileştiriyorlar.}. Veyahut bütün kâinata hükmü geçen

ve bütün nurlar, onun Nur isminden feyiz alan

v e Nur-un Nur ve Hâlık-un Nur ve Müdebbir-un Nur olan Kadîr-i Zülcelal'in

ve Allâm-ül Guyub'un ve Alîm-i Mutlak'ın kudreti ile ve hikmeti ile olacak.

İşte bu iki nümuneye kıyasen hadsiz nümuneler var.

 

İşte اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ bütün kâinattaki nurları, güzellikleri, tayyibeleri ve kelimat-ı tayyibeleri ve hayırları ve kemalâtları Zât-ı Zülcelal'e nur unsuru diliyle kâinat takdim ettiği gibi; netice-i hilkat-ı kâinat ve sebeb-i hilkat-ı âlem olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm dahi namlarına meb'us olduğu kâinattaki bütün mevcudat hesabına, Mi'rac Gecesinde o küllî mana ile اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ demiş.

Resul-i Ekrem (Aleyhissalâtü Vesselâm biadedi zerrati'l-enam) bu dört kelimat-ı cemileyi selâm yerinde söyledikten sonra, -Risale-i Nur'da izah edildiği gibi- Cenab-ı Hak اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِىُّ demesiyle, bütün ümmeti öyle diyeceklerine işaret ve manevî emr ü ferman ve kabul hükmünde mukabele etmiş. Birden Peygamber اَلسَّلاَمُ عَلَيْنَا وَ عَلَى عِبَادِ اللّٰهِ الصَّالِحِينَ demekle, o kudsî selâmı hem kendine, hem ümmetine, hem bütün kendinden evvelki emsallerine tamim edip, küllî ve umumî bir selâm suretinde gösterip; bütün mahlukatın meb'usu olması noktasında onlara da o selâmı teşmil etmiş.

Ümmeti ise her namazda اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِىُّ demeleri, o selâm-ı İlahîdeki emr ü fermana bir imtisaldir. Hem ona karşı biat etmektir ve her gün biatını yani memuriyetini kabul ve getirdiği fermanlara itaatlerini tecdid ve tazelemektir. Hem risaletini bir tebriktir. Hem umum âlem-i İslâm her gün bu kelime ile onun getirdiği saadet-i ebediye müjdesine karşı bir teşekkürdür.

Evet her insan, kendi vücudunun mahvolması ile müteellim olduğu gibi; hanesinin harab olması ile de elem çekiyor. Ve vatanının bozulması ile gayet müteessir oluyor. Ahbabının firak ve vefatıyla derinden derine kalbi acıyor. Dünya kadar büyük, has ve hususî dünyasının zeval ve firak ve âhirde tamamen mahvolmasını düşünmesi, manevî bir cehennem gibi ruhunu ve vicdanını yandırıyor.

İşte aklı başında herbir adam ruhsuz, kalbsiz, akılsız olmamak şartıyla bilecek ki: Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'ın Mi'rac Gecesinde gözü ile gördüğü saadet-i ebediyenin müjdesini ve ehl-i imanın Cennet'teki hayat-ı bâkiyesinin beşaretini ve insanın alâkadar olduğu sevdiklerinin mahvolmadıklarını ve onların zevallerinden sonra yine görüşmelerinin muhakkak olacağının gayet sürurlu, manevî hediyesine karşı umum âlem-i İslâm her gün çok defa اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِىُّ dediği gibi; onun da getirdiği hediye-i maneviyesiyle hem kâinat sahifeleri ve tabakaları mektubat-ı Samedaniye olmasına; hem mahlukatın hakikî kıymetleri ve kemalâtları onun risaleti ile tezahür etmesine mukabil bütün mahlukat manen اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِىُّ bu mezkûr hakikatın lisanı ile derler. Ve ümmet mabeyninde şeair-i İslâmiyeden olan birbirine اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ demeleri sünnet olması, bu büyük hakikatın şuaı olmasındandır.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Said Nursî

Emirdağ Lahikası-2 ( 118 - 120 )

 

 

 

Hüve Nüktesi

 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Çok aziz ve sıddık kardeşlerim;

Kardeşlerim, لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ ve قُلْ هُوَ اللّٰهُ deki

هُوَ lafzında yalnız maddî cihette bir seyahat-ı hayaliye-i fikriyede hava sahifesinin mütalaasıyla âni bir surette görünen bir zarif nükte-i tevhidde;

meslek-i imaniyenin hadsiz derece kolay

ve vücub derecesinde sühuletli bulunmasını

ve şirk ve dalaletin mesleğinde hadsiz derecede müşkilâtlı, mümteni' binler muhal bulunduğunu müşahede ettim.

Gayet kısa bir işaretle o geniş ve uzun nükteyi beyan edeceğim.

Evet nasılki bir avuç toprak,

yüzer çiçeklere nöbetle saksılık eden kabında

eğer tabiata, esbaba havale edilse lâzımgelir ki;

ya o kabda küçük mikyasta yüzer,

belki çiçekler adedince manevî makineler, fabrikalar bulunsun

veyahut o parçacık topraktaki herbir zerre,

bütün o ayrı ayrı çiçekleri,

muhtelif hasiyetleriyle

ve hayattar cihazatıyla yapmalarını bilsin;

âdeta bir ilah gibi hadsiz ilmi

ve nihayetsiz iktidarı bulunsun.

Aynen öyle de:

Emr ve iradenin bir arşı olan havanın, rüzgârın her bir parçası

ve bir nefes ve tırnak kadar olan هُوَ lafzındaki havada;

küçücük mikyasta,

bütün dünyada mevcud telefonların, telgrafların, radyoların

ve hadsiz ve muhtelif konuşmaların

merkezleri, santralları, âhize ve nâkileleri bulunsun

ve o hadsiz işleri beraber ve bir anda yapabilsin

veyahut o هُوَ deki havanın

belki unsur-u havanın herbir parçasının herbir zerresi,

bütün telefoncular ve ayrı ayrı umum telgrafçılar

ve radyo ile konuşanlar kadar manevî şahsiyetleri ve kabiliyetleri bulunsun

ve onların umum dillerini bilsin

ve aynı zamanda başka zerrelere de bildirsin, neşretsin.

Çünki bilfiil o vaziyet kısmen görünüyor

ve havanın bütün eczasında o kabiliyet var.

İşte ehl-i küfrün ve tabiiyyun ve maddiyyunların

mesleklerinde değil bir muhal,

belki zerreler adedince muhaller ve imtinalar ve müşkilâtlar aşikâre görünüyor.

Eğer Sâni'-i Zülcelal'e verilse,

hava bütün zerratıyla onun emirber neferi olur.

Birtek zerrenin muntazam birtek vazifesi kadar kolayca,

hadsiz küllî vazifelerini Hâlıkının izniyle ve kuvvetiyle

ve Hâlıka intisab ve istinad ile

ve Sâni'inin cilve-i kudreti ile bir anda şimşek sür'atinde

ve هُوَ telaffuzu ve havanın temevvücü sühuletinde yapılır.

Yani, kalem-i kudretin hadsiz ve hârika ve muntazam yazılarına bir sahife olur

ve zerreleri, o kalemin uçları

ve zerrelerin vazifeleri dahi, kalem-i kaderin noktaları bulunur.

Birtek zerrenin hareketi derecesinde kolay çalışır.

 

İşte ben لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ ve قُلْ هُوَ اللّٰهُ deki

hareket-i fikriye ile seyahatimde

hava âlemini temaşa ve o unsurun sahifesini mütalaa ederken,

bu mücmel hakikatı tam vâzıh ve mufassal aynelyakîn müşahede ettim

ve هُوَ nin lafzında, havasında böyle parlak bir bürhan

ve bir lem'a-yı vâhidiyet bulunduğu gibi;

manasında ve işaretinde gayet nurani

bir cilve-i ehadiyet ve çok kuvvetli bir hüccet-i tevhid

ve هُوَ zamirinin mutlak ve mübhem işareti

hangi zâta bakıyor işaretine

bir karine-i taayyün o hüccette bulunması içindir ki,

hem Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan,

hem ehl-i zikir makam-ı tevhidde

bu kudsî kelimeyi çok tekrar ederler diye ilmelyakîn ile bildim.

Evet meselâ bir nokta beyaz kâğıtta,

iki-üç nokta konulsa karıştığı

ve bir adam,

muhtelif çok vazifeleri beraber yapmasıyla şaşıracağı

ve bir küçük zîhayata,

çok yükler yüklenmesiyle altında ezildiği

ve bir lisan ve bir kulak,

aynı anda müteaddid kelimelerin beraber çıkması ve girmesi intizamını bozup karışacağı halde;

aynelyakîn gördüm ki:

هُوَ nin anahtarı ile ve pusulasıyla

fikren seyahat ettiğim hava unsurunda

herbir parçası hattâ herbir zerresi içine

muhtelif binler noktalar, harfler, kelimeler konulduğu

veya konulabileceği halde, karışmadığını ve intizamını bozmadığını;

hem ayrı ayrı pek çok vazifeler yaptığı halde,

hiç şaşırmadan yapıldığını

ve o parçaya ve zerreye pek çok ağır yükler yüklendiği halde

hiç za'f göstermeyerek, geri kalmayarak intizam ile taşıdığını;

hem binler ayrı ayrı kelime, ayrı ayrı tarzda, manada

o küçücük kulak ve lisanlara kemal-i intizamla gelip çıkıp,

hiç karışmayarak bozulmayarak o küçücük kulaklara girip,

o gayet incecik lisanlardan çıktığı

ve o her zerre ve her parçacık,

bu acib vazifeleri görmekle beraber kemal-i serbestiyet ile

cezbedarane hal dili ile ve mezkûr hakikatın şehadeti ve lisanıyla

لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ ve قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ deyip gezer

ve fırtınaların ve şimşek ve berk ve gök gürültüsü gibi

havayı çarpıştırıcı dalgalar içerisinde

intizamını ve vazifelerini hiç bozmuyor ve şaşırmıyor

ve bir iş diğer bir işe mani olmuyor... Ben aynelyakîn müşahede ettim.

Demek ya herbir zerre ve herbir parça havada

nihayetsiz bir hikmet

ve nihayetsiz bir ilmi, iradesi

ve nihayetsiz bir kuvveti, kudreti

ve bütün zerrata hâkim-i mutlak bir hâssaları bulunmak lâzımdır ki;

bu işlere medar olabilsin.

Bu ise, zerreler adedince muhal ve bâtıldır.

Hiçbir şeytan dahi bunu hatıra getiremez.

Öyle ise bu sahife-i havanın

hakkalyakîn, aynelyakîn, ilmelyakîn derecesinde bedahetle

Zât-ı Zülcelal'in hadsiz gayr-ı mütenahî

ilmi ve hikmetle çalıştırdığı kalem-i kudret ve kaderin

mütebeddil sahifesi

ve bir levh-i mahfuzun âlem-i tegayyürde

ve mütebeddil şuunatında

bir levh-i mahv-isbat namında yazar bozar tahtası hükmündedir.

İşte hava unsurunun

yalnız nakl-i asvat vazifesinde mezkûr cilve-i vahdaniyeti

ve mezkûr acaibi gösterdiği

ve dalaletin hadsiz muhaliyetini izhar ettiği gibi,

unsur-u havaînin sair ehemmiyetli vazifelerinden biri de

elektrik, cazibe, dafia, ziya gibi sair letaifin naklinde

şaşırmadan muntazaman,

asvat naklindeki vazifeyi gördüğü aynı zamanda,

bu vazifeleri dahi gördüğü

aynı zamanında, bütün nebatat ve hayvanata

teneffüs ve telkîh gibi hayata lüzumu bulunan levazımatı

kemal-i intizam ile yetiştiriyor.

Emir ve irade-i İlahiyenin bir arşı olduğunu

kat'î bir surette isbat ediyor.

Ve serseri tesadüf ve kör kuvvet

ve sağır tabiat ve karışık, hedefsiz esbab

ve âciz, camid, cahil maddeler

bu sahife-i havaiyenin kitabetine

ve vazifelerine karışması

hiçbir cihetle ihtimal ve imkânı bulunmadığını

aynelyakîn derecesinde isbat ettiğini kat'î kanaat getirdim

ve herbir zerre ve herbir parça lisan-ı hal ile

لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ ve قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ dediklerini bildim

ve bu هُوَ anahtarı ile havanın maddî cihetindeki

bu acaibi gördüğüm gibi,

hava unsuru da bir هُوَ olarak âlem-i misal

ve âlem-i manaya bir anahtar oldu.

Mütebâkisi şimdilik yazdırılmadı. Umuma binler selâm.

* * *

Sözler ( 161 - 162 )

 

 

"Hüve Nüktesi"nin âhirinde bu parça yazılacak

Gördüm ki; âlem-i misal,

nihayetsiz fotoğraflar

ve herbir fotoğraf,

hadsiz hâdisat-ı dünyeviyeyi

aynı zamanda hiç karıştırmayarak alıyor.

Binler dünya kadar büyük ve geniş bir sinema-i uhreviye

ve fâniyatın fâni ve zâil hallerini

ve vaziyetlerini ve geçici hayatlarının meyvelerini

sermedî temaşagâhlarda ve Cennet'te

saadet-i ebediye ashablarına

dünya maceralarını ve eski hatıralarını

levhalarıyla gözlerine göstermek için

pek büyük bir fotoğraf makinesi olarak bildim.

Hem Levh-i Mahfuz'un, hem âlem-i misalin

iki hücceti ve iki küçük nümunesi ve iki noktası

insanın başında olan kuvve-i hâfıza

ve kuvve-i hayaliye mercimek küçüklüğünde iken,

hiç karıştırmayarak kemal-i intizamla

içlerinde bir büyük kütübhane kadar malûmatın yazılması

kat'î isbat eder ki,

o iki kuvvenin nümune-i ekber ve a'zamları,

âlem-i misal ile Levh-i Mahfuz'dur.

Hava ve su unsurlarının,

hususan nutfelerin suyu ve hava unsuru

toprak unsurunun pek fevkinde

daha ziyade hikmet ve irade ile

ve kalem-i kader ve kudret ile yazıldıkları

ve tesadüf ve kör kuvvetin

ve sağır tabiatın

ve camid ve hedefsiz esbabın

karışması yüz derece muhal

ve hiçbir cihetle mümkün olmadığı

ve Hakîm-i Zülcelal'in kalem-i kader ve hikmetinin sahifesi olduğu

ilmelyakîn ile kat'î bilindi. Mütebâkisi şimdilik yazdırılmadı.

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

 

İ'lem Eyyühel-Aziz! Otuz seneden beri iki tagut ile mücadelem vardır. Biri insandadır, diğeri âlemdedir. Biri "Ene"dir, diğeri "Tabiat"tır. Birinci tagutu gayr-ı kasdî, gölgevari bir âyine gibi gördüm. Fakat o tagutu kasden veya bizzât nazar-ı ehemmiyete alanlar, Nemrud ve Firavun olurlar.

İkinci tagut ise, onu İlahî bir san'at, Rahmanî bir sıbgat, yani nakışlı bir boya şeklinde gördüm. Fakat gaflet nazarıyla bakılırsa, tabiat zannedilir ve maddiyyunlarca bir ilah olur. Maahaza o tabiat zannedilen şey, İlahî bir san'attır. Cenab-ı Hakk'a hamd ve şükürler olsun ki, Kur'anın feyziyle, mezkûr mücadelem her iki tagutun ölümüyle ve her iki sanemin kırılmasıyla neticelendi.

Evet Nokta, Katre, Zerre, Şemme, Habbe, Hubab Risalelerimde isbat ve izah edildiği gibi; mevhum olan tabiat perdesi parçalanarak altında şeriat-ı fıtriye-i İlahiye ve san'at-ı şuuriye-i Rahmaniye güneş gibi ortaya çıkmıştır. Ve keza firavunluğa delalet eden "Ene"den, Sâni'-i Zülcelal'e raci' olan "Hüve" tebarüz etti.

Mesnevi-i Nuriye ( 118 )

 

Zâten sana, sende senin nefsine olan şedid muhabbetin, onun zâtına karşı muhabbet-i zâtiyedir ki, sen sû'-i istimal edip kendi zâtına sarfediyorsun. Öyle ise nefsindeki eneyi yırt, hüveyi göster ve kâinata dağınık bütün muhabbetlerin, onun esma ve sıfâtına karşı verilmiş bir muhabbettir. Sen sû'-i istimal etmişsin, cezasını da çekiyorsun. Çünki yerinde sarfolunmayan bir muhabbet-i gayr-ı meşruanın cezası, merhametsiz bir musibettir.

Sözler ( 359 )